Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Şaban Çelebi, Murat Topak, Necati Ömer Develioğlu, Mehmet Akdağ, Erdem Çağlar, Havva Duru İpek, Mehmet Külekçi
Olgu sunumu
Özeti
Parotis Kitlelerinde Tanı Ve Tedavi Sonuçlarımız
Our DIagnosIs And Treatment Results For ParotId Masses
ÖZET
\r\n
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, parotis kitlesi nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızın perioperatif ve postoperatif izleme sonuçlarını değerlendirmektir.
\r\n
Gereç ve Yöntem: 2000-2011 yılları arasında opere ettiğimiz 66 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
\r\n
Bulgular: Hastalarımızda ortalama yaş 48,6 bulundu. Ameliyat sonrası histopatoloji sonuçlarına göre olguların 61’inde primer benign, 3’ünde primer malign, 2’sinde ise sekonder malign patolojiler tespit edildi. Primer benign tümörler içinde 29 olgu ile pleomorfik adenom ilk sırada yer alırken, 14 olgu ile Warthin tümörü ikinci sırada yer alıyordu. Malign tümör olarak adenoid kistik karsinom, adenokarsinom ve karsinoma ex pleomorfik adenom gözlendi. Sekonder malign tümörlerin ikisi de skuamöz hücreli karsinom metastazıydı. Preoperatif uygulanan ince iğne aspirasyon biopsisinin benign-malign ayırımında sensitivitesi %60, spesifitesi %96 bulundu. Cerrahi girişim olarak süperfisyel parotidektomi, total parotidektomi ve radikal parotidektomi uygulandı. Bu tedaviye ek olarak bazı olgularda boyun diseksiyonu da yapıldı. En sık gördüğümüz komplikasyon geçici fasial sinir parezisi idi.
\r\n
Sonuç: Parotis tümörlerinde ince iğne aspirasyon biopsisi benign-malign ayırımını yapmada etkili bir tanı yöntemidir. Benign parotis tümörlerinde süperfisyel parotidektomi yeterli ve etkili bir cerrahidir ve dikkatli uygulandığında komplikasyon oranı oldukça düşüktür. Malign tümörlerde ise süperfisyel, total veya radikal parotidektomi uygulanmalı, gerektiğinde boyun diseksiyonu ve post operatif radyoterapi tedaviye eklenmelidir.
\r\n
Objective: The aim of this study is to evaluate the perioperative and postoperative follow-up results of patients operated for a parotid mass.
\r\n
Materials and Methods: A total of 66 patients who were operated between 2000 and 2011, were evaluated retrospectively.
\r\n
Results: The mean age of the patients was 48,6. On the basis of post-operative histopathologic assessement, 61 of the cases were found to be primary benign, 3 of the cases primary malignant and 2 of the cases secondary malignant. Pleomorphic adenoma was the most common in primary benign tumors group with 29 cases, Warthin tumors were in the second place with 14 cases. Adenoid cystic carcinoma, adenocarcinoma and expleomorphic adenoma were observed as primary malignant tumors. Both of the seconder malignant tumors were metastasis of squamous cell carcinoma. Sensitivity and specifity of the preoperative fine needle aspiration biopsy in the benign-malignant differentiation were found as 60 % and 96 %, respectively. Superfacial parotidectomy, total parotidectomy and radical parotidectomy were used as surgical procedures. In addition to this procedure, neck dissection was performed in several cases. The most frequent complication was temporary facial nerve paresis.
\r\n
Conclusion: Fine needle aspiration biopsy is an effective diagnostic procedure for the benign-malignant differentiation of the parotid tumors. Superfacial parotidectomy is an adequate and efficient surgical procedure for the benign parotid tumors and complication risk is considerably low when applied carefully. For malignant tumors, superfacial, total or radical parotidectomy should be performed and when necessary, neck dissection and postoperative radiotherapy should be added to the treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
Cengiz Kadıyoran, Hilal Akay Çizmecioğlu, Ahmet Çizmecioğlu, Pınar Didem Yılmaz, Necdet Poyraz
Araştırma makalesi
Özeti
Gis Malignitesi Bulunan Hastaların Karaciğer Metastazlarının Mrg İle Görüntülenmesinde Gadoksetik as
ComparIson Of The GadoxetIc AcId And Gadopentate DImeglumIne EffIcIency For DetermInIng LIver Metastases By An Enhanced Mrı Of PatIents WIth GastroIntestInal MalIgnancIes
Amaç: Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistem malignitesi bulunan hastaların karaciğer metastazlarının MRG ile görüntülenmesinde gadoksetik asit ve gadopentate dimegluminin etkinliğinin karşılaştırılarak değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya histopatolojik olarak gastrointestinal sistem malignitesi bulunan 50 hasta dahil edilerek bu hastalardaki karaciğer metastazları değerlendirilmiştir. Her iki kontrast madde ile elde olunan seriler karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Her iki kontrast madde için elde edilen serilerde arteryel, portal ve geç fazda karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından istatistiksel anlamlı fark tespit edilemezken, gadoksetik asit uygulanan hastalarda 20. dakikada elde edilen seriler gadopentate dimeglumine uygulanmasını takiben geç fazda elde edilen seriler ile karaciğer parankiminin ve metastatik lezyonun intensitesi açısından karşılaştırıldığında gadoksetik asit lehine istatistiksel anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,05). Gadoksetik asit uygulamasını takiben arteryel, portal, geç fazda ve 20. dakika serilerde karaciğer parankim intensitesinde fazlar süresince istatistiksel anlamlı kontrastlanma artışına yol açmaktadır.(p<0.05) Bu süre zarfında metastatik lezyonlarda ise anlamlı intensite artışı mevcut değildir.(p>0.05) Karaciğer kontrastlanması artarken metastatik lezyonlardaki kontrastlanmanın artmıyor olması karaciğerdeki metastatik lezyon ve normal karaciğer parankimi arasında belirgin kontrast farkına yol açmaktadır. Böylece zamanla gittikçe artan karaciğer kontrastlanmasını takiben fazlar süresince anlamlı artış göstermeyen metastatik lezyon intensitene de bağlı olarak lezyonların tespiti kolaylaşmaktadır.
Sonuç :
Gadoksetik asit hepatoselüler bir kontrast madde olup gastrointestinal sistem maligniteli hastaların karaciğer metastazlarının manyetik rezonans ile değerlendirilmesinde önemli tanısal katkılar sağlar.
Aim: The aim of this study was to evaluate the efficacy of gadoxetic acid and gadopentate dimeglumine in the evaluation of liver metastases of patients with gastrointestinal malignancy by magnetic resonance.
Patients and Methods: A total of 50 patients were diagnosed gastrointestinal malignancies histopathologically were included in the study and their hepatic metastases were examined by magnetic resonance for two contrast agent.
Results: There was no statistically significant difference for these contrast agent at arterial, portal and late phase series. (p>0.05) But we found a statistically significant difference between the series obtained at the 20th minutes after administration of gadoxetic acid and late phase for gadopentate dimeglumine for hepatic parenchymal and metastatic lesion intensity. (p<0.05) After the administration of gadoxetic acid, arterial, portal, late phase and the 20th minute series intensity of hepatic enhancement significantly reduced. At this time there was not a significant enhancement of the metastatic lesions. (p>0.05) When the hepatic parenchymal enhancement increased and the enhancement of metastatic lesions reduced, thus the enhancement difference between normally hepatic parenchyma and metastatic lesions might help the detection of the lesions.
Conclusion:
Gadoxetic acid, a hepatoceluler contrast agent, have important diagnostic contribution to the assessment of the patients with liver metastases of gastrointestinal malignancies by magnetic resonance imaging.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
Arzu Yıldırım ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
Araştırma makalesi
Özeti
‘yoğun Bakım, Nörolojik Hastalıklar Ve Palyatif Bakım İçin Zamanlama’
TImIng For IntensIve Care, NeurologIcal DIseases And PallIatIve Care
Giriş: Nörolojik hastalığı olanlar; çeşitli nedenlerle gelişen solunum yetmezliği sonucu yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyabtilirler. Bazıları yoğun bakım destek tedavilerinden fayda görürken bazıları da bakım hastası olarak yaşamlarına devam etmekte ya da rehabilitasyon programlarına ihtiyaç duymaktadır. Yoğun bakımda tedavi süreleri uzayan her hastanın gerektiğinde palyatif bakım yada rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilme ve eve çıkış süreçlerinin iyi yönetilmesi yoğun bakım yataklarının akılcı kullanımı açısından önemlidir.
Gereç Yöntem: XXXXXXXXXXXXX bilimsel çalışmalar kurulunun 17073117-050.06 karar numaralı izni alınarak Ocak 2017-Mayıs 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğine primer nörolojik hastalıklar ön tanısıyla yatırılıp eksitus ile sonlanan veya eve/palyatif bakıma yönlendirilen hastalarımızın verilerini retrospektif olarak değerlendirdik. Diğer kliniklere devir edilen hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların APACHE II, SAPS II skorları, yatış günü, mekanik ventilasyon süreleri, trakeostomi ve Perkütan Endoskopik Gastrostomi gereksinimi, ev tipi ventilatör temini ve yoğun bakımdan çıkış şekilleri kaydedildi.
Bulgular: Toplam 942 hasta dosyası tarandı hastaların 74’ü nörolojik hastalıklar nedeniyle yatarken eks olan veya direkt ev/palyatif bakıma transfer olan hastalardı. Nörolojik hastalıklardan dolayı yatan 74 hastanın 30 (%40.5) unda ağır demans 21(%28.3) inde iskemik inme 23(%68,8) ünde ise diğer nörolojik problemler bulunmaktaydı. Bu 74 hastanın 60(%81.1)’ i yatarken eks oldu, palyatif bakıma yönlendirilen hasta sayısı ise 5(%6,8) idi.
Sonuç: Yoğun bakımdan palyatif bakıma zamanında geçiş oranlarının artırılması yoğun bakım yataklarının etkin kullanımı açısından önemlidir. Bu nedenle yoğun bakım hastalarının, gerektiğinde palyatif bakıma yönlendirilmesi açısından belirli aralıklarla değerlendirilmesi önerilir.
Introduction: Patients with neurological diseases may require intensive care support as a result of respiratory failure due to various reasons. Some of them benefit from intensive care supportive treatment while others continue to live as caregivers or need rehabilitation programs. It is important for the rational use of intensive care beds that the routing process to the palliative care, rehabilitation centers or discharge of patients with prolonged treatment in the intensive care unit should be managed well
Materials and Methods: We retrospectively evaluated the data of our patients who were hospitalized with the diagnosis of primary neurological diseases in the intensive care unit and terminated with exitus or referred to home / palliative care between January 2017 and May 2018 with the permission (17073117-050.06 decision no) of XXXXXXXXXXXXXXX scientific studies committee. Patients who transferred to other clinics were excluded from the study. APACHE II/SAPS II scores, hospitalization day, mechanical ventilation time, tracheostomy and percutaneous endoscopic gastrostomy requirement, home ventilator supply and the situation of discharge from intensive care unit of patients were recorded
Results: A total of 942 patient files were reviewed retrospectively and 74 (7.8%) of our patients were neurological patients who were died or discharged to directly home\palliative care. Most of the patients in the study had severe dementia (30 patients, 40.5%) and fewer number of patients had ischemic stroke (21 patients, 28.3%). Sixty of the 74 patients (81.1%) died in the intensive care unit. Only 5 patients were transferred to palliative care (6.8%).
Conclusion: Increasing transfer from intensive care to palliative care is important for the effective use of intensive care beds. Therefore, it is suggested that intensive care patients should be evaluated periodically to be directed to palliative care
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
Memet Taşkın Eğici, Sedat Altın, Yusuf Üstü, Mehmet Uğurlu, Güven Bektemür
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
The Performance Based Supplementary Payment System Issues In The HospItals For Chest MedIcIne
Bu çalışmada Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi’ nin (PDEÖS) Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren ikinci ve üçüncü basamak göğüs hastanelerindeki uygulamaları karşılaştırılarak yaşanan problemlerin tespiti ve çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu kesitsel çalışmada göğüs hastalıkları alanında faaliyet gösteren 7 devlet hastanesi ile 4 eğitim ve araştırma hastanesinde performans ödemelerine ilişkin uygulamalar incelenerek ilgili veriler değerlendirilmiştir. 2008 Ocak ayında hasta yükü en fazla 7 göğüs hastalıkları hastanesinde aylık toplam 28.783 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 604.461 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişim puanı oranı % 47 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 32 poliklinik hastası ve 1.310 performans puanı hesaplanmıştır. Buna karşın, 4 göğüs eğitim ve araştırma hastanesinde aynı dönemde 38.962 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 818.926 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişimsel işlem puanı oranı % 36 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 16 poliklinik hastası ve 931 performans puanı hesaplanmıştır. Üçüncü basamak hastanelerde eğitim faaliyetleri ve ikinci basamak hastanelere nazaran daha ağırlıklı verilen yataklı tedavi hizmetleri dikkate alınmalı, asistanların iş yüküne katkısını da değerlendiren puanlama sitemi kullanılmalıdır. Her iki hastane grubunun hem poliklinik hem de yataklı tedavi hizmetlerinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi de performans değerlendirmesinde yararlı olacaktır.
The aim of this proje is to compare the budgetary practice between the training and research hospital centers for the chest medicine and thoracic surgery, and to rule out the problems and the analytic suggestions of the performance based supplementary payment system. In this cross-sectional study, operating under the Ministry of Health 7 chest diseases hospitals and 4 hospitals of chest training and research hospitals, by examining the data on applications for payment of hospital performance assessed. The policlinic service was given to 28.783 patients per month at the 7 chest hospitals at which maximum number of patients are examined and maximum number of operations are performed and total of 604.461 medical examination points were obtained. The total medical examination/intervention point was found as 47 %. 32 policlinic patients and 1.310 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. After all, the policlinic service was given to 38.962 patients at the 4 education and research hospitals and total of 818.928 medical examination point was gained on 2008 January. The ratio of total medical examination to the total venture point was found out as %36. 16 policlinic patients and 931 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. At training and research hospitals; taking into consideration training activities and to be weighted total beds treatment services, different performance evaluation methods. should be used. A detailed performance evaluation would be useful in the investigation for both group of two hospital inpatient and outpatient treatment services
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
Meral Kaya, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Asuman Güzelant, Hülya İren Güvenç, Habibe Övet, Oya Akkaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Ayşe Ruveyda Uğur, Ayşegül Ergün
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Jel Aglütinasyon Testinin Brusella
tanısında Kullanılan Diğer Serolojik Testleri İle
karşılaştırılması
The ComparIson Of Brucella Gel AgglutInatIon Test WIth
other SerologIcal Tests For The DIagnosIs Of BrucellosIs
Amaç: Zoonotik bir hastalık olan Bruselloz, birçok sistemi etkileyerek çok farklı klinik belirti ve bulgulara
neden olabilen bir hastalıktır. İnsanlarda gelişenbruselloz hastalığının tanısı başlıca kültür ve serolojik
yöntemlerle konmaktadır. Serolojik testler arasındarose Bengal (RBT) ve standart tüp aglütinasyon
testleri (STA) en sık kullanılan yöntemlerdir. Tarama amaçlı kullanılan RBT ile pozitif saptanan örnekler
standart tüp aglütinasyon testi ile dilüsyonlu olarak çalışılmaktadır. Ancak blokan antikorların varlığı
nedeniyle STA testinde yalancı negatif sonuçlar alınabilmektedir. Bu nedenle bu testler zaman zaman
tanıda yeterli olmamaktadır. Çalışmamızda yeni bir test olan BrucellaCoombs Jel testi (BCGT), RBT, STA,
Brucellaimmuncapture aglütinasyon testi (BCAP) ve Brucella ELISA IgG, M testleri ile karşılaştırılmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına çeşitli kliniklerden
gönderilen bruselloz şüpheli 100 hastanın serum örneği üzerinde çalışıldı. Her bir hasta serumundan
RBT (Seromed Laboratory Product, Turkey), STA (Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell S.D.
Spain), BCGT (ODAK, İSLAB. Türkiye), ELISA Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Almanya) testleri çalışıldı.
Çalışmalar üretici firma önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: Testlerdeki Pozitiflik oranları; BCGT 88 (%88.0), RBT 74 (%74.0), STA 56 (%56.0) , BCAP 84
(%84.0), Brucella IgG, IgM 92 (%92.0) olarak saptandı.
Sonuç: BCGT’nin; ELISA, BCAP, RBT ve STA testleriyle yapılan karşılaştırmasında gold standart olarak
kabul edilen bir yöntem çalışılmadığından istatistik karşılaştırmaları yapılamamıştır. BCGT, 24 saat
inkübasyona gerek olmadan çalışılması nedeniyle STA ve BCAP yöntemlerine göre daha hızlı sonuç
vermeyi sağlamıştır. Bu yeni test (BCGT), brusellozun tanı ve takibinde blokan antikorları da tespit etmesi
ve hızlı sonuç vermesi nedeniyle avantaj sağlamaktadır. Sonuçların doğrulanması için daha kapsamlı
çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: Brucellosis, a zoonotic disease, may affect several body systems and cause various clinical
manifestations considering the infection sites. Diagnosis of brucellosis is mainly based on culture and
serological methods, specifically Rose Bengal agglutination (RBT) and standard tube agglutination tests
(STA). When RBT, which is usually used as a screening method, is positive for Brucella antigens, STA
is prefered to detect an agglutination titre by using serial dilutons of serum sample. On the otherhand,
false negative results can be obtained by STA due to the presence of blocking antibodies. The refore,
these two methods may be in adequate for diagnosis of Brucellosis. The aim of this study is to compare a
novel method, Brucella Coombs gel test (BCGT) with other four serological methods, RBT, STA, Brucella
immune-capture agglutination test (BCAP), and Brucella ELISA IgG, IgM tests.
Patients and Methods: Serum samples taken from 100 patients, admitted from various clinics at Konya
Training and Research Hospital were sent to the Medical Microbiology Laboratory with a clinical diagnosis
of Brucellosis. Each serum sample was studied with RBT (Seromed Laboratory Products, Turkey), STA
(Biomedica, Canada), BCAP (Brucellacapt, Vircell SD Spain), BCGT (ODAK, ISLAB, Turkey), and ELISA
Brucella IgG, IgM (Euroimmune, Germany) methods. All procedures were carried out in accordance with
the manufacturer’s recommendations.
Results: The rates of positive results for each method were as follows: BCGT 88 (88.0%), RBT 74
(74.0%), STA 56 (56.0%), BCAP 84 (84.0%) and Brucella IgG, IgM test 92 (92.0%).
Conclusion: Statistical analysis could not be executed due to lack of a gold standard method in the study.
Yet, BCGT provided faster results than STA and BCAP methods because it does not require a 24-hourincubation.
This novel test, BCGT, also showed an advantagein the diagnosis of Brucellosis because of
detecting blocking antibodies. More comprehensive studies are needed to be performed to confirm the
results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çok Düşük (50 Hz) Frekanslı Manyetik Alanın Farelerin Serum Kortizol Ve Testosteron Düzeyleri İle Testis Histolojisi Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesi
Nilsel Okudan, Aynur Emine Çiçekcibaşı, Mustafa Büyükmumcu, İlhami Çelik, Hakkı Gökbel, Ahmet Salbacak, Tuğba Telatar
Araştırma makalesi
Özeti
Çok Düşük (50 Hz) Frekanslı Manyetik Alanın Farelerin Serum Kortizol Ve Testosteron Düzeyleri İle Testis Histolojisi Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesi
Effects Of Extremely Low Frequency (50 Hz) MagnetIc FIeld On Serum CortIsol And Testosterone Levels And Testes HIstology Of The MIce
Amaç: Endüstriyel ülkelerde, 50 Hz’lik çok düşük frekanslı manyetik alanlara (ÇDF-MA) giderek daha fazla maruz kalındığından, bu alanların insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin belirlenmesine yönelik araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Bu çalışmada, farelerde farklı şiddetlerdeki ÇDF-MA’nın serum kortizol ve testosteron düzeylerine etkisinin ve testislerde oluşan histolojik değişikliklerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi’nden temin edilen 64 fındık faresi (Swiss albino fare) kullanıldı. Uygulama gruplarındaki hayvanlar 40 gün süreyle 50 Hz’lik farklı şiddetlerdeki (10, 30 ve 50 mG) manyetik alana maruz bırakıldı. Bulgular: Erkek farelerin serum kortizol düzeyleri alan etkisiyle önemli derecede düşerken, dişilerin serum kortizol düzeyleri etkilenmedi. Erkek ve dişi farelerin serum kortizol düzeyleri birlikte değerlendirildiğinde, gruplar arasında fark yoktu. Serum testosteron düzeyleri, 50 mG manyetik alana maruz bırakılan erkek hayvanlarda diğer gruplardakinden önemli derecede yüksekti. Hem kontrol grubunda hem de çalışma gruplarında testislerde önemli bir histolojik değişikliğe rastlanmadı. Sonuç: Farelerin farklı şiddetlerdeki ÇDF-MA’na maruz bırakılmasıyla serum kortizol ve testosteron düzeyleri arasında doğrusal bir ilişkinin bulunmadığı ve testislerde histolojik değişiklik oluşmadığı sonucuna varıldı.
Aim: Since public exposure to extremely low frequency (50 Hz) magnetic fields (ELF-MF) is gradually increasing in industrialized countries, research efforts have focused on the possible effects of the ELF-MF fields on the human health. In this study, it was aimed to find out the effects of ELF-MF at various intensities on serum cortisol and testosterone levels and to determine histological changes in the testes of the ELF-MF-exposed mice. Material and method: Sixty four mice (Swiss albino mice) obtained from Selçuk University Experimental Medicine Research and Application Center were used in the sudy. The experimental groups were exposed to 50 Hz MF at different intensities (10, 30 and 50 mG) for 40 days. Results: The serum cortisol levels of the male mice decreased by field effect but in female mice no significant differences were found between control and exposure groups. However, the differences between the control and exposure groups were not significant when the serum cortisol levels of male and female mice were regarded as awholes. Serum testosterone level of the 50 mG group was significantly higher than those of the other groups. No significant histological changes were determined in the testes in both control and any exposure groups. Conclusion: There is no direct correlation between the ELF-MF intensity and serum cortisol and testosterone levels, and ELF-mf does not cause histological changes in testes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Merkezimize Başvuran Gönüllü Donörlerde Hepatit B, Hepatit C Ve Hıv Seroprevalansı
Serroprevalance Of HepatItIs B, HepatItIs C And Hıv At Volunteer Blood Donor Who ApplIed Our Blood Center
Hepatit B, hepatit C ve HIV kan ve cinsel yolla bulaşan viral infeksiyonlardır. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi kan Merkezine başvuran sağlıklı donörlerdeki hepatit B, hepatit C ve HIV prevalansını retrospektif olarak tespit etmeyi amaçladık. Ocak 1993-Haziran 2003 tarihleri arasında kan merkezimize başvuran 169708 donörden alınan kanlardan ayrılan serumlarda HBsAg, anti-HCV ve anti-HIV test sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Kan merkezimize başvuran sağlıklı donörlerdeki HBsAg prevalansı 1993 yılında %7.3 bulunurken, yıllar boyu azalarak 2000 yılında %1.6 2001 yılında %1.7, 2002 yılında %2.1 2003 yılının ilk altı ayında %1.8 bulunmuştur. Bu donörlerde anti-HCV prevalansı 1997 yılında %0.24, 1998-99 yıllarında %0.25, 2000 yılında %0.23, 2001 yılında %0.10, 2002 yılında %0.20 ve 2003 yılının ilk altı ayında %0.15 bulunmuştur. Anti-HIV testi 8 hastada şüpheli pozitif bulunmuş fakat doğrulama testiyle pozitif bulunan olmamıştır. Ortalama HBsAg prevalansı %3.8 bulunmuştur. Kan ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarla mücadelede; bilgilendirme ve aşılama çalışmalarıyla olumlu yönde mesafe kaydedilmiştir. Bu durum yıllar içinde donörlerdeki HBsAg prevalansındaki düşüşte etkili olmuştur. 2001 yılında 1998-99 yılına göre anti-HCV prevalansında azalma olmuştur. Bununla birlikte, Hepatit C virusunun bulaşması aşılamayla engellenemediğinden bu değerler çok fazla azalmamaktadır. Altı yıl içindehiç bir HIV pozitif donöre rastlanmamıştır. Bu da donör bilgi formlarıyla HIV şüphesi olabilecek donörlerin ekarte edildiğini ve/veya bu kişilerin kan donörü olmak istemediğini düşündürmektedir.
Seroprevalance of hepatitis C and HIV are viral diseases transmitted by blood transfusion and sexual contact. In this study we aimed to evaluate the seroprevalance of hepatitis B, hepatitis C and HIV at healthy volunteer blood donor who applied to the blood center of Meram Medical Faculty of Selcuk University. HBsAg, anti-HCV and anti-HIV test results were evaluated retrospectively between January 1993-June 2003 at 169708 blood donor who applied our blood center. HBsAg prevalance in the healthy blood donor which applied our center was 7.3% in 1993 and decreased by years to 1.6% in 2000, 1.7% in 2001, 2.1% in 2002, 1.8% in first half part of 2003. Anti-HCV prevalance in these donors were 0.24% in 1997, 0.25% in 1998 and 1999, 0.23% in 2000, 0.10% in 2001, 0.20% in 2002 and 0.15% in first half part of 2003. Anti-HIV test was reactive in 8 sera but by the confirmation test no positive test was found. The average HBsAG prevalance was 3.8%. The improvement was provided in Hepatitis B, C and HIV prevalance in blood donors by the way of vaccination and education. As a result the HBsAg prevalance was decreased gradually. Anti-HCV prevalance was decreased in 2001 according to 1998-99. However the prevalance of hepatitis C was not decreased because vaccination was not possible.No HIV positive blood donor was found during six years. This is due to HIV doubtful blood donors separated by means of blood donor information form or these kind of person don’t want to be a blood donor.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
Hıdır Pekmez, İlter Kuş, Neriman Çolakoğlu, Hüseyin Özyurt, İsmail Zararsız, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Testisinde Sigara Maruziyeti İle Oluşan Histolojik Değişiklikler Üzerine Kafeik Asit Fenetil Ester (cape)'in Koruyucu Etkisi
ProtectIve Effects Of CaffeIc AcId Phenetyl Ester (cape) On Exposure Of CIgarette Smoke-Induced HIstologIcal Changes In Tar Testes
Bu çalışmada, sigara dumanına maruz kalan sıçanlara ait testislerde meydana gelen histolojik değişikliklerin incelenmesi ve bu değişiklikler üzerine kafeik asit fenetil ester (CAPE)’in etkisinin araştırılması amaçlandı. Bu amaçla 21 adet Wistar cinsi erkek sıçan üç gruba ayrıldı. Grup I’deki hayvanlar kontrol grubu olarak kullanıldı. Grup II’deki sıçalar sigara dumanına maruz bırakıldı. Grup III’deki sıçanlara ise sigara dumanına maruziyet ile birlikte günlük olarak CAPE enjekte edildi. 60 günlük deney süresi sonunda tüm sıçanlar dekapitasyonla öldürüldü. Hayvanlardan alınan kanların serumlarında testosteron analizi yapıldı. Testis doku örnekleri rutin histolojik prosedürlerden geçirilerek ışık mikroskobunda incelendi. Çalışmamızda, sigara dumanına maruz kalan sıçanların serum testosteron seviyeleri ve seminifer tubul çaplarında bir düşüşün olduğu ve bu düşüşün CAPE uygulaması ile engellendiği tespit edildi. Sigara dumanına maruz bırakılan sıçanlara ait testislerin ışık mikroskobik incelenmesinde ise, interstisyel alanlardaki damarlarda konjesyonun olduğu ve bağ dokusunun arttığı gözlendi. Ayrıca, seminifer tubullerde vakuolizasyonun olduğu ve spermatogenik hücrelerin azaldığı görüldü. Sigara maruziyeti ile birlikte CAPE uygulanan sıçanlarda ise, sigara maruziyetinin neden olduğu histolojik değişikliklerin oluşmadığı tespit edildi. Sonuç olarak, sigara dumanına maruz kalan sıçanların testis fonksiyonlarında azalmanın olduğu ve bu azalmanın CAPE uygulaması ile önlendiği görüldü.
The aim of this study was to investigate the histological changes in testis of rats exposed to cigarette smoke and effects of caffeic acid phenetyl ester (CAPE) on these changes. Fort his purpose, 21 male Wistar rats were divided into three groups. Animals in Group I were used as control. Rats in Group II were exposed to cigarette smoke and rats in Group III were exposed to cigarette smoke and injected daily with CAPE. At the end of the 60-days experimental period, all rats were killed by decapitation. Serum testosterone analysis were performed in the blood samples obtained from the animals. Following routine histological procedures, testicular tissue specimenswere examined under a light microscope. In our study, serum testosterone levels and diameters of seminiferous tubules were found to be decreased in rats exposed to cigarette smoke and these were prevented by the administration of CAPE. Light microscopic examination of testis specimens from rats exposed to cigarette smoke revealed that congestion of vessels and increase of connective tissue in the interstitial space. Additionally, there was vacuolization in the seminiferous tubules and a decrease in spermatogenetic cells. Whereas, exposure of cigarette smoke induced histological changes were not seen in rats exposed to cigarette smoke and injected with CAPE. In conclusion, it was observed that testicular functions of rats exposed to cigarette smoke were decreased and this decrease was prevented by administration of CAPE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnsan Kafa İskeletlerinin Antropometrik Analizi
Khalil Awadh Murshid
Araştırma makalesi
Özeti
İnsan Kafa İskeletlerinin Antropometrik Analizi
AnthropometrIc AnalysIs Of Human Skulls
Araştırmamızda Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı iskelet koleksiyonundan elde edilen erişkin insanlara ait 40 erkek ve 45 kadın toplam 85 adet kafa iskeleti incelendi. Antropometrik analizleri yapılan kafa iskeletlerinde cinsiyetler arasındaki farklılık değerlendirildi ve cephalic indeks verileri ile kafa tipleri tespit edildi. Neolitik çağ (M. Ö.5000-3000) A şıklı höyük ve İslam dönemi (M. S. 800) Panaztepe kafa iskeletleri ile 20. yüzyıl Konya Orta Anadolu ve Ceyhan Güney Anadolu bölgesi kafa iskeletlerinin antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Araştırmamızda biorbital ve bizygomatic mesafeler erkek cinste daha uzun bulundu ve bu parametrelerin cinsiyet ayrımında kullanılabileceğine ait anlamlı sonuçlar elde edildi (p<0.05). Cephalic indeks ortalaması erkeklerde 79.07 ± 5.22, kadınlarda 79.50 ± 5.76 bulundu. Mesocephal (oval kafa) tip kafa hem erkeklerde (%30.7) hem de kadınlarda (%41.6) en fazla oranda saptandı.
İn our study 85 (40 male and 45 female) human skulls were obtained from skeletal collections belong to the Anatomy Department of the Medical Faculty, University of Selçuk. İn this study the use of anthropometric data from the skulls to evaluate the gender differences, and to identify their anthropological cranial types according to the cephalic indices results. Anthropometric skull measurements were used to establish a comparative study betvveen the obtained literatüre data from previous anthropometric studies on skulls from Aşıklıhöyük area belong to Neolithic age (5000-3000 B.C.) and skulls from Panaztepe area belong to Islamic period (800 A. D.) on one hand, and on the other hand, skulls belong to contemporary individuals from Konya city (Mid-Anatolia) and Ceyhan city (Sourthern Anatolia),who died during the tvventieth century. The results demonstrated that bi-orbital and bizygomatic measurements showed significantly higher values in males (p<0.05) those can be used in the gender differentiation. İn males, cephalic index was 79.07 ± 5.22, in females it was 79.50 ± 5.76. İn males %30.7 of the skulls and in females %41.6 of the skulls were demostrated the Mesocephal (oval-shape) type which was found to be the most common type in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
Saim Açıkgözoğlu, Hasan Oğuz, İsrafil Şimşek
Araştırma makalesi
Özeti
Diz Osteoartrozlu Hastalarda Egzersize Bağlı Kuadriseps Hipertrofisinin Bt İle Saptanması
The Assesment Of The Hypertrophy Produced By ExercIse In QuadrIceps Muscle In PatIents WIth Os- TeoarthrItIs Of The Knees UsIng ComputerIzed Tomography
Osteoartiritli hastalarda egzersiz sonrası quadriseps kaslarındaki hipertrofinin bilgisayarlı tomografi (BT) ile kas alan ölçümleri yapılarak saptanması amaçlanmıştır. Klinik ve radyolojik olarak dizde osteoartrozu olan 30 hastaya egzersiz uygulanarak kas hipertrofisi BT ile saptandı. Olgular 10 kişilik gruplara ayrıldı. Grupların her birine izo- metrik egzersiz, dirençli izometrik progresiv egzersiz ve progresif dirençli egzersizlerden birisi uygulandı. Egzersiz hastanın yakınma, klinik ve radyolojik bulguları olan dizine uygulandı. Kaslarda oluşan hipertrofi, egzersiz öncesi ve sonrası BT ile kas alan ölçümleri yapılarak değerlendirildi. Vastus medialis(VM), vastus lateralis(VL), vastus in- termedius(Vİ), rektus femoris(RF) kesit alanları, total kas alanları, total bacak alanı ve el ile bacak çevresi ölçüleri yapıldı. İzometrik egzersizde sadece RF kas hipertrofisinde sonuç anlamlı idi (p<0.01). İzometrik progresif dirençli egzersiz VM, Vİ kaslarında (p<0.01) ve VL kasında (p<0.001) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan ba cakta da hipertrofi oluşmaktadır. Progresif dirençli eksersiz VM, VL ve Vİ kasında (p<0.01) hipertrofi oluşturmaktadır. Egzersiz yapılmayan bacakta ise izometrik progresif dirençli egzersizden daha fazla hipertrofiye neden olmaktadır. Total kuadriseps ve total kas alanı hipertrofisinde dirençli egzersizlerin daha etkili olduğu görüldü. Progresif dirençli egzersizde bacak kesit alanı ve çevresi anlamlı düzeyde etkilenmektedir. Bacakta kas hipertrofisini ve hangi kasta hipertrofi olduğu saptamada BT başarılı sonuç vermektedir. Hipertrofiyi göstermede BT, el ile bacak çevresi ölçümlerine göre daha güvenilir sonuçlar vermektedir. Kesit yeri yüzeysel olarak be lirlendikten sonra tek BT kesitinde gerekli ölçümleri yapmak olanaklıdır.
The aim of the study is to determine the effectiveness of CT area measurements in order to çuantify hypertrophy produced by exercise in quadriceps muscle in patient with osteoarthritis of the knee. Thirty patients with knee os- teoarthritis who diagnosed clinically and radiologically were divided into three groups each consists of ten sub- jects. The first group took part in isometric, the second group isometric Progressive resistance, and the third group Progressive resistance for 4 weeks. At the beginning and end of the treatment, computerized tomographic sections were taken from the thigh. One of the sections was taken from 10 cm above subpatellar margin for vas tus lateralis (VL) and vastus medialis (VM), the other from midpoint of interline betvveen umbilicus and subpatellar end for vastus intermedius (VI) and rectus femoris (RF). Cross-sectional areas of the thigh, quadriceps totally, and the heads of the quadriceps were measured. İn addition, the circumference of the thigh was measured ma- nually. İsometric exercise (IE) produced hypertrophy only in RF (p<0.01), Progressive resistance exercise (PRE) in VM, VL, and VI (pcO.OI), and isometric Progressive resistance exercise (İPRE) in VM and VI (p<0.01), and VL (p<0.001). İn cotralateral thigh, PRE produced more hypertrophy than IPRE. The resistance exercises were more effective to produce hypertrophy in quadriceps muscle totally. Only in PRE group, the increase in cross-sectional areas and circumferences of the thigh were statistically significant. We conclude that the CT techniques are ne- cessary to asses the degree of muscle hypertrophy, and CT measurements provide more useful information than manual measurements of the circumference of the thigh.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çarpık Ayak Hastalarına Uygulanan İki Hızlandırılmış Ponseti Tekniğinin Klinik Sonuçlarının Karşılaştırılması
Ahmet Yiğit Kaptan, Selçuk Korkmazer, Toygun Kağan Eren
Araştırma makalesi
Özeti
Çarpık Ayak Hastalarına Uygulanan İki Hızlandırılmış Ponseti Tekniğinin Klinik Sonuçlarının Karşılaştırılması
ComparIson Of The ClInIcal Results Of Two Accelerated PonsetI TechnIques For PatIents WIth Clubfoot
Amaç: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi, çarpık ayaklı hastalara haftalık yönteme göre daha sık aralıklarla manipülasyon ve alçı uygulamasıdır. Bu çalışmanın amacı çarpık ayak hastalarına uygulanan iki farklı hızlandırılmış ponseti yönteminin karşılaştırılmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Eylül 2018 ile Nisan 2020 tarihleri arasında çarpık ayak nedeniyle hızlandırılmış Ponseti yöntemi uygulanan 12 hasta (19 ayak) çalışmaya dahil edildi. Hastalar grup A ve grup B olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Grup A haftada iki kez manipülasyon ve alçılama uygulanan hastaları içerirken, Grup B ise ilk gün uygulanan alçılama ve manipülasyon sonrası 2., 3., 4., 5. alçı ve manipülasyon sırasıyla 4., 5., 6., 7. günlerde yapılan hastaları içeriyordu.
Bulgular: Grup A 6 hastadan (9 ayak) ve grup B 6 hastadan (10 ayak) oluştu. Hastaların ortalama yaşları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi (P = 0,206). Pirani skoru son alçı çıkarıldıktan sonra (P = 0.856) ve son alçı çıkarıldıktan 6 hafta sonra (P = 0.930) gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi.
Sonuçlar: Hızlandırılmış Ponseti yöntemi için belirlenmiş kesin bir aralık bulunmasa da bu çalışmada uygulanan hızlandırılmış Ponseti teknikleri sonucunda başarılı sonuçlar elde edilmiştir.
Aim: Accelerated Ponseti technique is aplication of manipulation and casting the clubfoot patients more frequent than the weekly technique. The aim of this study is to compare two different accelerated ponseti techniques applied to clubfoot patients.
Patients and techniques: Twelve patients (19 feet) treated with the accelerated Ponseti technique for severe clubfoot between September 2018 and April 2020 were included in the study. The patients were divided into 2 groups as group A and group B. Group A had casting twice a week and Group B had 1st casting in first day of the treatment, with the 2nd, 3rd, 4th, 5th castings in the 4th, 5th, 6th, 7th day post-manipulation
Results: 6 patients ( 9 feet) were in group A, 6 patients ( 10 feet) were in group B. There was no significant difference regarding ages of patients’ between groups (P=0.206). There were no significant difference between groups regarding Pirani score after final cast removal (P=0.856) and after 6 weeks (P=0.930).
Conclusions: Although there is no definite interval determined for the accelerated Ponseti technique, successful results were obtained as a result of the techniques applied in the present study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptorşidısm
Ali Acar, İbrahim Ünal Sert, Esat M. Arslan
Araştırma makalesi
Özeti
Kriptorşidısm
CryptorchIdIsm
21.4.1983 ile 22.11.1991 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Üroloji Kliniğinde kriptorşidism ve retraktil testis tanısıyla tedaviye alınan 181 has-tanın retrospektif değerlendirilmesi yapıldı. Uygulamalarda mikrovasküler cerrahi ve tes-tiküler arterin insizyonu gibi yöntemlere gerek kal-madan vakaların büyük bölümünde kozmotik açıdan olumlu sonuçlar alındığı belirlenmiş, ancak takip periyodunun kısalığından orşiopeksinin fertiliteye olumlu etkileri ve tümör gelişim insidensi belirlen-memiştir.
The retrospective evaluation of 181 patients with cryptorchidism. and retractile testis was mode from 21.4.1983 to 22.11.1991 in the Urology Department of Konya Selçuk Medical Fakulty. In most of the cases, positive results were obtained in cosmotic respect without the requirement of microvascular surgery and testicular arter incision, but positive effect of orchiopexy to fertilization hadn't been able to determined because of the monitoring period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Hemodiyaliz Hastalarında Renal Osteodistrofi
Mehdi Yeksan, Kemal Ödev, Dursun Odabaş, İbrahim Erkul, A. Nuri Sezer
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Hemodiyaliz Hastalarında Renal Osteodistrofi
Renal Osteodystrophy In Chronıc Hemodıalysıs Patıents
Bu çalışmada hemodiyalize giren 20 hasta ile diyalize girme yen 10 hastada renal osteodistrofinin biyokimyasal, hormonal, radiolojik bulguları arasındaki ilişki incelendi. İnceleme sonucunda diyalize gireni yen grubta renal osteodistrofinin biyokimyasal parametreleri yükselmiş, hormonal yönden normal bulunmuş, radiolojik olarak ise %30 hastada osteodistrofik bulgu tespit edilmiştir. Hemodiyalize giren hastalarda ise biyokimyasal, hormonal, radiolojik bulgular belirgin hale gelmiştir. Renal osteodistrofinin bu grubta belirgin oluşunda diyaliz yaşının önemli olduğu, diyaliz yaşı, ile parathormon seviyesi arasında gösterilen ilişki ile ispat edilmiştir. Hemodiyalizin sekonder hiperparatiroidismi düzeltmediği gösterilmiştir.
In this report, the relationship between biochemical, hormonal and radiological findings of renal osteodystrophy was investigated in twenty undergoing hemodialysis patients and in ten non - hemodiyalysed patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
Demet Kıreşi, Olgun Kadir Arıbaş, Aydın Karabacakoğlu, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pulmoner Hidatik Kistin Radyolojik Bulguları
RadIologIcal Features Of Pulmonary HydatId DIsease
Amaç: Altmışüç pulmoner hidatik kist olgusunu akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile değerlendirmek. Materyal ve method: Cerrahi olarak ispat edilmiş 63 pulmoner hidatik kistli olgu (27’si kadın, 36’sı erkek) bu çalışmaya dahil edildi. Olgular 3 ile 76 (ort:42.8) yaşları arasında idi. Olguların tümüne akciğer radyografisi ve toraks BT tetkiki yapıldı. Lezyonlar sayı, lokalizasyon, boyut ve iç yapısı yönünden radyolojik olarak değerlendirildi.Bulgular: Bilgisayarlı tomografide toplam 107 kist mevcut iken akciğer grafilerinde ancak 78 kist tespit edildi. BT’de 36 olguda tek kist, 27 olguda ise multipl kist bulundu. Onsekiz kist 10 cm’den büyük bulundu. İç yapısı yönünden değerlendirildiğinde; 3’ünde meniskus bulgusu, 9’unda nilüfer işareti, 11’inde hava-sıvı seviyesi, 8’indeboş kist kavitesi ve 76’sında homojen dansite içeren lezyonlar görüldü. Ayrıca BT’de 17’sinde atelektazi, 29’unda plevral sıvı, 38’inde perikistik infiltrasyon görüldü. Akciğer radyografisinde ise 58 kist homojen dansitede olup 20 kist rüptüre idi. Sonuç: Akciğer grafileri kist hidatik tanısında yardımcı olmakla beraber lezyon lokalizasyonunu, sayısını ve iç yapısını değerlendirmek için BT gereklidir.
Objective: To evaluate the chest roentgenogram and CT findings of 63 patients with pulmonary hydatid disease. Methods: Sixty-three (27 female and 36 male, aged between 3 and 76 years) patients with surgically proven pulmonary hydatid cysts were included to the study. Chest roentgenogram and thorax CT were obtained from all the patients. Radiological features (number, localization, diameter, internal architecture) were determined. Results: On CT examination, 107 cysts were determined but on 78 of 107 cysts were detected on chest roentgenogram. Single cysts were seen in 36 patients, while multiple cysts were seen in 27 on CT. Eighteen cysts were larger than 10 cm in diameter. CT scan showed crescent sign (3 patients), water lily sign (9 patients), air-fluid level (11 patients), dry cyst sign (8 patients), and homogenous shadow (46 patients). In addition, atelectasis (n 17), pleural effusion (n 29), and pericystic infiltration (n 38) were also seen on CT. On the other hand, 58 cysts were homogenous and 20 cysts were rüptüred on chest roentgenogram. Conclusion: Although chest roentgenogram is helpful for diagnosis of pulmonary hydatid disease, CT examination must be done to evaluation nature and localization of cysts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Heparin’in İn Vitro Ortamda Damar Düz Kas Hücre Mitozuna İnhibitör Etkisi
Berrin Okka, Tahsin Murad Aktan, Kadir İdin, Selçuk Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Heparin’in İn Vitro Ortamda Damar Düz Kas Hücre Mitozuna İnhibitör Etkisi
The InhIbItory Effect Of HeparIne On MItosIs Of In VItro Smooth Muscle Cell
Amaç: Heparin bazı klinik durumlarda kullanılmaktadır. Heparin’in in vitro ortamda damar düz kas mitozuna etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Hücre kültür laboratuarında tavşan femoral arterinden hazırlanan damar düz kaslarının cryobank’ından (4.pasaj) çözülen hücreler kültüre alındı. 5. pasajda heparin ve sham grubu olmak üzere 4 gün uygulandı ve süre sonunda toplam hücre sayıları belirlendi. İstatistiksel karşılaştırma yapıldı. Bulgular: Kontrol (G1) ve heparin uygulanan (G2) düz kas hücrelerinin 5. pasaj sonunda elde edilen hücre sayılarında heparinin hücre mitozu üzerinde istatistiksel olarak anlamlı (p<0,05) inhibitör etkiye neden olduğu görüldü. Sonuç: Heparin damar düz kas hücrelerinde mitozu inhibe etmektedir.
Aim: Heparine is used during some clinical situations. We aimed to reveal heparin’s effect on vessel smooth muscle mitosis under in vitro conditions. Material and Method: Smooth muscle cells were obtained from the 4th passage of cryostored cell suspension prepared from rabbit femoral artery in cell culture laboratory. The 5th passage was studied as control and study group for four days by adding heparine to the medium. Final cell number was calculated and statistical comparison was done. Results: In the 5th passage smooth muscle cells, of control (G1) and heparin applied (G2) groups, heparin caused a statistically significant (p<0,05) inhibitory effect on cell mitosis. Conclusion: Heparin inhibits mitosis of vascular smooth muscle cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Ümmüye Biçer, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Turgut Teke
Olgu sunumu
Özeti
Atipik Bronkoskopik Ve Radyolojik Görünümlü Kronik
eozinofilik Pnömoni
ChronIc EosInophIlIc PneumonIa WIth AtypIcal BronchoscopIcal And
radIologIcal PresentatIon
Eozinofilik akciğer hastalıkları (EAH), havayolu ve/veya akciğer
dokusunda eozinofillerin artması ile karakterize bir grup hastalığı
tanımlar. Bu grup hastalıkların bir kısmı ağırlıklı olarak akciğeri
etkilerken bir kısmı sistemik tutulum gösterir. Subakut veya kronik
solunumsal ve genel semptomlar, alveoler ve/veya kan eozinofilisi
ve akciğer grafisinde periferik infiltratlar varlığında kronik eozinofilik
pnömoni (KEP) düşünülmelidir. Kliniğimize 6 aydır devam eden
öksürük, ara ara olan ateş, halsizlik şikayetleri ile başvuran 53
yaşındaki erkek olgu, akciğer grafisinde iki taraflı apikal, subapikal
ve hiluslar çevresinde infiltrasyon saptanması üzerine akciğer
tüberkülozu ön tanısıyla yatırılarak değerlendirildi. Hemogramda
eozinofili, yüksek rezolüsyonlu bigisayarlı tomografi (YRBT) de
bilateral düzensiz konturlu infiltratif özellikte lezyonlar, iki taraflı kistik
bronşektazik odaklar saptandı. Bronkoskopide pürülan sekresyonlar
ve koyu mukus tıkaçları izlendi. Etyolojik değerlendirmede herhangi
bir spesifik neden saptanmadı ve olgu KEP olarak kabul edildi.
Alışılmadık bronkoskopik, ve radyolojik bulguları nedeniyle olgu
sunularak tartışıldı.
Eosinophilic pulmonary diseases (EPD) are defined as a group of
diseases characterized by the in crease of eosinophils in the air way
and/or lung tissue. While a part of the sedis orders mainly affects the
pulmonary, others show systemic in volvement. Chronical eosinophilic
pneumonia (CEP) should be kept in mind in the existence of subacute
or chronic respiratory and general symptoms, alveoler and/or bloode
osinophilia and peripheral pulmonary in filtrates on chest radiography.
A 53-year-old male patient was admitted to our clinic with on going
complaints of cough, occasional fever and malaise for six months.
When two-sided apical, subapical and the infiltration around hiluses
were detected on chest x-ray, the case was hospitalized with the
prediagnosis of pulmonary tuberculosis. Eosinophilia in hemogram,
bilateral infiltrative lesions with irregular contours and bilateral cystic
bronc hiectasis foci were detected on high resolution computed
tomography (HRCT). Bronchoscopy revealed purulent secretions and
thick mucous in hibations. No specific etiologic cause was defined
in the etiology, and the case wase valuated as CEP. Due to unusual
bronchoscopic and radiological findings, the case was presented and
discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
Osman Güvenç, Derya Çimen, Derya Arslan, Serkan Yıldırım, Murat Şimşek, Hakan Akbayrak, Mehmet öç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Merkezimizde Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Atriyal Septal
defekt Hastaları
SurgIcally Treated AtrIal Septal Defect PatIents In Our Center
Bu çalışma ile, çocuk kardiyoloji bölümünde takipleri yapılan
ve kalp damar cerrahisi kliniğinde opere edilen atriyal septal defekt
hastalarının klinik özellikleri, tedavi yaklaşımları ve bu konudaki
deneyimlerimiz paylaşılmak istendi. Çalışmaya, 2010-2013 yılları
arasında atriyal septal defekt nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen,
ortalama yaşı 58 ay olan (yaş dağılımı 5 ay-14 yaş) 28 hasta (20
kız, 8 erkek), dosyaları retrospektif olarak taranarak dahil edildi.
Hastalardan ikisinde sinüs venozus tipi atriyal septal defekt ve
beraberinde parsiyel pulmoner venöz dönüş anomalisi varken bir
hastada primum atriyal septal defekt, kalan 25 hastada sekundum tip
atriyal septal defekt vardı. Kardiyak kateterizasyon yapılan hastalarda
ortalama pulmoner arter basınç ortalaması 18.6 mmHg (8-39 mmHg),
Qp/Qs oranı ortalaması 2.2 (1.4-4.5) olarak tespit edildi. Atriyal septal
defekt tamiri hastaların hepsinde sentetik yama ile yapıldı. Hastaların
yoğun bakımda kalma süresi ortalaması 3.2 gün (1-12 gün), serviste
kalma süresi ortalaması 4.1 gün (1-17 gün), ortalama taburcu olma
süresi 7.4 gün (4-29 gün) olarak tespit edildi. Opere olan hastalardan
eks olan veya hemodinamik olarak anlamlı rezidü tespit edilen hasta
olmadı. Hastaların ameliyattan sonraki takip süreleri ortalaması 24
ay (1 ay-3.5 yıl) idi. En sık görülen konjenital kalp hastalıklarından
biri olan atriyal septal defektin cerrahi olarak kapatılması, düşük
mortalite ve komplikasyon oranları ile birçok merkezde güvenle
yapılmaktadır. Atriyal septal defektin tedavi edilmemesi halinde kalp
yetmezliği, pulmoner vasküler obtrüktif hastalık ve atriyal aritmiler
gibi önemli komplikasyonlar görülebilir.
The aim of this study is to evaluate our experience of patients
with their clinical presentations and treatment approaches followed
and underwent atrial septal defect surgery in Cardiovascular Surgery
Department. Between 2010-2013, 28 patients (20 females, 8 males)
mean age 58 months (range 5 month to 14 year-old) who underwent
atrial septal defect surgery were included in the study retrospectively.
In two patients, there were sinus venosus atrial septal defects with
partially abnormal pulmonary venous drainage. In one patient, there
was primum atrial septal defect. 25 patients had secundum atrial
septal defects. Mean pulmonary artery pressure was 18.6 mmHg(8-
39 mmHg) and mean Qp/Qs ratio was 2.2 (1.4-4.5) in patients who
underwent cardiac catheterization. Atrial septal defects were closed
with synthetical patch in all of the patients. The mean of intensive care
unit hospitalization was 3.2 (1-12) days. The mean of cardiovascular
surgery clinical hospitalization was 4.1 (1-17) days. The mean
discharge time was 7.4 (4-29) days. No mortality was observed
and no hemodinamically significant residual was observed. The
average postoperative follow-up period of patients was 24 months (1
month-3.5 years). Surgically closure of atrial septal defect, one of the
most common forms of congenital heart disease, is performed safely
in many medical center with low mortality and complication rates. If
atrial septal defect remains untreated, significant complications such
as cardiac failure, pulmonary vascular obstructive disease and atrial
arrhythmias may occur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
Cevdet Duran, Orkide Kutlu
Derleme
Özeti
Tip 2 Diyabet Tedavisinde Yeni Bir Alternatif: Sodyumglukoz
co-Transporter-2 İnhibitörleri
A New AlternatIve In The Treatment Of Type 2 DIabetes: SodIumglucose
co-Transporter-2 InhIbItors
Dünya üzerinde tip 2 diyabet sıklığı giderek artmaktadır.
Hernekadar diyabetes mellitus tedavisi için günümüzde birçok
tedavi seçeneği bulunsa da glisemik kontroldeki başarı oranları
halen yetersizdir. Sodium Glucose Co-transporter (SGLT)2
inhibitörleri insülin etkisinden bağımsız etki gösteren yeni bir sınıf
antihiperglisemik ajanlardır. SGLT2 inhibitörleri idrarla glukoz
atılımını arttırarak plazma glukoz düzeylerini düşürürler. Günümüzde
değişik fazlarda klinik çalışmaları devam eden birçok molekül vardır.
Mevcut çalışmalar bu grup ilaçların iyi tolere edildiğini, hipoglisemi
yapmadan kilo kaybıyla beraber kan şekeri düzeylerini kontrol altına
aldığını göstermiştir. Bu yazıda böbreğin glukoz hemostazındaki rolü
ve renal glukoz absorbsiyonu SGLT2 inhibitörleri ile inhibisyonunun
etkileri irdelendi.
The prevalence of type 2 diabetes mellitus is increasing
worldwide. Although there are a number of treatments currently
avaible to treat diabetes mellitus, glycemic control rates remain poor.
Sodium Glucose Co-transporter (SGLT) 2 inhibitors are a novel class
antihyperglycemic agent that act independently of insulin actions.
The SGLT2 inhibitors increase urinary glucose excretion and lower
plasma glucose. There are a lot of SGLT inhibitor molecules in a
different phases of clinical trials is currently avaible. Initial clinical
trials showed that this class of agents are well tolerated and can
effectively control blood sugar levels with reduced weight gain
without hypoglycemia. This manuscript reviews the role of the kidney
in glucose hemostasis and the effects of inhibition of renal glucose
reabsorbtion by SGLT2 inhibitors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vagotomilerin Sekretin Salgılanmasında Etkileri
Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Vagotomilerin Sekretin Salgılanmasında Etkileri
Effects Of VagotomIes On SecretIn SecretIon
Trunkal (TV) ve proksimal gastrik vagotomi (PGV) lerin sekretin salgılanmasına olan etkileri, 15 ine TV., 13 üne de PGV. yapılan 28 köpekte araştırılmıştır. Sekretin salgılanması duodenuma 0,1 N. HCL verilerek uyarılmış, bu uyarıdan hemen önce ve uyarıyı izleyen 3., 5., 10., 15., 30 ve 45. dakikalarda portal plazmadaki sekretin düzeyleri RIA yöntemle tayin edilmiştir. Vagotomiden önce, vagotomiden hemen ve bir ay sonra elde edilen sonuçlar karşılaştırıldığında, duodenuma perfüze edilen HCI'e grupların farklı cevaplar verdiği saptanmıştır. TV'den hemen sonra, sekretin salgılanmasında duodenal asidifikasyona alınan cevap anlamlı olarak az bulunmuş, buna karşılık bir ay sonraki cevapta belirgin bir artış izlenmiş, ancak bu artış ameliyat öncesi düzeye ulaşacak kadar olmamıştır. PGV'li gruptaki cevaplar erken devrede ameliyatla etkilenmiştir, bir ay sonraki cevabın geç safhasındaysa bir azalma bulunmuştur.
Effects of truncal (TV) and proximal gastric vagotomy (PGV) on secretin secretion, 15 in TV., 13 in PGV. It has been investigated in 28 dogs. Secretin secretion was stimulated by administering 0.1 N. HCL to the duodenum, and secretin levels in the portal plasma were determined by RIA method just before this stimulation and at the 3rd, 5th, 10th, 15th, 30th and 45th minutes following the stimulation. When the results obtained before, immediately and one month after vagotomy were compared, it was found that the groups gave different responses to HCI perfused into the duodenum. Immediately after TV, response to duodenal acidification in secretin secretion was found to be significantly less, whereas a significant increase was observed in the response one month later, but this increase was not enough to reach the pre-operative level. Responses in the group with PGV were affected by surgery in the early stage, a decrease was found in the late stage of the response one month later.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan İzole Gastro-Özofagal Sfinkteri Üzerine Verepamil, Nifedipin Ve Nitrendipin'in Gevşetici Etkileri
Ekrem Çiçek, Ahmet Kaya, Laika Karabulut, Ergin Şingirik, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan İzole Gastro-Özofagal Sfinkteri Üzerine Verepamil, Nifedipin Ve Nitrendipin'in Gevşetici Etkileri
The Relaxant Effects Of VerapamIl, NIfedIpIne And NItrendIpIne In Isolated Rat Gastro-Oesophageal SphIncter
Rat gastro-özofagal sfinkterinde yapılan bu in vitro çalışmada, karbakol'e bağlı kasılmalar üzerine Ca2+ kanal blokörlerinden verapamil, nifedipin ve nitrendipin'in gevşetici etkileri incelenmiştir. Söz konusu antagonistler ile elde edilen % gevşemeler karşılaştırıldığında, verapamil ve nitrendipin'in aynı oranda gevşeme yaptığı, buna karşın nitrendipin ile elde edilen gevşemenin diğer iki ilaca göre düşük olduğu görülmüştür.
In this in vitro study performed in the rat gastro-esophageal sphincter, the relaxing effects of verapamil, nifedipine and nitrendipine, which are Ca2 + channel blockers, on contractions due to carbachol were investigated. When the% relaxations obtained with the said antagonists were compared, it was seen that verapamil and nitrendipine relaxed at the same rate, whereas the relaxation achieved with nitrendipine was lower than the other two drugs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
Zekeriya Tosun, Adem Özkan, Mustafa Keskin, Nedim Savacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alveol Yarıklı Hastaların Operasyon Öncesi Ve Sonrası Dönemde Periapikal Ve Oklüzal Grafi İle Değerlendirilmesi
DetermInatIon Of PatIents WIth Alveol Clefts By PerIapIcal And Oclussal GraphIes At Pre OperatIve And Post OperatIve PerIod
Amaç: Bu çalışmanın amacı, alveol yarıklarının takibinde sık kullanılan pahalı ve radyasyon dozu yüksek olan bilgisayarlı tomografi (BT) yerine daha ucuz ve daha az radyasyon veren görüntüleme yöntemleri kullanmaktır. Bunun için diş hekimleri tarafından dental patolojilerin tanısında sık kullanılan periapikal ve oklüzal grafi kullanıldı. Hastalar ve metod: 1998-2004 yılları arasında “tek taraflı alveol yarığı” olan 11 hasta otojen iliak ve allojenik kansellöz kemik grefti ile opere edilmiştir. Peroperatif kemik defektler periapikal ve oklüzal grafiler çekilerek NetCAD programı ile belirlendi. Peroperatif kemik mumu ile yeniden defekt ölçümü yapılarak gerçek değer bulundu. Postoperatif 6 ay -1 yıl süresinde aynı grafilerle geç kontrol filmleri alındı ve kemik kaybı yüzde (%) olarak ve etraf dokularla olan ossifikasyonu değerlendirildi. Sonuç: Uygulamanın kolay olması, özellikle çocukların daha az radyasyon almaları ve ekonomik olması nedeniyle alveol yarıklarının takibinde BT yerine periapikal ve oklüzal grafi kullanılabileceği kanaatindeyiz.
Objective: Purpose of this study was to use imaging methods which is cheaper and offering less radiation dousage for determination of alveol clefts. Fort his purpose, perapical and oclussal plane X-rays are used in this study, which are widely used by dentists for diagnosis of dental pathologies. Patients and methods: Elevenpatients with unilateral alveol clets was operated with seconder otogen iliac and allogenic cansellous bone grafts between 1998 and 2004. Bone defects was measured by NetCAD program with periapical and oclussal graphies pre operatively. Bone wax was used for per operative measurement and real size has been obtained. Late period control graphies was obtained with the same rontgenograms between post operative 6 months and 1 year. Lost bone volume and ossification were determined. Result: We think that periapical and oclussal graphies are easier procedures and may be used instead of CT for follow up in alveol clefts. Additional advantages are exposure to lower doses of radiation and low prices.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
Ömer Karahan, G. Karpuzoğlu, Mustafa Şahin, Yüksel Tatkan
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Endemik Guatr Bölgesinde Guatr-Tiroid Kanseri İlişkisi
The RelatIonshIp Between Goller And ThyroId CarcInoma In An EndemIc Goller Area
1984-1988 yılları arasında Korkuteli Devlet Hastanesi'nde ameliyat edilen guatrlı 125 hasta, tiroid sintigrafisi ve histopatolojik bulgular arasındaki ilişki ortaya konmak için incelendi. Hastaların %67.5 unda multinodüler, %32.5 unda uninodüler guatr saptandı. Tiroid sintigrafisi yapılan 106 hastanın %85.8 inde hipoaklif %6.6 sında hipoaktif ve normoaktif, %3.8 inde hiperaktif nodüller ve %3.8 inde diğer patolojiler tespit edildi. 125 hastanın tamamı ötiroid vaziyette ameliyata alındı. Hastaların %97.6 sında unilateral veya bilateral subtotal titroidektorni uygulandı. Histopatolojik tetkik yapılabilen 100 hastada 131 histopatolojik sonuç alındı. Tiroid sintigrafi-sinde hipoaktif nodül bulunan 81 hastanın %68.8 inde multinodüler guatr, %16.5 unda foliküler adenom, %7.4 ünde kronik tiroidi, %5.5 inde malign tiroid hastalığı ve %1.8 iade kolloidal kist saptandı. Malignite bulunan hastaların tamamında hipoaktif nodül mevcuttu. 6 maligniteli vakanın 5 inde multinodüler, 1 inde uninodüler guatr vardı.
In order to investigate the relation hetween the thyroid radionuclide scanning and the histopathological findings, we reviewed 125 patients operaled on from 1984 to 1988 in Korkuteli State Hospital. Sixty seven point five percent of patients had multinodular and 32.5% uninodular goiter. One hundred sir patients underwent thyroid radionuclide scanning and 85.8% revealed hypoactive, 6.6% hypoactive and normoactive, 3.8% hyperactive nodules and 3.8% other pathologies. Ali of the 125 patients were euthyroid at the time of operation. Mnety seven point six percent of the patients underwent unilateral or bilateral subtotal thyroidectomy. In 100 patients who had histopathologic exarnination had 131 hislopathologic diagnosis. In 81 patients who had hypoactive nodules determined with radionuclide scanning, 68.8% were diagnosed as multinodular goiter, 16.5% follicular edenoma, 7.4% chronic thyroiditis, 5.5% malig,nant thyroid disease and 1.8% colloidal cyst histopathologically. All cases with malignant thyroid disease had hypoactive nodules, five of them were multinodular and one solitary nodule.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Anne Ve Yenı Doğanda Sitomegaloyirus Antikorlarının Araştırılması
Emine İnci Tuncer, Mehmet Bitirgen, A. Zeki Şengil, Zeki Sayman, Murat Günaydın, Mahmut Baykan, Duygu Fındık
Araştırma makalesi
Özeti
Anne Ve Yenı Doğanda Sitomegaloyirus Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegagovIrus (cmv) AntIbody Of The DelIvered Mothers And TheIr Newborn Infants
Doğum yapan 109 anne ve onlara ait 109 bebeğin kordon kan örneklerinde CMV antikoru ELISA yöntemi- ile çaltşıldt. Annelere ait serumlardan 32'sinde (%29.3) CMV 1gG ve 13'ilnde (%11.9) CMV 1gM pozitifliği saptandı. Bebeklerde ise 25'inde (%22.9) CMV 1gG pozitif bulundu. CMV IgM bebeklerin hepsinde negatif olmasına rağmen, annelerdeki %11.9 oranında CMV 1gM pozitifliği bebeklerinde risk olduğunu düşündürmektedir.
Sena were öbtained from 109 mothers who were in kibar and from the wnblical cord of the- ir newborn babies. CMV antibodies of the samples were deterrnined by ELLSA teehnique, These findings revealed that the serum of 32 (29,3%) and 13 (11,9%) mothers were CMV IgG- and 1gM pozilive, respectively.4-The serum of 25 (22.9%) newborn babies showed CMV IgG positive responses. Although, CMV specıfic 1gM response was not found in the serum of the newborn babies, but 11.9% CMV specific 1gM positive response of the »tothers implied health risk for the babies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İmpulsif Rotasyonel Test
Süleyman İlhan, Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan
Araştırma makalesi
Özeti
İmpulsif Rotasyonel Test
ImpulsIve Rotatory TestIng
Bu çalışmada, 52 sağlıklı kişide üç değişik şiddette (63 7sn, 87 7sn, I 14 7sn) impulsif rotasyon kullanılarak rotasyonel nistagrnus elde edildi. Kaydedilen nistagmus yavaş faz maksimum açısal hız ölçümleri yapıldı. Yön egemenlikleri hesaplandı. Bulunan değerler istatistik olarak analiz edildi. Sonuçlar literatür bilgileri ile değerlendirildi. Kullanılan yöntemin nörootolojik çalışmalarda güvenilir olduğu kanısına varıldı.
Impulsive Rotatory Testing Rotatory nystagmus re.sıtited from impulsive rotatory stimuli al three different magnitudes (637sec, 877sec, 114 5sec) was recorded in 52 Jıealty subjects. Slow phase maximum angular velocities of rotatory nystagrrıus was measured. Perrotatory and postrotaiory directional preponderances were calculated. Obtained values were statistically analysed. The residts were evaluateti in the light of relevant literature. The method was considered ta be reliable in the field of neurootology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Aybike Tazegül, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Kliniğimizde Gerçekleştirilen Histerektomi Olgularının Klinik Ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
EvalatIon Of The ClInIcal And DemographIc CharacterIstIcs Of The Hysterectomy Cases Performed In Our ClInIc
Kliniğimizde 2 yıllık süre içerisinde uygulanan histerektomilerin değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2008-Aralık 2009 arasındaki 2 yıl içerisinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda çeşitli endikasyonlarla abdominal histerektomi ve vajinal histerektomi işlemleri uygulanan toplam 853 hastanın klinik ve demografik özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kliniğimizde en sık histerektomi, myoma uteri endikasyonu ile gerçekleştirilmiş olup 2008-2009 yılları arasında 358 (%41.9) hastaya uygulanmıştır. İkinci en sık histerektomi endikasyonumuz jinekolojik maligniteler olup 161 (%18.8) hastaya uygulanmıştır. Kliniğimizde abdominal histerektomi (total ve subtotal) oranı %93.6 iken vajinal histerektomi oranımız %6.4 olarak saptanmıştır. Vakaların 453’ünde (%53.1) histerektominin yanı sıra bilateral salpingoooferektomi (BSO) uygulanmıştı. Abdominal histerektomi gurubunda %0.5 mesane yaralanması, %0.37 üreter yaralanması ve %0.37 barsak yaralanması görüldü. Vajinal histerektomi gurubunda 1 (%1.85) hastada mesane yaralanması oluştuğu görülmüştür. Histerektomi, myoma uteri, jinekolojik maligniteler, uterovajinal prolapsus, endometriozis ve peripartum kanama gibi çeşitli endikasyonlar nedeniyle jinekologlar tarafından en sık uygulanan operasyondur. Abdominal, vajinal ve laparoskopik histerektomi tiplerinin birbirlerine olan avantajları ve dezavantajları bilinmekle birlikte halen kliniğimizde abdominal histerektomi daha sık olarak uygulanmaktadır.
To evaluate the hysterectomies carried out in our clinic for a period of two years. The study retrospectively evaluates the clinical and demographic characteristics of the 853 patients that had abdominal hysterectomy and vaginal hysterectomy procedures with various indications for the two years from January 2008 to December 2009 in Selcuk University, Faculty of Medicine, Gynecology and Obstetrics Department. In our clinic, the most common indication for hysterectomy was myoma uteri and the procedure was performed on 358 (41.9%) patients between the years 2008 and 2009. The second most common indication was gynecological malignancies and hysterectomy was performed on 161 (18.8%) patients. The ratio of abdominal hysterectomy (total and subtotal) was determined to be 93.6%, whereas the ratio of vaginal hysterectomy was 6.4%. As well as hysterectomy, bilateral salpingo ooforectomia (BSO) was also performed in 453 (53.1%) cases. We have seen 0.5% bladder injury, 0.37% ureter injury and 0.37% bowl injury in the abdominal hysterectomy group. In vaginal hysterectomy group, there was 1 case (1.85%) with bladder injury. With various indications such as myoma uteri, gynecological malignancy, uterovajinal prolapse, endometriosis and peripartum hemorrhage, hysterectomy is the most commonly performed operation by gynecologists. Although, the relative advantages and disadvantages of the abdominal, vaginal, and laparoscopic hysterectomy types are known, abdominal hysterectomy is still the most common procedure in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
Mustafa Cihat Avunduk, Şakir Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Malign Melanoma Ve Nevüs Olgularında P53 Antijeninin Prognostik Önemi
PrognostIc SIgnIfIcance Of P53 AntIgen In MalIgnant Melanoma And Nevüs
Ciltte yerleşmiş 25'i malign melanom, 25'i de nevüs olmak üzere 50 melanositik tümör olgusu P53 ile immünhistokimyasal olarak boyandı. Her 1000 melanositik hücrede P53 ile pozitif boyanma gösteren hücrelerin sayısı P53 ekspresyon indeksi olarak belirlendi. P53 ile malign melanom hücrelerinin daha belirgin olarak bo yandıkları saptandı. Malign melanom ile nevüs olgularının P53 ekspresyon indeksi arasında istatistiksel olarak an lamlı farkın olduğu saptandı (p=1,673x10~18; p<0.05). Metastaz gösteren ve hızlı progresyon gösterdikleri bilinen nodüler melanoma ve akral lentigenous melanoma olgularında diğer melanom olgularından daha yüksek P53 eks presyon indeksi belirledik. Ayrıca papiller dermişi geçmiş retiküler dermişe ulaşmış ve deri altı yağ dokusunu in- filtre etmiş lezyon bulunduran olgularda da P53 ekspresyon indeksini ortalama indeksten fazla bulduk. Bul gularımız son literatür bilgileri eşliğinde sunuldu.
We examined 50 melanocytic tumour specimens vvhich obtained by exicion of the cutaneous tumours. We used P53 immunostaining method. Twenty-five of them had been diaghosed as malignant melanoma and remainders diagnosed as cutaneous nevus. The numbers of Ps3(+) cells per 1000 melenocytic celi used the index of P53 exp- ression. A statistically significant difference was found betvveen the malignant melanoma and nevus cells in res- pect to the malignant melanoma and nevus cells in respect to the index of P53 expression (p=1,673x10~18; p<0,05). Additionally, the higher P53 expersison indexes vvere found in the acral lentigenous and nodular me lanoma specimens. İt is well known that such malignant melanoma types have higher metastase rates and prog- ress more quickly compared to the other malignant melanoma types. The P53 expression indexes in the me lanom as vvhich invased reticular dermiş vvere found to be higher than the mean value obtained for the vvhole melanoma specimens in this study.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalsiyum Dobesilat, Pentoksifilin Ve Nikotinil Alkol Tartaratın Kan Glikoz Ölçüsonuçlarına Etkileri
Ayşegül Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Kalsiyum Dobesilat, Pentoksifilin Ve Nikotinil Alkol Tartaratın Kan Glikoz Ölçüsonuçlarına Etkileri
The Effcts Of CalcIum DobesIlate, PentoxyfIllIne And NIcotInyl Alcohol Tartrate On The Results ObtaIned From Blood Glycose DetermInatIon Test
Bu çalışmada, diyabetli hastalarda sık görülen damar hastalıklarını tedavi amacıyla kullanılan ilaçlarla, glikoz ölçümlerinde en sık başvurulan bir yöntem arasındaki muhtemel etkileşmeler araştırılmıştır. Bu nedenle diyabetli hastaların yaygın olarak kullandıkları kalsiyum dobesilat, pentoksifilin ve nikotinil alkol tartarat çalışmanın kapsamına alınmıştır. Bu ilaçların değişik konsantrasyonlarda 2,9-dimetil, 1,10-fenantrolin hidroklorür (neocuproine) - bakır reaktifi ile yapılan glikoz ölçüm yöntemine etkileri araştırılmıştır. Kalsiyum dobesilat kan glikoz ölçüm sonuçlarında istatistiksel anlamda önemli bir artmaya, pentoksifilin ise azalmaya neden olmuştur. Nikotinil alkol tartarat etkisiz bulunmuştur.
In this study, the interactions between the drugs commonly used in diabetic patients and blood glucose determination method have been studied. For this reason, the effects of calcium dobesilate, pentoxyfilline and nicotinyi alcohol tartrate on the results obtained with neocuproine copper reagent method have been evaluated. The changes caused by calcium .dobesilate and pentoxyfilline in the blood glucose determination have been found ta be significant statistically. Howiever, nicotinyl alcohol tartarate has no effect.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Safra Kesesi Ve Safra Yolları Taşlarının Tanısında Us Ve Bt'nin Yerı
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Oktay Işık, Rıfat Yalın, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Safra Kesesi Ve Safra Yolları Taşlarının Tanısında Us Ve Bt'nin Yerı
The Value Of Ultrasonography And Compuled Tonıography In The DIagnosIs Of The GallsIones And Common BIle Duct
Preoperatif dönemde ultrasonografi (US) ve bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesi yapılan 19 hastanın 19 (%100) unda US ile, 14(%73,6) önde BT ile safra kesesi taşı tespit edildi. Bunlardan tıkanma ikteri olan 4 hastada BT ile safra kesesi taşı tespit edildi. Bunlarda tıkanma ikteri olan 4 hastanın BT ile 3'iinde, US ile 1 inde koledok taşı gösterildi. Safra kesesi taşlarının tanısında US, BT ye göre daha duyarlı sonuç verdi. Koledok taşları tanısında ise BT, US den daha duyarlı sonuç verdi.
Nineteen cases were exarnined by computed tomography (CT) and ultrasonography (US). Gallstones were diagnosed in all of the cases (%100) with US. 14 oul of nineteen cases. were ,diagnosed by CT (%73,6). Common bile duci stone was diagnosed in three cases with CT and in one case with US. All of the cases had obstructive jaundiced. As a result, US is more sensitive !han CT in the diagnosis of the gallbladder stones. However, CT is more effective method than US in the diagnosis of the comrnon bile duct stones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
Kemal Ödev, Bilge Çakır, Saim Açıkgözoğlu, Adil Kartal, Mustafa Erken
Araştırma makalesi
Özeti
Sarılığın Nadır Sebebı: Karacığer Kist Hıdatiğinin Safra Yollarına Perfore Olması
A Rare Cause Of JaundIce: Rupture Into The BIlIary Tree Of The LIver HydatId Cyst
Karaciğer kist hidatiği karaciğerde küçük safra yollarına, birleşik kanala ya da koledok kanalına perfore olabilir. Kist hidatiğin kompiikasyonu olarak sarılık semptomu gösteren 2 olguda sonogramda kar aciğerde iç ve dış safra yollarında genişleme tespit edildi. Bir olguda yapılan ultrasonografi (US) ve perkütan transhepatik kolanjiografi (PTK) ile, 1 olguda da uhrasonografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile karaciğer sol lob medial segmentinden porta hepatise kadar uzanan kistik kitlenin dış safra yollarına bas: yaptığı tespit edildi. Dört olguda da cerrahi girişimden önceki radyolojik bulgular cerrahi girişim bulguları ile verifiye edildi.
Hepatic hydatid cyst perforation into the biliary tree may involve the small intrahepatic bile dutcs, common hepatic duct or common bile dutc. On sonogram, dilatation of intra and extrahepatic biliary tract was demonstrawd in two cases with jaıındice that is a compiication of hydatid cyst. Ultra-sonography (US) and percutaneus transhepatic cho-langiography (PTC) showed that hydatid cyst foud at porta hepatis causes to compression to the extra-hepatic biliary tract in one case. Ultrasonography (US) and computed tomography (CT) disclosed that cystic mass localized in medial segment of the left liver lobe and porta hepatis caus-es to the same finding as well as in one case. Preop-erative radiologicfindings vere confirmed surgically in 4 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?
Sinan Demircioğlu, Serkan Budancamanak, Ali Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Serum B12 Düzeyi Primer Ve Sekonder Polisitemi Ayrıcı Tanısında Etkin Bir Ayrıcı Tanı Kriteri Olarak Kullanılabilir Mi?
Can Serum B12 Level Be Used As An EffectIve DIfferentIal CrIterIon In DIfferentIal DIagnosIs Of PrImary And Secondary PolycythemIa?
Amaç: Polisitemia vera’da (PV) JAK2 V617F mutasyonu %95 oranında saptanmaktadır. Fakat bu test hem yüksek maliyetli hem de zaman alan bir tetkiktir. Bu çalışmada sekonder polisitemiyi (SP) dışlayabilmek için JAK2 V617F mutasyonuna ilave olarak kullanılabilecek hızlı, ucuz ve kolay ulaşılabilen bir tetkik araştırılması planlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Dünya Sağlık Örgütünün 2016 tanı kriterlerine göre tanı almış 39 PV hastası ve 51 SP hastası alındı. Hastaların demografik özellikleri, fizik muayene bulguları ve laboratuvar sonuçları tespit edildi. Bu iki grup arasında istatiksel analiz yapıldı.
Bulgular: PV grubunda, serum B12 düzeyi, eritrosit sayısı, lökosit sayısı, nötrofil sayısı, trombosit sayısı ve laktat dehidrogenaz düzeyi SP grubundan istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Serum B12 düzeyinin 343 pg/mL’nin üzerinde olması PV-SP ayrımı için eşik değer olarak saptanmıştır.
Sonuç: Yüksek serum B12 düzeyi PV ile ilişkili bulunmuştur. Fakat serum B12 düzeyinin primer ve sekonder polisitemi ayrıcı tanısında kullanılabilmesi için bu çalışmada ki verileri destekleyen daha geniş hasta serileri ile yapılan prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: JAK2 V617F mutation is determined in 95% of polycythemia vera (PV) patients. However, this test is a high-cost and time-consuming examination. In this study, a rapid, inexpensive and easily available test that can be used in addition to JAK2 V617F mutation is planned to exclude secondary polycythemia (SP).
Patients and Methods: A total of 39 PV patients and 51 SP patients, who were diagnosed according to 2016 diagnostic criteria of World Health Organization, have been included in this study. Demographics, physical examination findings and laboratory results of patients have been determined. A statistical analysis was performed between these two groups.
Results: In PV group, serum vitamin B12 level, erythrocyte count, leukocyte count, neutrophil count, platelet count and lactate dehydrogenase levels were determined to be statistically significantly higher than SP group. Serum vitamin B12 level above 343 pg/mL has been determined as the threshold value for the differentiation of PV from SP.
Conclusion: High serum vitamin B12 level was determined to be associated with PV. However, there is a need for prospective studies performed with larger patient series supporting the data obtained in this study in order for serum vitamin B12 level to be used in the differential diagnosis of primary and secondary polycythemia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
Yalçın Kocaoğullar, Ahmet Önder Güney, Fatih Erdi, Lema Tavlı
Olgu sunumu
Özeti
Servikal Bölge Omurulik Yerleşimli Primer Glioblastoma Multiforme
PrImary GlIoblastoma MultIforme Of The CervIcal Cord
Primer spinal intramedüller glioblastoma çok nadir görülen bir klinik durumdur. Bu olgu sunumu ile nadir görülen bu tümoral hastalığın özellikleri ve tedavisi hakkında bilgiler, ilgili literatür eşliğinde sunularak tartışılmaktadır. 50 yaşında erkek hasta kliniğimize özellikle son 2 aydır hızla kötüleşen bacak ve kollarda his ve kuvvet kaybı şikayeti ile başvurdu. Manyetik rezonans görüntülenmesinde spinal kordun C3 den C6 ya kadar bir lezyon tarafından genişletilmiş olduğu görüldü. Hasta opere edilerek tümoral lezyon subtotal çıkartıldı. Tümöral dokunun patolojik incelemesi sonucunda glioblastoma multiforme tanısına ulaşıldı. Sunulan bu olgu ile nadir görülen bu hastalığın ana bulguları konu ile ilgili literatür eşliğinde irdelenmektedir. Her ne kadar nadiren görülse de çok hızlı kötüleşen klinik seyri nedeniyle servikal patolojilerin ayırıcı tanısında primer spinal glioblastoma multiforme mutlaka akılda tutulmalı ve etkin bir tedavi için bir an önce tanısı konulup tedaviye başlanılmalıdır.
Primary spinal intramedullary glioblastoma is a very rarely seen clinical entity. By this case report main characteristic features and treatment strategies of this rarely seen neoplasm reported and discussed in the light of relevant literature. Fifty years old man admitted to our clinic with numbness and weakness of limbs for a year escpecially worsened last 2 months. Magnetic resonance imaging (MRI) showed expansion of the spinal cord from C3 to C6 by a lesion. The patient operated and tumoral lesion subtotally removed. The pathological results were consistent with glioblastoma multiforme. Main features of this neoplasm discussed with related literature in this report. Despite of the neoplasm’s low incidence it’s rapid progresive clinical course constrain us to make a correct diagnosis immediately to help the individuals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Cevat Özpınar, Sami Ceran, Mehmet Yeniterzi, Tahir Yüksek, Kadir Durgut, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Kardıopulmoner By-Pass Ye Trııodothyronıne (t3)
Kardıopulmoner By-Pass To Trııodothyronıne (t3)
Klinigimizde acik kalp ameliyati uygulanan 26 hastamn preoperatif erken postoperatif ve postoperatif 7. glinde alinan kanlarinda TT3, 1'4, FT3, FT4 ve TSH dego-leri calr alms ve postoperaty' erk-endijnonde hasralann 2'si hark- ti mande Film bra parametrelerin di4tagii gozlemni§tir. Tiroid hormonlarinin myokard kontraktilitesini artirdigi bir diger ijardeyle her iki ventrikill iizerine pozitif inotrop etki yaprigi gozOniine alindtgamici nzellikle hipotiroidili veya otimid 0117111371242 ragmen sal ventrikiil ejeksion fraksionu % 30'un altindaki hastalarda postoperatif gozlenen timid hormon seviye dii4iikliikleri hem hastalarin pozitij' inotrop destek ihtiyaclarzni artirmakta hatta baz1 hastalarda belirgin kalp debisi du5cilklugu nedeniyle intraaortik balon pompasi ihtiyacint giindone ge--. tirmektedir.
In the preoperative early postoperative and postoperative 7th gland blood samples of 26 patients who underwent open heart surgery in our clinic, TT3, 1'4, FT3, FT4 and TSH values were obtained and 2 of the patients who were postoperatively early were evaluated by the parameters of the film bra. Observed the di4ta. Thyroid hormones increase myocardial contractility and have positive inotropic effect on both ventricle iizer with another ijarde. patients need an intraaortic balloon pump due to the marked cardiac output sensitivity. crouching.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Mehmet Yeniterzi
Araştırma makalesi
Özeti
Femoral Venlerde Deneysel Greft Uygulamaları
Experımental Graft Applıcatıons In The Femoral Veıns
Deneysel ve klinik çalışmalarda; venöz sisteme yerleştirilecek ideal greft için, çeşitli materyal ve teknikler kullanılmaktadır. Bu çalışmada; otojen yen, spiral dizilimli otojen ven ve «knitted Dacron» köpek femoral venine segmental olarak yerleştirilerek, greftlerin potansiyeli araştırıldı. Sürekli açıklık, 15. günde venografi ve arkasından eksplore edilerek tayin edildi. Erken açıklık yönünden; otojen venin Dakron'dan önemli derecede üstün olduğu (p< 0.01) bulundu. Spiral dizilimli venin de, Dakron'dan daha iyi neticeler verdiği tespit edildi (p< 0.05). Geç takipleri yapılamadığından rekanalizasyon gösterilemedi. istenen uzunluk ve çapta otojen ven bulunamadığı zaman, küçük çapta ve düşük hız akımında bile başarılı olan spiral dizilimli veriler tercih edilmelidir.
Various materials and techniques have been used to obtain an ideal graft ta replaced within the venous system in experimental "and ainica/ researches. In this study autogenous vein, spiral composite autogenous yein and knitted Dacron have been replaced segmentaly in canine femoral veins and the potantiality of these grafts has been investigated. Continuous patency was determined by venogram then by exploring on the fifteenth day. From the patency point of view autogenous vein was found to be significantly better than knitted Dacron (p< 0.01). And the spiral compsite ven was found to give better result than Dacron. Since long term observation was not avalible, recanalization could not be deminstrated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
Halil İbrahim Serin, Aylin Okur, Uğur Yıldırım, Cebrail Ataş, Serkan Şenol, Dilşad Amanvermez Şenarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Aterosklerotik İliak Arter Hastalığının Tedavisinde Metalik Endoprotezlerin Değeri
The Value Of MetallIc EndoprosthesIs In Treatment Of AtherosclerotIc IlIac Artery DIsease
Bu çalışmada alt ekstremite tıkayıcı hastalıkların tedavisinde
metalik endoprotezlerin başarı oranlarını saptamak amaçlanmıştır.
Alt ekstremite tıkayıcı arter hastalığı olan, yaşları 38 ile 64 arasında
değişen,1 kadın 20 erkek, 21 hastanın 23 lezyonuna yeterli kan
akımını sağlamak amacıyla intraarteriyel stent yerleştirildi. Yirmiiki
Wallstent ve 4 Strecker stent yerleştirildi. Metalik endoprotez
yerleştirme sırasında bir olgu hariç herhangi bir teknik başarısızlık
oluşmadı. Primer teknik başarı %95.2 idi (20/21 hasta). Teknik
başarısızlık olan olguda bilateral ana ilyak arter lezyonu mevcuttu.
Perkütan Transluminal Anjiyoplasti ile yeterince geniş ve düzgün
damar lümeni elde etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu
yetersizlik PTA’dan sonra intravasküler metalik stentler ile en aza
indirilebilir.
The purpose of this study was to determine the success rate of metallic endoprosthesis in treatment of occlusive disease of lower extremities. Twenty three lesions in 21 patients (1 women, 20 men) whose age ranged from 38 to 64 years with occlusive artery disease of lower extremity placed intraarterial stent in order to provide adequate blood flow. Intraarteriel self-expandable wallstent was 22 and strecker stent was 4. We didn’t encounter any technical problem during metallic endoprosthesis placement except one case. Primary technical success rate was 95.2% (20/21). One case with technical failure had bilateral arteria iliaca communis lesion. To obtain a sufficiently wide and smooth vessel lumen may not always possible by Perkütan Transluminal Anjiyoplasti. This insufficiency may minimize by the metallic intravascular stents after from PTA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
Mustafa Erol, Hasan Önner, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Akciğer Kanserli Hastalarda Fdg Pet/bt Parametrelerinin Klinik Evre İle İlişkisi
The Relatıonshıp Between 18 Fdg Pet / Ct Parameters And Clınıcal Stage In Patıents Wıth Lung Cancer
Amaç: Akciğer kanserli hastaların pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinden elde edilen primer lezyonun en geniş çapı (LEGÇ), maksimum standardize alım değeri (SUVmax), ortalama standardize alım değeri (SUVmean), metabolik tümör hacmi (MTV) ve toplam lezyon glikolizis (TLG) değerlerinin klinik evre ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalında 01.01.2012 ile 31.12.2014 tarihleri arasında akciğer kanseri tanısı ve evreleme amacıyla PET/BT görüntülemesi yapılan, histopatolojik olarak akciğer kanseri tanısı olan toplam 130 hasta çalışmaya alındı. Hastaların PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG değerleri ile histopatolojik alt tipleri, diğer klinik ve radyolojik bilgileri not edildi. Küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan hastalar klinik bilgileri, PET/BT ve varsa diğer radyolojik tetkik sonuçları kullanılarak TNM (Tümör lenf nodu, uzak metastaz) evreleme sistemine göre evrelendirildi. Küçük hücreli kanser (KHAK) tanısı alanlar ise sınırlı ya da yaygın evre olarak sınıflandırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 118’i erkek ve 12’si kadın toplam 130 hastanın, ortalama yaşı 63,46 ± 9,96 (aralık 40-87 yaş) olarak bulundu. Yüz altı hastanın (%81.5) histopatolojik tanısı KHDAK iken; 24 (%18.5) hastays KHAK tanısı almıştı. KHDAK hastaların 62’si yassı hücreli kanser, 39’u adenokanser, 5’i diğer (3 karsinoid tümör, 1 büyük hücreli ve 1 sarkomatoid tümör) tanılardan oluşmaktaydı. PET/BT görüntülerinden elde edilen LEGÇ, SUVmean, SUVmax’ın ortalama değerlerinin, MTV ile TLG’nin medyan değerlerinin KHDAK ile KHAK hasta grupları arasında anlamlı bir farklılık göstermediği izlendi. Ayrıca bu parametrelerin KHAK’de evre ile ilişkisinin olmadığı saptandı. KHDAK’de LEGÇ, SUVmax, SUVmean, MTV ve TLG parametrelerinin ise klinik evre ile ilişkili olduğu izlendi.
Sonuçlar: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinde, primer tümörün daha yüksek SUVmax, SUVmean, TV ve TLG değerlerinin daha ileri klinik evreyi predikte ettiği saptandı. Metabolik parametreler ile klinik evre arasında saptanan bu ilişki, KHDAK’de PET/BT’nin prognostik bilgi vermesi açısından değerli olabileceğini düşündürmektedir.
Aim: It was aimed to investigate the relationship of disease clinical stage between the maximum diameter of primer lesion (LEGÇ), maximum of standardized uptake value (SUVmax), mean of standardized uptake value (SUVmean), tumor volüme (TV) and total lesion glycolysis (TLG) values derived from positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Method: The information of 130 lung cancer patients diagnosed histopathologically between 01.01.2012 and 31.12.2014 in Necmettin Erbakan University Nuclear Medicine Department of Meram Medical Faculty scanned for PET-CT for lung cancer diagnosis and staging, were included in this study. The values of the maximum diameter of primer lesion, SUVmax, SUVmean, TLG and MTV derived from PET-CT scanning and their histopathological subtypes, other clinical and radyological information of patients were noted. The non-small cell lung cancer patients were graded according to tumor diameter, nodal and involvement metastasis (TNM) staging system using clinical information, PET-CT and other radyological test results if any. On the other hand, the small cell carcinoma diagnosed were categorised as limited or extensive stage.
Findings: In this study, the mean age of 118 men and 12 women, totally 130 patients, was evaluated 63,46 ±9,96 ( range 40-87 age ). The patients were classified as 106 non-small cell lung Cancer (NSCLC) (81.5%) ve 24 small cell lung cancer (SCLC) (18.5%). The histopathologically diagnosed NSCLC patients were consists of 62 squamous cell cancers, 39 adeno cancers, and 5 other types (3 carcinoid tumors, 1 large cell cancer and 1 sarcomatoid tumor).
Results: In our study, it was observed that there was no significant relationship between the maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG values among SCLC and NSCLC patients. Additionally, it was also found that there was no correlation between these parameters and the SCLC stage. The maximum diameter of the lesion, SUVmax, SUVmean, MTV and TLG parameters were related with stage.
Conclusion: Higher SUVmax, SUVmean, TV, and TLG values of the primary tumor were determined to predict the more advanced clinical stage in NSCLC. This relationship between metabolic parameters and the clinical stage suggest that PET / CT may be valuable in terms of providing prognostic information in NSCLC.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
Ganime Dilek Emlik, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Akciğer Malign Tümörüne Bağlı İskelet Kası Metastazı
RadIologIc FIndIngs In Skeletal Muscle MetastasIs From Lung CarcInoma
Amaç: Malign tümörlerin iskelet kasına metastazları nadirdir. Akciğerden kaynaklanan malign tümörlü olan olguda klinik bulgular ve iskelet kasındaki metastatik lezyonların klasik radyografik, BT, MRG bulguları irdelendi. Olgu: 68 yaşında erkek olgunun akciğer radyografisinde sol akciğerde, büyük kalın düzensiz duvarlı kaviter lezyon izlendi. Lezyon bronkoalveolar lavaj (BAL) sonucunda kötü differensiye epidermoid kanser tanısı aldı. Bir yıldan beri bulunan sol uyluk ön yüzündeki yumuşak doku kitlesinedeniyle yapılan direkt grafide periost reaksiyonu dışında bulgu saptanmadı. MRG’de kitle lezyonu, çevre kas yapılarına göre T1A’lı kesitlerde hipo, T2A’lı kesitlerde hiperintens izlendi. Yumuşak doku kitlesinden yapılan biopsi sonucu metastatik tümörle uyumluydu. Olgu tanı konduktan 6 ay sonra kaydedildi. Sonuç: Akciğer malign tümörlü olgularda iskelet kasında kitle ve ağrı varlığında metastazdan şüphelenilmelidir. Kitlelerin lokalizasyonunda, çevre dokularla ilişkisi ve kemik tutulumunun saptanmasında MRG ve BT tamamlayıcı tetkiklerdir.
Purpose: In the case of the skeletal muscie metastasis of lung cancer the authors report radiographic, CT scan and MRI findings of painful masses in the femoral regions. Muscle biopsy revealed extensive infiltration of the muscle with carcinoma cells. Case: A 68 year-old man presented with a large cavitary lesion with thickened wall in the left hilus on radiogrraphy and CT scan. The diagnosis of the lung cancer was made by bronchoalveolar lavage. The radiograph did not Show any soft tissue mass, except periosteal reaction. MRI showed a tumoral mass in the right quadriceps muscle with signal intensity slightly lower on T1-weighted and higher in T2-weighted images than surrounding muscle tissue.Needle biopsy revealed metastatic squamous cell carcinoma. The patient died six month later. Conclusion: MRI is more useful technique than the other methods for determination of the localization, the relationship of the surrounding tissues and the manifestations of metastatic masses on the skeletal muscle due to malign tumor of the lung.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karacmer Lezyonlarının Tanısında Anjıografinin Etkinligi
Serdar Karaköse, Turhan Cumhur, Tülay Ölçer, Ahmet Maviş, Ensar Özdemir, Bedrettin Selçuk
Araştırma makalesi
Özeti
Karacmer Lezyonlarının Tanısında Anjıografinin Etkinligi
The EffectIveness Of AngIography In The DIagnosIs Of HepatIc LesIons
Karaciger lezyonlart olan 68 hastanin karaciger, ultrasonografi (US) ye atzjiogrqi, 15 `inde ise bilgisayarlt tomografi (BT) ile incelenerek sonuclar degerlendirilmiltir. Lezyonlarin taw-aril US ile %88, BT ile %87, anjiografi ile % 68 oramnda dogru olarak tammlannaitzr. Anjiografinin karaciger lezyonlarznz belirleinede tam degeri US ye BT ye gore daha duciik buluninuour. caltpnanuzda malign proceslerin ancak % 421si anjiografi ile Ancak an-jiografinin hemangiont tantsinda dogrulugu % 85 bulunmtq olup; Ozellikle karacigerde vaskiiler anatomiyi, lezyonlartn lokalizasyonu ye portal venin oak oldugunu gOstermede etkindir. Anjiografi, ayrtca operasyon sottrast hepatik arterden olu§an eks-travazasyonlartn saptanmastnda da kullantlan deg erli bir tam yOntemidir. Sonuc olarak invaziv bir yontem olan anjiografinin bozo lezyonlartn tanzsanda onenzli bulgular sag-layabikcegini dii§iinmekteyiz.
Radiologic examinations were revieved in 68 patients with liver lesions. Fifteen patient had computed tomography (CT) examination, 68 of them also had ultrasonograpy (US) and angiography in analysis of lesions true positive findings were observed at CT, US and angiography in 87 per cent, 88 per cent and 66 per cent respectively. Angiography, mainly performed to show the vascular anatomy, localization of lesion, patency of the portal vein and not to optimize in tornor detection. Angiography was showed 42 per cent of the malign lesions. Angiograpy was effective in the diagnosis of hemangiornas (%85). It was also diagnotic to show the ekstravasation from the hepatic artery after an operation. Finally, we think- that angiography was an invasive examination method but it was also very effective in the diagnosis of the some liver lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
İrfan Tunç, Şakir Tavlı, Şakir Tekin, Adnan Kaynak, Özden Tunç, Lema Tavlı, Erşan Aygün
Araştırma makalesi
Özeti
Kısa Barsak Sendromunda Famotidin Ve Omeprazol'ün Etkılerı
The Effects Of FamotIdIne And Omeprazole In Short Bowel Syndrome
35 rat 3 ayrı gruba ayrılarak %80 ince barsak rezeksiyonu uygulandı. 1. grup içme suyuna 1 mg/kgl gün famotidin, 2. grup içme suyuna 0.5 mgikg1 gün omeprazol kondu, 3. gruba musluk suyu verildi. Tüm gruplar postoperatif 1. gün standart rat yemi ile beslenmeye başlandı. Hayvanların günlük gaita kıvamları, ağırlık değişimleri incelendi. 15. gün tüm radar sakrı:fiye edilerek karaciğer, mide ve ileum bi-yopsileri alındı, ileal pH ölçüldü, biyokimyasal tet-kik için kan örnekleri alındı. Villus eni, boyu, lie-berkühn kripta derinliği, 0.43 trırn2fdeki villus sayısı yönünden karşdaştırıldt. Famotidin ve omeprazolün mide asidini bloke ederek intestinal pifyı düşürmesine rağmen bu yolla veya villuslar üzerine direkt etki ederek intestinal adaptasyonda etkileri olmadığı görüldü. Adaptasyo-nun hipertrofi değil hiperplazi ile olduğu, hiperplazinin erken dönemde oral gıda alımı ile sağlanabildiği tespit edildi.
35 rats were divided in 3 groups and resection of 80% the small bowel was performed. First group received 1 mglkgid of famotidine and second group 0.5 mglkgld omeprazole in water and third group re-ceived only tap water. Oral feeding with standart rat food initiated on first postoperative day. The weight and stool consistency were examined everyday. On 15th postoperative day alt rats were sacnfied and liv-er, stomach and ileum biopsies and blood samples for biochemical investigation were obtained. The weight and length of villi, depth of Lieberkühn crypts and the number of villi in 0.43 square mm were compared. Despite the ellect of reducing intestinal pH by blockading gastric acide secretion of famotidine and omeprazole, intestinal adaptation was not influenced in this way or direct ellect to the villi. We esta-blished that adaptation occured not by hypertrophy bul hyperplasia and provided by oral intake in early postoperative period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
İlhami Demirel, Mustafa Çetin
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Serumu Total İyon Konsantrasyonu Tayininde Radyofrekans Yöntemi
Use Of RadIofrequency ElectromagnetIc FIeld To DetermIne Total Ion ConcentratIon Of Blood Serum
Kan serumundaki elektrolitlerle pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, toplam iyon konsantrasyonu ile çalışmaya literatürde rastlayamadık. Radyofrekans elektromagnetik alan kullanılarak kan serumunda toplam iyon konsantrasyonu tayini yapılabileceğini göstermek amacı ile, yaşları 17 ile 40 arasında değişen, sağlıklı 40 kişiden aldığımız 5 cc'lik kan örneklerinden elde ettiğimiz serumlardan toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 290 m mol/L olarak bulduk. Söz konusu 40 kişinin 35 inden aynı anda aldığımız idrarlarından toplam iyon konsantrasyonlarının ortalamasını 730 m mol/L,idrar toplam iyon konsantrasyonu /kan serumu toplam iyon konsantrasyonu oranlarının ortalamasını ise 2,537 olarak tespit ettik.
Although many studies have been conducted on electrolytes in blood serum, we could not find a study with total ion concentration in the literature. In order to show that the total ion concentration in blood serum can be determined using radiofrequency electromagnetic field, we found the average of the total ion concentrations as 290 m mol / L from the 5 cc blood samples we obtained from 40 healthy people aged between 17 and 40 years. We determined the average of the total ion concentrations of 730 m mol / L and the average of the urine total ion concentration / blood serum total ion concentration ratio to be 2,537 from the urine of 35 of these 40 people simultaneously.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
Hasan Solak, Gökalp Özgen, N. Solak
Araştırma makalesi
Özeti
460 Akcığer Hidatik Kist Vakasında Uygulanan Operasyonlar Ve Sonuçları
SurgIcal OperatIons Performed In 460 Cases Of HydatId Cyst Of The Lung And Results ObtaIned Therefrom
460 kist hidatikli vaka serisi incelendi. Vakaların % 90 anda preoperatif teşhis radyolojik olarak kondu. Vakaların 395 ine kistotomi kapitonaj, 27 sine Wedge rezeksiyonu, 15 ine lobektomi, 23 üne segment rezeksiyonu uygulanmıştır. Dikkatli kanama kontrolünü takiben toraksa 2 adet dren konup kapatılmıştır. Vakaların 2 sinde nüks görülmüş (%0.43), 3 vaka ise exitus olmuştur (<;.0 0.65). 3 yıl süreyle yapılan kontrollerde, diğer vakalarda nükse rastlanmamıştır.
A series of 460 cases of hydatid cyst of the lung has been studied. Preoperative diagnosis has been made radiologically in 90<,-, of the cases. In 395 cases, cystotomy has been performed with subsequent capitonnage, while, wedge resection has been performed in 27 cases, with lobectomy in 15 cases and segment resection in 23 cases. Following a careful he-rnorrhage control, two drains have been placed in the thorax and the thoracic cavity has been closed. Recurrence occured in two cases (0.43 %), three cases resulted in exitus (0.65 %); no recurrence has been encountered in other cases as revealed by post-operative follow-up cheks within a period of theree years after operation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
Mustafa Karaağaç, Oğuzhan Yıldız
Araştırma makalesi
Özeti
Küçük Hücreli Akciğer Kanserli Hastalarımızın Klinik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtları; Tek Merkez Deneyimi
The ClInIcal Features And Treatment Responses Of Small Cell Lung Cancer PatIents: A SIngle-Center ExperIence
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
Aim: Small cell lung cancer (SCLC) is associated with an aggressive course and short survival. Conventional chemotherapy (CT) is the mainstay of SCLC treatment. However, the majority of information on chemotherapy (CT), as well as information on demographic data of patients, is based on studies from several decades ago. In this study, we aimed to determine the current demographic and clinical characteristics of patients with SCLC and to determine their responses to the treatments.
Patients and methods: This was a retrospective, cross-sectional, cohort study. Definitions of survival were overall survival (TOS) and survival after metastasis (MOS). TOS was calculated as the time from the diagnosis to the date of death or last visit. MOS was calculated as the time from the diagnosis of metastasis to the date of death or last visit.
Results: The data of 161 patients were analyzed. Response rates obtained with 1st line CT, 2nd line CT, and 3rd line CT were 72.2%, 43.3%, and 40.4%, respectively. The median TOS and median MOS were calculated as 15.7 months (0.03-106.97) and 13.79 months (0.03-79.54), respectively. Although they were metastatic, ten patients had never received first-line CT, and the median MOS was 1.88 months and 14.62 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Twenty-one (18.9%) of the 111 patients who needed second-line treatment did not receive CT, and the median MOS was 8.39 months and 18.45 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. Eighteen of the 65 patients (27.7%) who required the third-line treatment did not receive CT, and the median MOS was found to be 15.36 months and 23.86 months, respectively, in those who did not receive CT and received CT. The presence of metastatic disease at the time of diagnosis and refusal of treatment were statistically significant parameters affecting the median TOS. And, poor performance status and refusal of treatment were statistically significant parameters parameters affecting the median MOS.
Conclusions: In this study, it was confirmed that early diagnosis of SCLC was associated with a survival advantage. It was shown that the patients who received and were able to tolerate the treatment had obtained a survival advantage, regardless of the disease phase.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
Bilsev İnce, Zeynep Altuntaş, Mehmet Dadacı, Fatma Bilgen, Tuğba Sodalı
Olgu sunumu
Özeti
Nekrotizan Fasiit Tedavisinde Debridmana Yardımcı
teknik: Çoklu Fasyotomi
SupportIve DebrIdement TechnIque In The Treatment Of NecrotIzIng
fascIItIs: MultIple FascIotomy
Nekrotizan fasiit (NF) cilt, yumuşak doku, fasya ve kasların nekrozu
ile karakterize, fulminan seyirli olabilen enfeksiyoz bir hastalıktır.
Tedavi geniş debridman ve antibioterapi olmasına rağmen, hastanın
genel durumu, kanama diatezi, kullanılan ilaçlar gibi bazı nedenlerle
hastalara genel ve/veya blok anestezisi verilemeyerek debridman
yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda hastalarda yapılabileceklerle
ilgili sınırlı bilgi ve çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalar, lokal
anestezi altında yapılacak erken fasyatominin hayat kurtarıcı
olabileceği yönündedir. Yetmiş altı yaşında erkek hasta sağ ön kol ve
kolda generalize ödem, eritem, büllü ve pürülan akıntılı lezyon tespit
edildi. Parmak testi pozitif olması üzerine NF tanısı konularak acil
operasyon planlandı. Ancak genel durum bozukluğu nedeniyle genel
anestezi verilemedi. Aspirin kullanımı nedeniyle blok yapılamadı.
Bunun üzerine lokal anestezi ile kol ve ön kola fasyotomiler açılarak
yaygın apse boşaltıldı ve kültür örnekleri alındı. Sonuç olarak NF
tedavi edilmediği takdirde ölümcül bir hastalık olup erken tanı, yeterli
debridman ve uygun antibiyotik tedavisi ile başarılı sonuçlar elde
edilebilmektedir. Ancak hızlı debridman yapılamadığı veya anestezi
verilemeyen hastalardaki NF’te çoklu fasyotomiler açılarak apsenin
boşaltılması, laboratuar bulgularında düzelme sağlayarak tedaviye
yardımcı olmaktadır. Bu gibi hastalarda fasyotomi debridman öncesi
yardımcı tedavi olarak uygulanabilir.
Necrotizing fasciitis (NF) is an infectious disease with a possible
fulminant course that it is characterized by necrosis of the skin, soft
tissues, fascia or muscle. Treatment involves extensive debridement
and antibiotherapy. Although, debridement may not always be
possible due to limitations in the administration of general and/or
block anesthesia in some patients based on such reasons as overall
health, bleeding diathesis or medications being used by the patient.
There is limited information or studies exploring possible options
in such patients, although those that are available support the lifesaving
advantages of early fasciotomies performed under local
anesthesia. A 76-year-old male patient was admitted with generalized
edema to the right forearm and arm, erythema, and a lesion with a
bulla and purulent discharge. An NF diagnosis was confirmed with a
positive finger test and emergency surgery was planned; however,
general anesthesia could not be administered due to the impaired
overall health status of the patient, who was using aspirin, preventing
blockage. Accordingly, the abscess was drained through arm and
forearm fasciotomies that were performed under local anesthesia,
and samples were obtained for culture.In conclusion, NF can be
fatal when left untreated, while successful results can be achieved
with early diagnosis, sufficient debridement and treatment with
appropriate antibiotics. That said, drainage of the abscess through
multiple fasciotomies can improve the laboratory findings and support
treatment in NF patients who cannot undergo rapid debridement or
can not tolerate general anesthesia. A fasciotomy may be performed
as a supportive treatment prior to debridement in such patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
Ayşegül Cenik, Ekrem Çiçek, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Izole Köpek Safen Veninde Hipotermi İle Noradrenalin Fenilefrin Ve Serotonin Cevaplarının Artırılması Ve Bunun Ca2+ İle İlişkisi
The Effect Of IlypomerınIa On NoradrenalIne PhenylephrIne And SerotonIn-Induced ContractIons Of CanIne Saphenous VeIn And Role Of CalcIum
Köpek safen veninden elde edilen spiral şeritler; oksijenlendirilmiş fizyolojik tuz solüsyonu içeren organ banyosuna konulup, noradrenalin, fenilefrin, klonidin ve serotonin ile kasıldı, Kasılmalar izometrik olarak kaydedildi. Banyo isısının 37r den 25r ye düşürülrnesiyle bu kasılmalarda amma gözlendi. Klonidin ile elde edilen kasılma cevapları hipotermi ile artmadı. 10-6 M verapamil ilavesinde, bu kasılmaların inhibe edilmediği gözlendi. Aynı işlem kalsiyumsuz ortamda tekrarlandığında, her üç agonist ile elde edilen kasılmalar öncekilere göre belirgin olarak küçüldü. Ancak kasılma hipotermi cevaplarında belirgin artışa neden oldu. Klonidin aynı ortamda kasılma oluşturmadı. Sonuç olarak, köpek safen veninde belirtilen agonistlerle oluşturulan kastima cevaplarinın hipotermi ile artışında hücre içi kalsiyum depolarının önemli rolünün olduğu söylenebilir
Canin saphenous vein strips were suspended in an organ chambers filled with oxygenated physiological salt solution, and isometric contractions were alsa recorded. Noradrenaline, phenylephrine and serotonin caused dose-dependent contractions which were enhanced by cooling of medium from 37 to 25 C. Clonidine also caused contractions but, these responses weren't enhanced by cooling. Both the contractions induced by these agonists and their augmentations by cooling weren't inhibited by 10- M verapamil. When these procedure were repeated in the Ca2 -free solutions, the agonists-induced contractions were smaller than that of obtained in normal mediurn. However except clonidine-induced contractions, these responses were enhanced by cooling. These results were suggested that intracellular calciurn pools rnay play a functional role cooling-induced contractions of canine saphenous vein.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
Mehmet Kayrak, Muhammet Ali Arı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu, Mehmet Yazıcı, Kurtuluş Özdemir
Olgu sunumu
Özeti
Pulmoner Embolinin Tetiklediği Miyokardiyal İskemi Üzerine Koroner Yavaş Akımın Etkisi: St Elevasyonlu Pulmoner Emboli
The Effect Of Coronary Slow Flow On MyocardIal IschemIa TrIggerIng By Pulmonary EmbolIsm: Pulmonary EmbolIsm WIth St Segment ElevatIon.
Pulmoner emboli(PE) kardiyovasküler ölüm sebepleri arasında önemli bir yer tutan patolojidir. PE emboli tanısı ve prognoz tayininde elektrokardiyografi (EKG) sınırlı değeri olan bir araç olmasına rağmen klinik olarak PE ile karışabilen miyokard infarktüsü (MI) gibi patolojilerin ayırıcı tanısında yapılması gerekli bir tetkiktir. Bu vakayı sunmamızdaki amacımız PE’nin nadirde olsa ST elevasyonlu miyokard infarktüsü EKG bulgularını taklit edebileceğini ve bunun prognoz belirteci olup olamayacağını tartışmaktır. Elli altı yaşında akut böbrek yetersizliği ve karaciğer fonksiyon bozukluğu nedeniyle dahiliye yoğun bakım ünitesinde yatmakta olan hastada yatışının ikinci günü göğüs ağrısı ve nefes darlığı gelişti. Çekilen EKG de V1- V4 derivasyonlarında yaklaşık 4mm ST elevasyonu tespit edilmesi üzerine kardiyoloji kliniği tarafından anteroseptal MI öntanısı ile devralındı. Primer Perkutan Girişim (PCI) düşünülerek koroner anjiografi yapılan hastada epikardiyal koroner arterlerde lezyon tespit edilmedi. Yatakbaşı yapılan ekokardiyografi(EKO) PE ile uyumlu idi. Hastanın daha önceki tetkiklerinde vena kava inferiorda trombüs tespit edildiği öğrenildi. Hastaya pulmoner emboli tanısı konulup pulmoner embolektomiye alınırken arrest gelişti ve kaybedildi. Olgumuzu ilgi çekici hale getiren PE de sadece vaka bildirileri şeklinde yayınlarda yeralan anterior MI’ı taklit eden ST elevasyonunun görülmesidir. Bizim vakamız ve bildirilmiş olan diğer vakalar beraber değerlendirildiğinde MI’ı taklit eden ST elevasyonunun PE de görülebileceği, prognoz açısındanda yol gösterici olabileceği düşünülmelidir
Pulmonary embolism(PE) is a serious disease which is one of the most important reason of cardiovascular mortality. In spite of the fact that electrocardography(ECG) has a limited effect on the diagnosis and determination of the prognosis of PE, it is an essential method for clinically differentiating PE from other diseases that might be confused with PE, such as myocardial infarction(MI) .The aim of this case report presentation is to discuss whether this stuation might be a marker on determination of the prognosis.and the fact that PE could mimic the ECG findings of ST elevation myocardial infarction even though it is rare. Fifty six years old patient with acute renal failure and disorder of liver dysfunction, who had been treating in intensive care unit of internal medicine department, complained about chest pain and shortness of breath occuring on second day of his admission to the hospital. The patient was taken from cardiology department with anteroseptal MI prediagnosis after evaulation of the ECG demonstrating about 4 mm ST elevation in V1-V4 precordial derivations. Coronary angiography was performed to the patient being thought to whom primary percutaneous coronary intervention might be neccessary and there was not any lesion determined in epicardial coronary arteries. The parameters obtained from transthoracic echocardiographic evaulation of the patient was corcordant with the diagnosis of PE. It was understood from the imaging reports performed previously that trombus in vena cava inferior had been detected. The patient had cardiac arrest and died while he was being prepared for the pulmonary embolectomy operation after diagnosing of PE. The aspect which made our case report more attractive is that there were only various case reports published about PE in literature, which indicateST elevationmimicing anterior myocardial infartion. It is thought that this situation might be observed in PE and might guide for determination of the prognosis as well when this case report is evaulated together with the other ones.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beta-Talasemi Majorlu Çocuk Hastalarda Karotis İntima Media Kalınlığı Ve Paroksanaz Aktivitesi
Hasan Cece, Alpay Çakmak, Sema Yıldız, Ekrem Karakaş, Ömer Karakaş, İsmail Toru, Ahmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Beta-Talasemi Majorlu Çocuk Hastalarda Karotis İntima Media Kalınlığı Ve Paroksanaz Aktivitesi
CarotId IntIma-MedIa ThIckness And Paraoxonase ActIvIty In BetathalassaemIa Major ChIldren.
Bu çalışmanın amacı Beta talesemi majorlu (BTM) çocuk hastalarda paroksanaz (PON 1) ve karotis intima media kalınlığının(KİMK) arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir. 50 BTM hastası (7.2±5.3 yıl, 34 erkek ve 16 kız) ve 35 kontrol (7.9±2.1 yıl, 23 erkek ve 12 kız) çalışmaya alındı. Tüm olgularda serum PON1 ve KİMK ölçüldü. Ortalama KİMK BTM li hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı artmıştı (P
The aim of this study was to research the relationship between the difference in carotid intima media thickness and paraoxonase (PON1) in beta-thalassaemia major (BTM) children. We recruited fifty BTM patients (7.2±5.3 years, 34 boys and 16 girls) and 35 controls (7.9± 2.1 years, 23 boys and 12 girls) consecutively. In all subjects, serum PON1 activity and CIMT were measured. Mean CIMT was significantly increased in BTM patients relative to controls (P
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
Hasan Esen, Metin Çapar, Gülşah Şafak
Olgu sunumu
Özeti
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
FlorId ReactIve LymphoId HyperplasIa (lymphoma-LIke LesIon) Of UterIne CervIx
Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazisi (lenfoma benzeri lezyon), başlıca kadınların üreme dönemlerinde görülen reaktif bir olaydır. Histolojik olarak bu lezyonlar lenfomaya benzer. Bu lezyonların etyolojileri multifaktöriyeldir fakat çoğu olguda neden tespit edilememiştir. 49 yaşında bayan hasta adet düzensizliği ve pelvik ağrı şikayetleri nedeni ile başka bir merkeze başvurmuş. Serviks biopsisi yapılmış ve biyopsi sonucu, serviks karsinomu ile uyumlu olarak rapor edilmiş. Hastanemize başvuran hastaya bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. BT’ de serviks hipodens ve volümü artmış görünümde idi. Probe küretaj, endoservikal küretaj ve vajinal smearinde spesifik bir özellik görülmedi. Mevcut bulgular ve şikayetleri sonrası hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi yapıldı. Makroskopik olarak serviks büyümüş ve düzensiz görünümdeydi. Subserozal yerleşimli bir adet 1,8 cm çapında myom tespit edildi. Histopatolojik incelemede serviks epitelinde erezyon ve epitel altında yoğun lenfoid hücre infiltrasyonu görüldü. Görünüm lenfomaya benzemekteydi fakat İmmunhistokimyasal CD3 ve CD20 boyamalarda lenfoid hücrelerde heterojen boyanma görüldü. Bu bulgular sonucunda olgu lenfoma benzeri lezyon olarak rapor edildi. Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazileri reaktif lezyonlardır. Yanlış tanıdan kaçınmak için; dikkatli klinik, histolojik ve immunfenotipik korelasyon gereklidir. İmmunhistokimyasal reseptör çalışmaları bu olgularda en güvenilir tanı yönetimidir.
Florid reactive lymphoid hyperplasia of uterine cervix is a reactive inflammatory process that mainly occurs in women during their reproductive years. These lesions are histologically similar to lymphoma. Etiology of these lesions are multifactorial but in many cases the cause has not been identified. A 49-year-old female patient admitted to another center with menstrual irregularity and pelvic pain complaints. A cervical biopsy was performed in that examination and the biopsy findings were compatible with cervix carcinoma. The patient referred to our hospital and computerized tomography(CT) was performed. At CT imaging cervix was hypodense and there was an enlargement in cervical volume. There were no specific findings in patient’s endometrial curettage, endocervical curettage and vaginal smear preparations. After the current findings and complaints of the patient, total abdominal hysterectomy and bilaterally Salpingo-oophorectomy were performed. Cervix was enlarged and it was in irregular appearance in the macroscopic examination. A subserosal located myoma in 1,8 cm diameter was detected. In the histopathological examination, erosion of cervical epithelium and dense lymphoid cell infiltration was observed under the epithelium. The appearance was similar to lymphoma, but immunohistochemical staining of CD3 and CD20 staining was heterogeneous in lymphoid cells. As a result of these findings, the case was reported as lymphoma-like lesion. Florid reactive lymphoid hyperplasia of cervix uteri are reactive lesions. Careful clinical, histologic and immunphenotypic correlations are required to avoid misdiagnosis. Immunohistochemical receptor studies are the most reliable diagnosis and management method of these cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
Mehmet Ünlü, Ünal Şahin, Ahmet Akkaya
Araştırma makalesi
Özeti
Koah'lı Hastalarda İnhalasyon Aletlerinin Yanlış Kullanılmasına Eğitimin Katkısının Araştırılması
InvestIgatIon Of EducatIon On MIsuse Of Inhalers By PatIents WIth ChronIc ObstructIve Lung DIsease
İnhaler steroidler ve bronkodilatörler obstrüktif havayolu hastalıklarının tedavisinde oldukça etkilidirler. Tedavi yetmezliği sıklıkla hastaların kötü uyumuna veya inhalerlerin yanlış kullanımına bağlıdır. Yatarak tedavi gören KOAH’lı hastaların sıklıkla reçete Eğitim verilmesinin hata düzeylerinde anlamlı düzeyde azalmaya yol açtığı gözlemlendi.edilen inhaler aletlerin (ölçülü doz inhaler, turbuhaler, diskus) kullanımıyla ilgili bilgi ve becerilerini araştırdık. On dört KOAH’lı olgu çalışmaya alındı. Hastalara inhaler aletlerin kullanılmasını basamaklı olarak göstermesi istendi. İnhalasyon tekniği 10 basamakta değerlendirildi. Doğru kullanma 10 puan üzerinden değerlendirildi. Çalışma sonunda olgularda inhalerlerin yanlış kullanım oranının yüksek olduğu görüldü.
Aerosol glucocorticoids and bronchodilators are highly effective in the treatment of obstructive lung disease. Treatment failures can often be attributed to poor patient compliance or incorrect use of the inhaler. IVe surveyed the patients with chronic We showed that training in application associated with demonstration and subsequent exercise reduces the error ratio to a tolerable level in COPD patients.obstructive pulmonary disease (COPD) to assess their knovvledge of and ability to use four widely used inhaler devices; metered-dose inhaler, turbuhaler and diskus. Fourteen paitents with COPD were asked to demonstrate the use of each device using placebo inhalers. The inhalation technique was assessed in ten steps. Correct use was considered if 10 points were obtained. This study showed a high incidence of incorrect usage of inhalers amongst COPD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Klınigimızde Ultrasonografı Rehberlıgınde Uygulanan Perkutan Nefrostomıler
Talat Yurdakul, Giray Karalezli, Şenol Ergüney, Ali Acar, Saim Açıkgözoğlu, İbrahim Ünal Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Klınigimızde Ultrasonografı Rehberlıgınde Uygulanan Perkutan Nefrostomıler
Percutaneous NephrostomIes ApplIed In Our ClInIcs.
10 hastaya uygulanan 18 perkiitannefrostomi i§lerni sunuldu. Giri§imier 2 vaka hark lokal anestezi alunda ye turn olguarda ultrasonografi e§liginde Turn vakalarda bobreg in yeterli drenajl saglandi. Hid komplikasyonla karpla§ilmadz.
Experience with 18 percutaneous nephrostomy performed in 10 cases is presented. Interventions were performed under local anesthesia except 2 cases and guided ultrasonography. Adequate drainage of the kidney was obtained in all patients. No complications were encountered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
Recep Bedir, Hasan Güçer, Hakkı Uzun, İbrahim Şehitoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Prostatın Müsinöz Adenokarsinomu
MucInous AdenocarcInoma Of The Prostate
Prostat kanseri dünyada erkeklerde cilt kanserlerinden sonra en sık görülen kanserdir. En sık görülen histolojik tip asiner adenokarsinomlar olup, müsinöz adenokarsinom çok daha nadir görülen bir alt tiptir. Burada 64 yaşında prostatın benign hiperplazisi nedeni ile ameliyat edilen ve rezeksiyon materyalinin histopatolojik incelemesinde müsinöz adenokarsinom tanısı alan bir olgu literatür eşliğinde tartışılmıştır.
Prostate cancer is the most common cancer after the cutaneous cancers in men worldwide. Acinar adenocarcinomas are the most common histologic type and musinous adenocarcinomas are very rare seen subtype. Here we discuss a 64-year-old man operated benign prostatic hyperplasia case whose resection material’s histopathological examination diagnosed as musinous adenocarcinoma with other literature findings.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İzole Ettiğimiz Candida Albicans Suşlarının Yeniden Değerlendirilmesinde Ne Kadarı Candida Dubliniensis Olarak Belirlendi.
Zafer Çetinkaya, Semra Kurutepe, Beril Özbakkaloğlu, Kenan Dereli, Süheyla Sürücüoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
İzole Ettiğimiz Candida Albicans Suşlarının Yeniden Değerlendirilmesinde Ne Kadarı Candida Dubliniensis Olarak Belirlendi.
ReevaluatIon Of CandIda AlbIcans StraIns For The IdentIfIcatIon Of CandIda DublInIensIs
Bu çalışmanın amacı Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Klinik Mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen klinik örneklerden infeksiyon etkeni olarak tanımlanan Candida albicans suşları arasında Candida dubliniensis suşunun olup olmadığını araştırmak ve tür belirlenmesinde CHROMagar Candida besiyerinin güvenirliliğini saptamaktır. Çalışmamızda Candida albicans olarak izole ettiğimiz 140 suşun retrospektif olarak değerlendirilmesi; API 20C AUX, CHROMagar Candida, metil blue-Sabouraud dextroz agar, pirinçunu Tween-80 agar, 42 °C ve 45° C’ de Sabouraud dextroz agar besiyerlerinde üreme durumlarına göre yapılmıştır. Yüzkırk adet suşun ikisi (% 1.4) Candida dubliniensis, 138’i (% 98.6) Candida albicans olarak tanımlanmıştır. Sonuç olarak Candida albicans ve Candida dubliniensis’in tür ayrımında CHROMagar Candida ve 45°C Sabouraud dextroz agar yöntemlerinin birlikte kullanılmasının tanı özgürlüğü, maliyet ucuzluğu ve uygulama kolaylıklarından dolayı rutin tanıda kullanılmasının uygun olacağı kanısına varılmıştır.
The aim of this study was to find out whether there is Candida dubliniensis strain in the clinical preperations from Celal Bayar University Faculty of Medicine Hospital Clinical Mycology Laboratories identified as Candida albicans strains and to determine the reliability of the CHROMagar Candida medium for identification of the species. In our study the evaluation of 140 isolated strains of Candida albicans was performed retrospectively according to the growth profiles obtained by API 20C AUX, CHROMagar Candida methyl-blue Sabouraud dextrose agar, rice flour Tween-80 agar and Sabouraud dextrose agar at 42°C and 45°C. Two (1.4%) of 140 strains were identified as Candida dubliniensis while 138 (98.6%) were identified as Candida albicans. It is concluded that combined use of CHROMagar Candida and Sabouraud dextrose agar at 45 °C in the diferentiation of Candida albicans and Candida dubliniensis strains is convenient in the routine diagnosis based in its specificity cost-effectiveness and simplicity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
Bayram Metin, Sami Ceran, Bayram Altuntaş, İsa Döngel
Olgu sunumu
Özeti
Üç Olguda Perikardiyal Kist Ve Divertiküller
PerIcardIal Cysts And DIvertIcula In Three Cases
Perikardial kist ve divertiküller tüm mediastinal kitlelerin
yaklaşık olarak %7’ lik bir kısmını oluştururlar. Perikardiyal kist ve
divertiküller çoğunlukla sağ kardiyofrenik sinüste yer almakla birlikte,
sol kardiyofrenik sinüs, superior mediasten, aortik ark seviyesi ve sol
hilusda da yer alabilirler. Perikardiyal kist ve divertiküller birbirine
yapı, lokalizasyon ve semptom olarak benzer lezyonlardır. Tanılarında
radyografi, BT ve MRG’ nin demostratif önemi vardır. Biz burada üç
olgu üzerinden mediastinal kistik lezyonların ayrıcı tanısında önemli
yer tutan perikardiyal kist ve perikardiyal divertiküllerin semptom,
tanı ve tedavi yönünden benzerliklerine ve farklılıklarına değinmek
istedik.
Pericardial cysts and diverticula compose %7 of all mediastinal
masses. Pericardial cysts and diverticula are generally present
at right cardiophrenic sinus also within left cardiophrenic sinus,
superıor mediastinum, aortic arch level and left hilum. Pericardial
cysts and diverticula are lesions which resemble themselves in
shape, localiaztion and symptoms. Radiography, CT and MRI has
demonstrative importance in their diagnosis. We want to present
similarities and differences of symptoms, diagnosis and treatment
of pericardial cysts and diverticula which are important in differential
diagnosis of mediastinal cystic lesions within these 3 cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
Bülent Baysal, A. Zeki Şengil, Mahmut Baykan, Ahmet Saniç
Araştırma makalesi
Özeti
Ofloxacın, Amoxıllın 4- Clavulonıc Asıd, Gentamıcın Ve Tetracyclıne'in Tüberküloz Basilleri Üzerıne In Vitro Etkılerı
In VItro Effect Of OfloxacIn, ArnoxIllIn + ClavıtIonIc AcIde, GentaınIcIn And TetracyclIne On MetuberculosIs
Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Tuberküloz Laboratuvarzina başvuran hastalardan izole edilen 80 adet tuberküloz basilinin ofloxa-. cin, amoxcillin + clavulonic asid (AC), gentarnicin ve tetracycline'e duyarlılıkları in vitro olarak çalıştImıştır. Ayrica, bulgular antitüberküloz ilaçların etkileri ile karştlaştırılmıştır. Basiller antibiyo-tiklerin standart MIC'deki dozları içinde yalnızca ofloxacinğe duyarlı bulunmuştur (%100). AC, gen-,tarnicin ve tetracycline'e yüksek direnç görültnüş; diğer bütün ilaçlara hassas olan s9larin bunlara da hassas olduğu gözlenmiştir.
In vitro antituberculous activity of ofloxacin, amoxycillin plus clavulonic acid (AC), gentamycin and tetracycline was determined using mycobacterium tuberculozis isolated from 80 patients who were accepted to the University Hospital. The study was carried ot in the tuberculous Laboratory of Microbiology and Clinical Microbiology Department, The School of Medicine, Selçuk University, Konya. Additionaly, the sensitivity of the strains obtained from patients were also studied and determined with other antituberculous drugs. Antituberculous activity of oflaxacin was found to be 100% according to the standart MIC values and the other antibotic have shown varying degree of antituberculous activities. Higher resistances of strains were found for AC, gentamycin and tetracycline. Interestingly, the strains that are sensitive to AC, gentamycin and tetracycline are found to be sensitive to the antituberculous drugs.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
Selvi Gülaşı, Ümit Çelik
Derleme
Özeti
Yenidoğanlarda Antifungal İlaç Kullanımı
The Use Of AntIfungal Drugs Used In Newborn
İnvaziv candidiyazis, çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde nozokomiyal sepsislerin yaklaşık
%10’undan sorumlu olup ciddi morbidite ve mortalite nedenidir. Son yıllarda Candida türleri
için kullanılan antifungal ilaçlarla ilgili bilgiler artış olmakla birlikte etkinlik ve güvenilirlik
ile ilgili çalışmalar ve sonuçlar hala yetersizdir. Çalışmaların çoğu farmakokinetik ve
farmakodinamik değerlendirmelere odaklanmıştır. Neonatal candidiyazisin yenidoğandaki
farklı patofizyolojisi nedeniyle etkinlik erişkin çalışmalarından yapılacak çıkarımlarla
değerlendirilemez. Şu ana kadar amfoterisin B deoksikolat, flukonazol ve mikafungin
yenidoğan invaziv candidiyazis tedavisi için önerilen ilaçlar olarak görünmektedir. Burada
tıbbi literatür taranarak yenidoğanda antifungal ilaçların kullanımı ile ilgili son bilgiler
derlenmiştir.
Invasive candidiasis is responsible for about 10% of nosocomial sepsis and it continues to be
significant cause of serious morbidity and mortality in very low birth weight infants. Alhough
the informations about the antifungal drugs which used for Candida species are increasing,
studies and conclusions about the efficacy and safety are still insufficient. Most of the studies
have focused on the pharmacokinetic and pharmacodynamic evaluations and obtained from
adult patients. However, efectiveness of the therapy can not be same in newborns due to
the different pathophysiology of neonatal candidiasis in newborn, the inferences can not
be considered from adult studies. Until now, amphotericin B deoxycholate, fluconazole and
micafungin seems to be effectivev therapy for the treatment of neonatal invasive candidiasis.
Herein, the medical literature has been scanned and compiled with the latest information
about the use of antifungal agents in newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
Müslim Yurtçu, Hüseyin Tokgöz, Hatice Toy
Olgu sunumu
Özeti
Seyrek Görülen Bir Disgerminom Olgusu: Dev Bir Karın İçi Kitle
A Rare PresentatIon Of DysgermInoma: A GIant AbdomInal Mass
14 yaşında bir kız çocuğunda dev over tümörü nedeniyle karında kitleye neden olan nadir bir olguyu sunmaktayız. Fizik muayenede karında distansiyon ve sert kıvamda palpabl kitle saptandı. Abdominal ultrasonografi (USG) ve bilgisayarlı tomografi (BT)’de sol over kaynaklı, karnı tümüyle dolduran dev kitle tespit edildi. Tetkikleri tamamlanan hastanın elektif şartlarda laparatomisi yapılıp, overleri ve her iki tubası izlenerek sol over kaynaklı solid kıvamdaki kitleye ulaşıldı. Sol salpingoooferektomi yapılarak kitle total olarak çıkarıldı. Kitlenin histopatolojik muayenesinde disgerminom tanısı konuldu. Hasta kemoterapi almak üzere Çocuk Hematoloji-Onkoloji Polikliniği’ne başvurmak üzere taburcu edildi. Disgerminom, adolesan döneminde karın içi dev kitle ile başvuran kızların ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
We aimed to present a rare case with giant ovarian tumor which causes intraabdominal mass in a 14-year-old girl. On examination, there were abdominal distension and a palpable solid mass in abdomen. On abdominal ultrasonography (US) and computed tomography (CT) examination, a giant mass, which covers all intraabdominal cavity, was identified in the abdomen. Laparatomy was carried out in elective conditions after all tests had been performed. The mass originated from left ovary was excised totally via left salpingoooferectomy, following both ovaries and both tuba uterinas. The operative diagnosis of dysgerminoma was confirmed with histopathologic examination. Chemotherapy was scheduled by Hematology-Oncology Department. Dysgerminoma should be considered in the differential diagnosis of the girls who are admitted with the intraabdominal giant masses.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Osman Koç, Ganime Dilek Emlik, Hamdi Arbağ, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Benign Paranazal Sinüs Lezyonlarının Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Ve Manyetik Rezonans Görüntüleme
Computed Tomography And MagnetIc Resonance ImagIng In The DIagnosIs Of BenIgn Paranasal SInus LesIons
Amaç: Bu Çalışmada, benign paranazal sinüs (PNS) lezyonlarının tanısında bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntülemenin (MRG) katkıları araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Ocak 2001 – Şubat 2004 tarihleri arasında klinik bulgularına göre nazal kavite, PNS veya komşu yapılara ait benign lezyon olduğu düşünülen 30 olgu incelendi. Olguların tümüne BT ve MRG incelemeleri yapıldı. BT ve MRG’de lezyonların iç yapı karakteristikleri, yerleşim yerleri ve patolojik tanıya giden radyolojik görünümleri değerlendirildi. Bulgular: Histopatolojilerine göre lezyonlar; mukosel 8, odontojenik kist 4, fibröz displazi 3, interted palillom 2, hemanjiom 2, menenjiom 2, kondrom 2, şıvannom 1, osteom 1, osteokondrom 1, paget hastalığı 1, ameloblastom 1, dev hücreli tümör 1, santral dev hücreli granülom 1 adet idi. Patolojik sonuçlara göre değerlendirildiğinde BT ve MRG’nin duyarlılıkları sırasıyla %86,6 ve %83,3 olarak bulundu. Radyolojik olarak malign özellik gösteren 3 olguda (1 dev hücreli tümör, 2 inverted papillom) doğru tanı histopatolojik olarak kondu. Sonuç: BT, kemik ekspansiyon ve destrüksiyonlarını, kemik kaynaklı tümörleri ve tümör içi kalsifikasyonları göstermede etkin bir yöntemdir. MRG ise kistik lezyonların iç yapılarını, tümör içi hemorajileri ve tümör-inflamasyon ayrımını daha iyi gösterir. Bu yüzden benign PNS lezyonlarını değerlendirmede BT ve MRG birlikte kullanılmalıdır.
Purpose: In this study, contrubitions of computed tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) were researched in the diagnosis of benign paranasal sinüs (PNS) lesions. Materials and methods: According to the clinical findings, between January 2001 – February 2004, 30 cases have been studied who were thought to have benign lesions belonging to nasal cavity, PNS or neighboring structures. CT and MRI studies are made to the all case. Inner structure characteristics, locations and radiological apperarances coursing pathological diagnosis of lesions in CT and MRI have been assessed. Results: The histopathological diagnoses of lesions were mucocele (8), odontogenic cysts (4), fibrous dysplasia (3), inverted papilloma (2), hemangioma (2), menengioma (2), schwannoma, osteoma, osteochondroma, paget disease, ameloblastom, giant cell tumor, central giant cell granuloma. Whwn assessed according to pathological results, sensitivity of CT and MRI were found to be 86.6% and 83.3% respectively. In 3 cases showing radiological malign feature (1 giant cell tumor, 2 inverted papillomas) the correct diagnosis was made histopathologically. Canclusion: CT is an effective method to show bone expansion and destructions, tumors originated from bone and intratumoral calcifications. MRI offers better the inner structures of cystic lesions, intratumoral hemorhages and differentiation of tumor from inflammation. Therefore, CT and MRI should be used jointly in the evaluation of the PNS lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyomegaliyi Taklit Eden Asemptomatik Dev Timolipoma: Direkt Grafi, Bt Ve Mrg Bulguları
Abdussamet Batur, Mehmet Emin Sakarya, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Kardiyomegaliyi Taklit Eden Asemptomatik Dev Timolipoma: Direkt Grafi, Bt Ve Mrg Bulguları
AsymptomatIc GIant ThymolIpoma MImIckIng CardIomegaly: DIrect Graphy, Ct And MrI FIndIngs
Kardiyomegali görünümüne yol açan, asemptomatik, dev timolipoma olgusunun görüntüleme bulgularını sunmak. Rutin kontrol amacıyla çekilen posterior-anterior (PA) akciğer grafisinde kardiyomegali tespit edilen 32 yaşındaki erkek hastada yapılan incelemede parakardiyak kitle izlendi. Yapılan bilgisayarlı tomografik (BT) görüntülemede; ön mediasten yerleşimli, düzgün sınırlı, komşu yapılara belirgin invazyon göstermeyen, fibröz komponent de içeren yağ dansitesinde kitle görüldü. Lezyon tanısı transtorasik biyopsi sonrası histopatolojik incelemeyle timolipoma olarak raporlandı. Operasyon öncesi lezyon sınırlarının detaylandırılması amacıyla elde olunan manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkikinde; T1 ve T2 ağırlıklı imajlarda hiperintens, yağ baskılı T2 ağırlıklı görüntülerde baskılanan, komşu yapılara invazyon göstermeyen kitle saptandı. Esnek özellik gösteren timolipomalar büyük boyutlara ulaşmasına rağmen bulgu vermeyebilir. Direkt grafide kardiyomegaliyi taklit edebilir. BT’de yağ dokunun gösterilmesi tanıda yardımcıdır. Lezyon sınırlarının tam olarak belirlenmesinde MRG değerli bilgiler verir.
Demonstrating the imaging findings of asymptomatic giant thymolipoma mimicking cardiomegaly is aimed. A paracardiac mass was detected with 32-year-old male patient afterwards demonstration of cardiomegaly on a posterior-anterior (PA) chest x-ray examination taken for a routine control. Computed tomography (CT) showed a mass, localized in the anterior mediastinum, with smooth margins, showing no significant invasion of adjacent structures, and including fat density with fibrous component. The diagnosis was reported as thymolipoma histopathologically after transthoracic biopsy. On a preoperative magnetic resonance (MR) examination, taken for detailing the limits of the lesion, the mass showed hyperintensity on both T1 and T2 weighted images, and suppression on fat saturated T2 weighted images. No invasion of adjacent structures was detected. A thymolipoma may reach a large size without symptoms due to its great pliability. It can mimic cardiomegaly on x-ray images. Adipose tissue on CT is helpful in the diagnosis. MRI gives valuable information in determining the exact boundaries of the lesion.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
Ali Sami Kıvrak, Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Kemal Ödev, Mehmet Kılınç
Araştırma makalesi
Özeti
Mesane Tümörlerinin Tanısında Sanal Bt Sistoskopi Ve Konvansiyonel Sistoskopi Bulgularının Karşılaştırılması
ComparIson Of Ct VIrtual Cystoscopy And ConventIonal Cystoscopy In DIagnosIs Of Bladder Tumors
Amaç: Bu çalışmanın amacı, mesane tümörlerinin tespitinde kontrast madde doldurularak yapılan sanal sistoskopinin etkinliğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Ağrısız hematüri şikayeti bulunan ve mesane kanseri düşünülen ardışık 36 olgu (28 erkek ve 8 kadın; yaş aralığı, 51–82; ortalama ± SD, 65 ± 7) sanal sistoskopi ile değerlendirildi. İntravenöz yoldan verilen kontrast madde ile dolan mesane, tek kesitli spiral bilgisayarlı tomografi (BT) ile 2 mm kesit kalınlığında incelendi. BT tarama bilgileri, gölgeli yüzey gösterimi metodu kullanılarak yapılacak olan interaktif navigasyon işlemi için iş istasyonuna aktarıldı. Tüm olgular konvansiyonel sistoskopi ile incelendi. Sanal sistoskopi sonuçları konvansiyonel sistoskopi sonuçları ile karşılaştırıldı. Bulgular: Yirmi sekiz olguda konvansiyonel sistoskopide görülen 78 mesane tümörünün 71'i sanal görüntülerde de izlendi. Olguların 5'i hem konvansiyonel hem de sanal sistoskopide normal görünmekteydi. Sanal sistoskopide, 5 mm ve daha küçük çaptaki 12 lezyonun 7’si tanımlanabildi. Çalışmamızda sanal sistoskopide mesane lezyonlarının tanımlanmasında aşağıdaki istatistiksel değerleri bulduk: Sensitivite %94, spesifisite %90, pozitif prediktif değer %87, negatif prediktif değer %93 ve doğruluk %93. Sonuç: BT sanal sistoskopi, 5 mm ve daha büyük mesane tümörlerinin görüntülenmesinde başarı ile kullanılabilen noninvaziv bir yöntemdir.
Aim: The purpose of this study was to investigate the value of contrast material-filled virtual cystoscopy in the detection of bladder tumors. Material and method: Thirty-six consecutive patients (28 male and 8 female; range age, 51-82 years; mean age ± SD, 65 ± 7 years) who had painless hematuria and suspected to have bladder neoplasm prospectively evaluated with virtual cystoscopy. After the intravenous injection of contrast medium, the contrast material-filled bladder was examined with single detector helical computed tomography (CT) scan with 2-mm slice thickness. Source CT data were transferred to a workstation for interactive navigation using surface rendering. All patients also underwent conventional cystoscopy. The results of virtual cystoscopy were compared with the findings of conventional cystoscopy. Results: Seventy-one of 78 bladder tumors detected with conventional cystoscopy in 28 patients were also shown on virtual images. Five patients had a normal appearance on both conventional cystoscopy and virtual cystoscopy. On virtual cystoscopy, seven of the 12 lesions 5 mm or smaller in diameter could be identified. We found the following statistical values for the identification of bladder lesions on virtual cystoscopy: sensitivity, 94%; specificity, 90%; positive predictive value, 87%; negative predictive value, 93%; and accuracy 93%. Conclusion: CT virtual cystoscopy is a noninvasive technique which is used successfully for detection of bladder tumors larger than 5 mm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omirilik Sıvısı Laktik Dehidrogenaz Enzim Düzeylerı
Sadık Büyükbaş, Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Elif Gürel, Mehmet Akdoğan, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omirilik Sıvısı Laktik Dehidrogenaz Enzim Düzeylerı
CerebrospInal FluId Lactate Dehydrogenase Enzyme Levels In PalIents BacterIal And AseptIc MenIngItIs
Bakteriyel menenjit ve aseptik menenjit ayrıcı tanısı için beyin omurilik sıvısı (B.O.S.) taktik dehidrogenaz (LDH) enzim düzeyi araştırıldı. B.O.S. LDH enzim düzeyleri; 30 normal, 14 bakteriyel menenjit ve 14 aseptik menenjit olmak üzere toplam 58 pediatrik vakada saptandı. B.O.S. LDH düzeyleri; kontrol grubunda 25,02±9,47 IUIL, bakteriyel menenjit grubunda 119,26±41,34 IUIL ve aseptik menenjit grubunda 403112,61 11.111, olarak bulundu. Karşılaştırma yapıldığında normal ve aseptik menenjit gruplarına kıyasla bakteriyel menenjit grubunun B.O.S. LDI1 enzim düzeyleri belirgin olarak daha yüksektir (p<001). Bu verilere dayanarak B.O.S. LDH enzim düzeylerinin saptanmasının bakteriyel menenjitin aseptik menenjitten ayırıcı tanısında yardımcı olabileceği kanaatindeyiz.
Cerebrospinal fluid lactate dehydrogenase (LDH) enzyme levet was investigated in this research for the differential diagnosis of bacterial and aseptic meningitis. LDH enzyme levels in CSF were determined in a group of 58 pediatric cases which were constituted of 30 normal imdividuals, 14 patients with bacterial meningitis and 14 patients with aseptic meningitis. The values of CSF LDII levels in normal group, bacterial meningitis group and aseptic meningitis group were obtained as 25,02 ±9 ,47 IUIL, 119,26 ±41,34 IUIL, ± 0 ÷ ,61 IUIL, respectively. In the levels of LDH enzyme ,in CSF of bacterial meningitis cases, a significant difference was found in comparison to the other groups which were normal individuals and aseptic meningitis cases (p<0,001).Based on these findings, it is concluded that the determinations of LD11 levels of CSF are helpful in differentiating bacterial from aseptic meningitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
Hilal Evcil, Mehmet Ali Malas
Derleme
Özeti
Gebelikte Beslenmenin Fetal Büyüme Üzerine Etkileri
The Effects Of NutrItIon In Pregnancy On The Fetal Development
Amaç: Bu derlemede, daha önce yapılan gebelikte beslenmenin fetal büyümeye etkilerinin araştırıldığı literatür çalışmalarının gözden geçirilmesi amaçlandı. Ana bulgular: Yapılan bu çalışmalarda; gebelikte, maternal yaş, beslenme ve stres gibi faktörlerin fetal gelişim üzerine olumsuz etkilerinin olabileceği belirtilmektedir. Gebelik öncesinde ve gebelikte maternal beslenmenin rolü çok önemlidir. Gebe kadınlara önerilen diyet birkaç istisna dışında normal kadınların diyetleri ile benzerdir ve tavsiye edilen sağlıklı ve dengeli beslenmedir. Bununla beraber doğum defektleri riskinin azalmasına yardımcı olan vitamin ve minerallerin gebelikte günlük alımları ile ilgili öneriler bulunmaktadır. Gebeliğin başlangıcında maternal beslenme durumu fetal büyüme ve gelişme için önemli bir belirteçtir. Literatürde maternal beslenme ile düşük doğum ağırlığı, intrauterin gelişme geriliği ve spontan abortus ile ilişki belirtilmiştir. Ayrıca maternal beslenme nöral tüp defekti, yarık damak-dudak, kardiyovasküler, respiratuvar, üriner ve santral sinir sistemi defektleri gibi doğumsal defekt çeşitleri ile de ilişkilidir. Sonuç: Bu nedenle, maternal beslenmenin fetus üzerindeki etkilerinin araştırılması için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: The aim of this review is to evaluate recent literature regarding effects of nutrition on fetal development. Main findings: Previous studies show that maternal factors such as age, nutrition, and stress are able to have negative effects on fetal development during pregnancy. The role of maternal nutrition on human pregnancy is still unclear but undoubtedly crucial. The dietary recommendations for pregnant women before and during pregnancy are similar to those for other adults, with a few exceptions. The main recommendation is to keep a healthy and balanced diet; however, there are some specific recommendations related to daily supplementation of minerals and vitamins during pregnancy to reduce the risk of birth defects. Maternal nutritional status during the period of conception is an important determinant of fetal growth and development. The relationship between maternal nutrition and low birth weight, intrauterine growth retardation, and spontaneous abortus are reported in the literature. Furthermore, maternal nutritional factors associated with different kinds of birth defects such as neural tube defects, oral cleft, cardiovascular, central neural, respiratory, and urinary system defects. Result: Therefore, further researchs are need for the effects of maternal nutrition on fetal growth
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
Bilsev İnce, Pembe Oltulu, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, Recep Aydın
Araştırma makalesi
Özeti
Üst Kol İnceltilmesinde Ultrasonik Liposakşın
ile Konvansiyonel Liposakşının Etkinliklerinin
karşılaştırılması
ComparIson Of The EffectIveness Of UltrasonIc LIposuctIon And
conventIonal LIposuctIon In ThInnIng Of Upper Arm
Vücut şekillendirme cerrahisinde ultrason yardımlı liposakşın kullanımının
konvansiyonel liposakşına göre daha az kan kaybı yarattığı ve daha fazla
cilt kontraksiyonu oluşturduğu iddia edilmesine karşın kol sarkıklığının
tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşının etkinliklerinin
karşılaştırılmasıyla ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada, kol
sarkıklarının tedavisinde ultrasonik liposakşın ile konvansiyonel liposakşın
tedavilerinin etkinlikleri ile komplikasyonlarının ve kanama miktarlarının
karşılaştırılması amaçlandı. 2012-2016 tarihleri arasında kolda sarkma
şikayetiyle başvuran ve liposakşın ile tedavi edilen 20 hasta çalışmaya dahil
edildi. Çalışmada, ultrasonik liposakşın (Grup 1; n:10) ve konvansiyonel
liposakşın (Grup 2: n:10) yapılanlar olarak ayrıldı. Hastada nekroz olması
major komplikasyon, seroma, hematom, asimetri ve deride pürüz olması ise
minör komplikasyon olarak tanımlandı. Ameliyat bitiminde ve ameliyat sonrası
1. yıl sonunda her iki gruptaki hastaların her iki kolunun en kalın olduğu yerler
tekrar ölçüldü. Her hasta için intraoperatif lipoaspiratlarından 5 ml örnek alındı.
Örnekler hematoksilen eozin ile boyandı ve birim alandaki eritrosit sayıları
belirlendi. Grup 1’de hastaların 4’ü Triceps Deri Klasifikasyonuna göre Tip 2,
3’ü Tip 3, 3’ü Tip 4 olarak tespit edildi. Grup 2’de hastaların ise 3’ü Tip 2,
3’ü Tip 3 ve 4’ü Tip 4’tü. Hastaların ortalama kol çevreleri Grup 1’de 36 cm
(minimum 32 - maksimum 40), Grup 2’de ise 35 cm (minimum 31 - maksimum
39) olarak tespit edildi. Ameliyat bitiminde hastaların ortalama kol çevresi Grup
1’de 31 cm (minimum 28 - maksimum 32) iken Grup 2’de 32 cm (minimum
28 - maksimum 33) olarak ölçüldü. Ameliyat sonrası 1. yıl sonunda Grup 1’de
ortalama kol çevresi 30 cm’e düştü, Grup 2’de ise 31.8 cm idi. Grup 2’de
cm2
’de hesaplanan eritrosit sayısı 40’lık büyütmede (HPF: high power field)
ortalama 50-60/1HPF iken Grup 1’de bu değer 20/1HPF olarak hesaplandı. Her
iki grup hastalarının ameliyat öncesi kol kalınlıkları ortalaması benzer olmasına
karşın, ameliyat sonrası Grup 1’deki hastaların ortalama kol kalınlıkları Grup
2’ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Yine alınan
lipoaspiratta birim alanda görülen eritrosit sayısı Grup 1’de Grup 2’ye göre
istatistiksel olarak anlamlı derecede daha azdı (p<0.05). Çalışmada, kol
sarkması tedavisinde uygun hasta seçimi sonrası ultrasonik liposakşının daha
fazla cilt kontraksiyonu yapabildiği tespit edildi. Bu endikasyon da kullanımında
konvansiyonel liposakşına kıyasla daha az sarkma ile daha iyi görünüm elde
edilebilir.
It is claimed that the use of ultrasound-assisted liposuction in bodyshaping
surgery produces less blood loss and more skin contraction than
conventional liposuction. In the literature, however, we could not find any
studies comparing the efficacy of conventional liposuction with ultrasonic
liposuction in the treatment of arm contour deformities. In this study,
therefore, it is aimed to compare the efficacy, complications and bleeding
rates of conventional liposuction with ultrasonic liposuction in the treatment
of arm contour deformities. Twenty patients with the complaints of arm contour
deformity during the period of 2012-2016 were included in the study. All of
the patients were treated with liposuction. The patients were divided into two
groups; ultrasonic liposuction (Group 1; n: 10) and conventional liposuction
(Group 2; n: 10). Necrosis was defined as a major complication. Seroma,
hematoma, asymmetry and roughness in the skin were defined as minor
complications. The location of the thickest part of both arms of patients in
both groups were measured at the end of the surgery and at the end of the first
postoperative year. A total of 5 ml lipoaspirate samples were taken from each
patient intraoperatively. The specimens were stained with hematoxylin-eosin
and the numbers of erythrocytes per unit area were determined. According to
Triceps Skin Classification, 4 of the patients were Type 2, 3 were Type 3 and 3
were Type 4, in Group 1. In Group 2, 3 of the patients were Type 2, 3 were Type
3 and 4 were Type 4. The average arm circumference of the patients in Group
1 was 36 cm (minimum 32 cm - maximum 40 cm), while in Group 2 the average
arm circumference was 35 cm (minimum 31 cm - maximum 39 cm). At the end
of the operation, the average arm circumference of the patients in Group 1
was 31 cm (minimum 28 cm - maximum 32 cm) while in Group 2 the average
arm circumference of the patients was 32 cm (minimum 28 cm - maximum 33
cm). At the end of the first postoperative year, the average arm circumference
was decreased to 30 cm in Group 1 and 31.8 cm in Group 2. Moreover, the
number of erythrocytes calculated in cm2
in Group 2 was 50-60 / 1HPF (HPF:
high power field) at 40x magnification and this value was calculated as 20 /
1HPF in Group 1. The mean arm thickness before the surgery was similar in
both groups. However, the mean postoperative arm thickness of the patients in
Group 1 was significantly lower than Group 2 (p <0.05). Moreover, the number
of erythrocytes seen in the lipoaspirate unit area was significantly lower in
Group 1 than in Group 2 (p<0.05). In this study, we have demonstrated that
ultrasonic liposuction could provide more skin contraction in the treatment of
arm contour deformities with appropriate patient selection. In this indication,
a better appearance can be obtained with less sagging compared with
conventional liposuction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akrosentrik Kromozomlardaki Satellit Asosiayonunun Tesadüfi Olup Olmadığının Araştırılması
Aynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Akrosentrik Kromozomlardaki Satellit Asosiayonunun Tesadüfi Olup Olmadığının Araştırılması
A Study On The SatellIte AssocIatIon In AcrocentrIc Chromosomes: Is It A RandomIzed Phenomena ?
10 sağlıklı yeni doğan bebeğin kordon kanından elde edilerek çeşitli konsantrasyonlardaki Bromodeoxyuridine (BrdU) mevcudiyetinde üretilen hücrelerde akrosentrik kromozom asosiasyonları incelendi ve değerler BrdU ilave edilmeyen hücrelerdeki değerlerle karşılaştırıldı. Sonuçta, BrdU ilave edilen ve edilmeyen hücrelerdeki Satellit Asosiasyon oranları arasında önemli farklılıklar mevcut olmadığı görüldü. BrdU mevcudiyetinde üretilen hücrelerde gözlenen asosiasyonlar kromozom grupları ve asosiasyon tiplerine göre sınıflandırıldığında ne BrdU konsantrasyonunun ne de asosiasyon tipinin satellit asosiasyonlarının frekansına etki etmediği görüldü. BrdU mevcudiyetinde üretilen hücrelerde, asosiasyon halindeki akrosentrik kromozomlarda kromatidlerin tesadüfi olmayan bir şekilde davrandığına dair herhangi bir delil elde edilemedi.
Acrocentric chromosome associations obtained from the cord blood of 10 healthy newborns in the presence of Bromodeoxyuridine (BrdU) at various times were examined and the values were compared with the values in cells without BrdU. As a result, significant differences were seen between Satellite Association with and without BrdU added. When classified according to the association types observed in some cells in the presence of BrdU, it was observed that neither BrdU nor the association type had an effect on the frequency of satellite association. In the presence of BrdU, no evidence could be obtained that the chromatids behave in an unintentional way in the parent cells and in the acrocentric chromosomes in association.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Solunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun Etkisi
Kürşat Uzun, Emine Kurt, Turgut Teke, Emin Maden
Araştırma makalesi
Özeti
Solunum Yetmezliği Olmayan Koah Atakda Kısa Süreli Noninvaziv Mekanik Ventilasyonun Etkisi
The Effect Of Short Term NonInvasIve MechanIcal VentIlatIon In Copd ExacerbatIon WIthout RespIratory FaIlure
KOAH atak esnasında artan hava yolu direncine bağlı dinamik hiperinflasyon ve dolayısıyla ekspiryum sonu pozitif basınç (PEEPi) gelişmektedir. Meydana gelen PEEPi ise kas yorgunluğuna ve yetersiz ventilasyona sebep olmaktadır. Şiddetli KOAH’lı hastalarda noninvaziv mekanik ventilasyonun (NIMV) solunum kaslarının dinlenmesine yardımcı olabileceği ve hastanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlayabileceği düşünülmüştür. Biz çalışmamızda atakla gelen ancak solunum yetmezliği olmayan KOAH’lılarda NIMV’un standart medikal tedaviye ek olarak faydası olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Çalışmaya KOAH atakla gelen 45 hasta dahil edildi. Hastalar randomize olarak üç gruba ayrıldı. Birinci gruba medikal tedavi, 2. gruba medikal tedaviye ek olarak ilk gün 2 saat BiPAP tedavisi ve 3. gruba da medikal tedaviye ek olarak hergün 2 saat BiPAP tedavisi verildi. Hastaların yatış, çıkış ve 1 ay sonraki kontrollerinde olmak üzere toplam 3 kez dispne skorları hesaplandı. Yatış ve 1 ay sonraki kontrollerinde St George solunum anketi uygulandı. Bütün hastalara taburcu olurken MIP, MEP ölçümü yapıldı ve 6 dakika yürüme testi uygulandı. Her üç grupta dispne skorlarında çıkışta anlamlı azalma varken 1 ay sonraki kontrolde ölçülen azalma çıkış skoruna göre anlamlılık göstermedi. Ayrıca yatış süresi boyunca birinci ve ikinci grupda St George solunum anketinde anlamlı düzelme varken 3. grupda anlamlı değişiklik tesbit edilmedi. Her üç gruptaki tedavi arteryel kan gazlarında (AKG) anlamlı değişikliğe neden olmadı. Atakla gelen KOAH’lı hastalarda NIMV’un hastanede yatış süresi, AKG ve fonksiyonel durum üzerine standart tedaviye ek olarak anlamlı etkisinin olmadığı ve böylece de atak tedavisinde yeri olmadığı kanaatine vardık.
Positive end expirium pressure(PEEPi) develops due to dynamic hyperinflation caused by increased airway resistance during the COPD exacerbations. This PEEPi causes muscle weakness and ventilation deficiency. It is thought that noninvasive mechanical ventilation(NIMV) helps the muscle to relax and provide a better feeling in severe COPD patients. In this study we aimed to evaluate whether NIMV has additional benefit to medical therapy in patients with nonasidotic COPD exacerbations. Forty five patients presented with COPD exacerbation were divided into three groups randomly. First group received medical therapy, second group received 2 hours of BiPAP in addition to medical therapy in the first day and third group received BiPAP for two hours in addition to medical therapy every day. The dyspnea scores and StGoerge respiratory questionnaire was applied. All patients underwent MIP, MEP measurement and 6 minutes walking test before discharge. While there was significant decrease in dyspnea scores obtained during discharge compared to admission scores in all three groups, no significant difference was found between discharge and 1st month control scores. Also, while significant improvement was present in StGoerge Questionnaire of first and second groups during hospitalization, no difference was present in the third group. The treatment options caused no significant improvement in the arterial blood gas(ABG) parameters in all three groups. We found that NIMV had no additional effect on hospitalization period, ABG and functional status of the cases admitted with COPD exacerbation, so NIMV had no place in exacerbation treatment of these patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kriptojenik Organize Pnömoni
Celalettin Korkmaz, Turgut Teke, Resul Altuntaş, Durdu Mehmet Yavşan, Soner Demirbaş, Pınar Doğan
Olgu sunumu
Özeti
Kriptojenik Organize Pnömoni
CryptogenIc OrganIzIng PneumonIa
Organize pnömoni (OP) histopatolojik olarak respiratuar bronşiol
ve alveollerde fibroblast kümeleri ve immatür kollojenlerin birikimi
ile karakterizedir. Genellikle öksürük ve dispne gibi nonspesifik
semptomları vardır. Radyolojik olarak OP sıklıkla bilateral yer
değiştirebilen yamalı infiltrasyonlar şeklinde görülür. Kriptojenik
organize pnömoni (KOP) nonspesifik semptomları olan ve OP’nin
herhangi bir sebebe bağlanamadığı alt grubu olarak tariflenebilir.
Kırk dokuz yaşında kadın hasta, 2 yıldır efor dispnesi ve 20 gündür
kuru öksürük şikayeti ile başvurdu. Pnömoni tanısıyla uygulanan
antibiyoterapiler ile hastanın şikayetlerinde ve akciğer grafilerinde
düzelme olmadı. Hastanın fizik muayenesi, rutin laboratuvar
incelemeleri ve bronkoskopisi normaldi. Akciğer grafisinde sol üst
zonda 4 adet yaklaşık 1 cm boyutlarında nodüler dansite artışı
mevcuttu. Toraks BT’sinde her iki akciğer üst lobda ve sol alt lob
superiorda düzensiz konturlu en büyüğü 35X7 mm ebadında multiple
nodüller izlendi. Bronko alveolar lavajda ARB negatifti. Kollojen doku
belirleyicileri normaldi. Hasta klinik ve radyolojik olarak KOP olarak
değerlendirildi. Sistemik kortikosteroid tedavisi başlandı. Tedavinin
altıncı ayında tam klinik düzelme gözlendi ve çekilen kontrol toraks
BT’de nodüler lezyonların kaybolduğu gözlendi. Antibiyoterapiye
cevap alınamayan, radyolojik olarak yer değiştiren ve geçici
infiltrasyonları olan hastalarda ayırıcı tanıda KOP akılda tutulmalıdır.
Organizing pneumonia (OP) is characterized histopathology cally
by tufts of fibroblasts and immature collagen filling of respiratory
bronchioles and alveoli. Symptoms are usually nonspecific and
include cough and dyspnea. Radiograph cally, OP frequently
manifests as patchy bilateral infiltrates that can be relapsing and
migratory. Cryptogenic organizing pneumonia (COP) may be defined
as having non-specific symptoms which can ultimately be described
as a subset of the OP that cannot be attributed to any reason.
Forty-nine-year-old female patient admitted with the complaints of
2 year exertional dyspnea and 20 day dry cough. The patient was
diagnosed of pneumonia and prescribed with antibiotics; however,
no improvement was observed in her complaints and lung graphics.
The physical examination of the patient, routine laboratory analyses,
collagen tissue markers and bronchoscopy were normal. In chest
X-Ray, there were 4 nodular density approximately 1 cm in size, in
the upper zone. In thorax CT, there were irregular contours multiple
nodules, and the biggest one was approximately 35x7 mm in the
upper lobes and in the superior of the left lower lobe of lungs. Acid
fast bacteria was negative at bronchoalveolar lavage. The patient
was diagnosed COP as clinically and radiologically. Then, systemic
cortico steroid therapy was started. A complete clinical recovery was
observed in the sixth month of the treatment and at the control thorax
CT displayed that nodular lesions were disappeared completely. In
the cases that were not respond to antibiotic therapy and patients
having radiologically mobile and temporary infiltrations may be taken
into consideration in the differential diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Himmet Durgut, Şükrü Bülent Özer, Tevfik Küçükkartallar
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçanlarda Akut Mezenterik İskeminin Erken Teşhisinde İskemi-Modifiye Albüminin Rolü
Role Of IschemIa-ModIfIed AlbumIn In Early DIagnosIs Of Acute MesenterIc IschemIa In Rats
Amaç: Arteryel ve venöz mesenterik iskeminin erken tanısında iskemi-modifiye albumin (IMA) rolü araştırıldı. Arteriyel ve venöz iskemi gelişen gruplarda ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde serum IMA düzeylerini değerlendirerek Akut Mesenterik İskemi (AMİ) erken tanı için yeni yöntemleri belirlemeyi amaçladık. Gereçler ve Yöntem: Çalışmanın deneysel bölümünde, her biri sekiz sıçandan oluşan üç grup; 1. grup: kontrol; 2. grup: süperior mezenterik arter (SMA) ligasyonu; ve 3. grup: süperior mezenterik ven (SMV) ligasyonu. Tüm gruplarda venöz kan örnekleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlarde alınarak IMA düzeyleri değerlendirildi. Bulgular: IMA düzeyleri ilk 30 dakika, birinci ve üçüncü saatlerde SMA’nın bağlandığı 2. grupta ve SMV’nin bağlandığı 3. grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. SMA ve SMV’nin ligasyonundan sonraki ilk yarım saatte yüksek IMA seviyeleri ile ilgili olarak istatistiksel anlamlı sonuçların elde edilmesi, iskemi öncesi süreyi işaret ediyor olabilir. Sonuç: IMA, AMI’nin erken teşhisinde yeni bir belirteç olarak düşünülebilir.
Aim: The role of ischemia-modified albumin (IMA) was investigated in the early diagnosis of arterial and venous mesenteric ischemia. We aimed to determine novel procedures for the early diagnosis of Acute Mesenteric Ischemia (AMI), by evaluating serum IMA levels during the first 30 minutes, first, and third hours, in groups that have developed arterial and venous ischemia. Materials and Methods: In the experimental part of the study, three groups, each consisting of eight rats; 1st group: control; the 2nd group: ligation of superior mesenteric artery (SMA); and the 3rd group: ligation of superior mesenteric vein (SMV). Samples of venous blood were withdrawn in the first 30 minutes, first, and third hours in all three groups, and serum IMA levels were evaluated. Results: IMA levels in the first 30 minutes, first, and third hours were significantly higher in the 2nd group where SMA was ligated, and in the 3rd group where SMV was ligated, compared with the control group. Statistically significant results were obtained regarding the high IMA levels in the first half hour following ligation of SMA and SMV, which might be indicative of the period prior to ischemia. Conclusion: IMA may be considered as a new marker in the early diagnosis of AMI
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
İsmihan İlknur Uysal, Ahmet Kağan Karabulut, Muzaffer Şeker, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Etanol'ün Erken Organ Gelişimi Döneminde Memeli Embriyosu Gelişimi Ve Morfolojik Yapısı Üzerine Etkileri Ve Serbest Radikallerin Bu Etkideki Rolü
The Effects Of Ethanol On Development And MorphogenesIs Of The MammalIan Embryos At The Stage Of Early OrganogenesIs And The Role Of Free RadIcals In ThIs Effect
Gebe kadınların aşırı alkol almaları Fötal Alkol Sendromu adı verilen ve etanolün prenatal dönemde embriyotoksik etkileri sonucu ortaya çıkan bir patolojiye neden olmaktadır. Etanol’ün bu dönemde hücresel ve moleküler düzeydeki etki mekanizmaları ise tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada etanolün embriyonik büyüme ve gelişme ile morfolojik yapı üzerine olan etkileri ve serbest radikallerin bu etkilerdeki rolünün araştırılması amaçlandı. Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi hayvan laboratuvarından elde edilen Wistar ratlardan gebeliklerinin 9.5 uncu gününde diseke edilerek çıkartılan embriyoların rat serumu içerisinde 48 saat süreyle kültürü yapıldı. Kültür ortamı olarak; kontrol grubu için normal rat serumu kullanılırken, deney grupları için rat serumuna değişen konsantrasyonlarda etanol (250-500 mg%) ilave edildi. Ayrıca etanol’ün toksik etkisinin tüm parametreleri etkilediği dozu ile birlikte antioksidan superoksid dismutaz (SOD) kültür ortamına ilave edildi. Her bir konsantrasyon için 10 rat embriyosu kullanıldı. Etanol’ün rat embriyolarının gelişim parametreleri (total morfolojik skor, yolk salk çapı, tepe-kıç mesafesi, somit sayısı, embriyo ve yolk salk protein içerikleri) üzerine doz bağımlı etkileri, morfolojik ve biyokimyasal yöntemlerle karşılaştırıldı. Embriyolar malformasyon varlığı açısından da değerlendirildi. Kontrol embriyoları ile karşılaştırıldığında etanol’ün doz bağımlı olarak bütün gelişimsel parametreleri gerilettiği (P<0.05) ve genel morfolojide bozukluklara sebep olduğu gözlendi. Özellikle nöral tüp olmak üzere değişik bölgelerde hematomlar gözlendi. Kültür ortamına etanol ile birlikte SOD eklendiğinde büyüme ve gelişme parametrelerinde artış (P<0.05) ve malformasyon sıklığında azalma (P<0.05) tespit edildi. Etanol’ün organogenez dönemindeki rat embriyoları üzerine doz bağımlı gelişimsel toksisiteye sebep olduğu ve bu etkilerde serbest oksijen radikallerinin rol oynayabileceği belirlendi.
The excessive maternal alcohol drinking results in Fetal Alcohol Syndrome which is a pathology caused by the embryotoxic effects of ethanol in prenatal period. The mechanisms of ethanol action at the cellular or molecular levels are scarce. In this study it was aimed to investigate the effects of ethanol on growth and development of mammalian embryos as well as the morphological structure and the role of free radicals on these effects. Wistar rats were obtained from the Selcuk University Experimental Medicine Research Center and their 9.5 days embryos were explanted and cultured for 48 hours in rat serum. Whole rat serum used as a culture medium fort he control group while different concentrations of ethanol (250-500 mg%) were added tor at serum fort he experimental groups. Also, the lowest effective concentration of ethanol for all parameters was added to the culture media in the presence of an antioxidant superoxide dismutase (SOD). Ten embryos were used for each experimental condition. Dose-dependent effects of ethanol on embryonic developmental parameters such as; total morphological score, yolk sac diameter, crown-rump length, somite number, embryo and yolk sac protein contents were compared using morphological and biochemical methods. Each embryo was evaluated for the presence of any malformations. Compared to the control embryos, ethanol significantly decreased all developmental parameters döşe-dependently (p<0.05) with an increase in overall dismorphology. The haematoma in different regions, especially in the neural tube was most frequently observed. When the SOD was added to theculture media in the presence of ethanol, growth and developmental parameters were improved (p<0.05) and there was a decrease in the incidence of malformations (p<0.05). A döşe dependant developmental toxicity of ethanol on rat embryos during organogenesis wasdetermined, these effects might involve free oxygen radicals.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mıgren Ve Kalorı K Uyarım
Nurhan İlhan, Orhan Demir, Galip Akhan, Süleyman İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Mıgren Ve Kalorı K Uyarım
MIgraIne And CalorIc SlImulatIon
4-4 migrenli olguda postkalorik nistagmus yavaş kaz maksimum hızları ölçüldü. Elde edilen değerler normal değerlerden yüksek idi. Özellikle 44' C lik uyarıma verilen cevap yüksek idi. Bu sonuçlar mekanizması ne olursa olsun migrende vestibüler uyarılabilirliğin fazla olduğuna işaret etmekteydi
Caloric induced nystagmus slow phase maximuın velocities were ıneasured in 44 palients who suffered from migraine. Obtained values were higher ihan normal ones. Especially responsiveness to the stimulation of 44°C was noticibly high. Whaiever the mechanism, tlti,s results indieated that vestibular sensibilitv was increased.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
Mustafa Ünaldı, Gökhan Timuralp, Ekin Önder, Orhan Değer, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kordon Kanında Serum Lipidleri Üzerıne Bir Araştırma (+, ++)
An InvestIgatIon On Serum LIpIde In Cord Blood
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Doğum Kliniğinde normal olarak doğmuş, sağlıklı 150 bebeğin kordon kanından total lipid, total kolesterol ve fosfolipid tayinleri yapıldı. Elde edilen orta-lama değerler şöyle idi: Total lipid : 378.39 ± 88.02 % mg Total kolesterol: 106.48 ± 23.05 % mg Fosfolipid : 139.67 ± 39.82 % mg
In this research, the levels of iptal lipid, total cholesterol and phospholipids of 150 cord obtained from healthy newborns. Total lipid: 378.39 ± 88.02 mg % Total cholesterol: 106.48 ± 23.05 mg % Phospholipids: 139.67 ± 39.82 mg % These results vere compared with the other results belong to healthy adults and discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Velofarengeal Yetmezlik Sebebiyle Opere Edilen Hastaların Dinamik Manyetik Rezonans Görüntüleme İle Değerlendirilmesi
Tuğba Gün Koplay, Osman Akdağ, Mustafa Sütçü, Mustafa Koplay
Araştırma makalesi
Özeti
Velofarengeal Yetmezlik Sebebiyle Opere Edilen Hastaların Dinamik Manyetik Rezonans Görüntüleme İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of PatIents Operated Because Of Velopharyngeal InsuffIcIency WIth DynamIc MagnetIc Resonance ImagIng
Amaç: Yarık damak sebebiyle ameliyat edilen hastaların yaklaşık %30’u velofarengeal yetmezlik(VFY)
sebebiyle ek müdahelelere ihtiyaç duyarlar. Ameliyat öncesi planlama için radyolojik değerlendirme kesinlikle
gerekirken ameliyat sonrası değerlendirmede de oldukça faydalıdır. Bu çalışmada, velofaringeal yetmezlik
sebebiyle opere edilen hastalarda velofarinksin dinamik manyetik rezonans(MR) ile değerlendirilmesi ile ilgili
tecrübelerimizi paylaşmayı planladık.
Hastalar ve Yöntem: Nisan 2014- Mayıs 2020 tarihleri arasında VFY ile başvuran ve postoperatif dinamik
MR ile değerlendirilen 17 hasta çalışmaya dahil edildi. 7 hastaya faringeal flep, 7 hastaya posterior duvar
augmentasyonu (2 kıkırdak, 5 yağ grefti) ve submukoz yarık mevcut 3 hastaya myomukozal onarım yapıldı.
Ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 3. ayda tüm hastalara dinamik MRG yapıldı. Ameliyat sonrası sonuçlar
dinamik MR ile değerlendirildi.
Bulgular: Bu çalışmaya ortalama yaşı 13± 2.5 (9-29) olan, 11 (%65) kadın ve 6 (%35) erkek hasta dahil edildi.
Posterior duvar yerleşimli greftlerin ikinci servikal vertebra seviyesinde ve yaşayabilir oldukları görüldü.
Posterior faringeal fleple onarım yapılan hastalarda sagital planda nazal hava kaçağı görülmezken, aksiyel
dinamik görüntülerde hava yolu için gerekli açıklık gözlendi. Submuköz kleftli hastalarda levator kas seyrinin
normal düzleme geldiği gözlendi. Nazal hava kaçak alanı tüm tekniklerde preoperatif ölçümlere göre belirgin
azalmıştı(p<0.05).
Sonuç: Velofarinks 3-boyutlu ve dinamik yapısı sebebi ile tüm planlarda ve dinamik olarak değerlendirilmelidir.
Bu amaçla kullanılan pekçok teknik olmakla birlikte hiçbiri ideal ve objektif değildir. Dinamik MRG planlamada
olduğu gibi postoperatif takipte de kullanılabilir. Farengeal flep atrofisi, greftlerin ve velofarengeal açıklığın
kalitatif veriler ile değerlendirlmesi sağlanır .
Aim: Nearly 30% of the patients with cleft palate need another surgery for velopharyngeal insufficiency. While
preoperative radiologic evaluation is necessary for planning, postoperative evaluation is also so important. In
this study, we plan to share our experience about evaluation of the velopharynx with dynamic MRI at patients
who were operated oving for velopharyngeal insuf ficiency.
Patients and Methods: The study included seventeen patients who were presented with velopharyngeal
insufficieny and we applied dynamic MRI for postoperative evaluation between April 2014 and May 2020.
Pharyngeal flap was applied for 7, posterior augmentation was performed for 7 (2 costal cartilaginous, 5 fat
graft) and myomucosal repair was done for 3 patients with submucosal cleft. Dynamic MRI were obtained
preoperatively and postoperatively at 3rd month. Postoperative results were evaluated with dynamic MRI.
Results: The study included seventeen patients, with an age range of 9-29 (mean 13± 2.5), 11 women (65%),
and 6 men (35%). Posterior wall located grafts were found at the second cervical vertebra and viable. While
there was no nasal air escape in superior pharyngeal flap applied patients at sagittal plane, in axial dynamic
images, gap was detected which is all essential for airway and must be obtained. The levator muscle direction
was observe normal postoperatively at patients with submucous clef. Nasal air escape area was decreased
in both methods significantly comparing with preoperative measu rement (p<0.05)
Conclusion: Because of the three-dimensional and dynamic structure of the velopharynx, it must be evaluated
in both planes and dynamic. Although there are many techniques for this purpose, none of them is ideal or
objective. Dynamic MRI can be used for postoperative follow-up as it is used for preoperative planning.
Evaluation of the pharyngeal flap atrophy , grafts and also gap size are provided with qualitative values .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
Handan Eren, Mahinur Durmuş İskender
Olgu sunumu
Özeti
Kemoterapi Alan Mide Kanserli Bir Vakanın Roy Adaptasyon Modeli’ne Göre Hemşirelik Bakımı
NursIng Care AccordIng To Roy AdaptatIon Model In A PatIent WIth Chemotherapy Treated GastrIc Cancer
\r\n Mide kanseri sık görülen kanserler arasındadır ve kemoterapi tedavi planı arasında yer almaktadır. Birçok sistemi etkileyen bu tedavi yönteminde bireyin ve çevresinin bu sürece uyumu önemlidir. Bu uyumu artırmak amacıyla makalede Roy Adaptasyon Modeli’ne göre ilk kemoterapi kürünü almaya gelen mide kanserli hastaya verilen hemşirelik bakım süreci anlatılmıştır. Hastadan izin alınarak elde edilen veriler doğrultusunda hastaya; fiziksel harekette bozulma, anksiyete, kemoterapi tedavi sürecine yönelik bilgi eksikliği, bireysel baş etmede yetersizlik, aile içi süreçlerde güçlenmeye hazır oluş hemşirelik tanıları konulmuş, uygun hemşirelik girişimleri yapılmıştır. Modelin kemoterapi tedavisi alan hastalarda kullanılabilir olduğu düşünülmüştür.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Gastric cancer is among the common cancers and chemotherapy is among the treatment plan. Chemotherapy affects many systems, it is important for the individual and her environment to adapt to this process. In order to improve this adaptation, the nursing care process given to the patient with gastric cancer who was receiving the first chemotherapy treatment according to the Roy Adaptation Model was described. According to the data obtained by the permission of the patient, impaired physical mobility, anxiety, deficient knowledge about chemotherapy treatment process, defensive coping, readiness for enhanced family coping, nursing diagnoses were made and appropriate nursing interventions were applied. The model is thought to be available to patients receiving chemotherapy treatment.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
Hamdi Arbağ, Gökhan Kurnaz, Mehmet Akif Eryılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Nazal Polipozis Etiyolojisinde Alerjinin Rolü
The Role Of Allergy In EtIology Of Nasal PolyposIs
Çalışma 100 hasta ve 50 sağlıklı kontrol grubunda yapıldı. Nazal polipozisli (NP) hastalar 3 gruba ayrıldı. 1.grup NP, astım ve asetil salisilik asit intoleransının birlikte görüldüğü hastalar (Samter sendromu), 2.grup NP ve astımı olan hastalar ve 3.grup yalnız NP’li hastalardan oluşuyordu. Yüz hastada fizik muayene ile polip boyutları, bilgisayarlı tomografi (BT) ve endoskopi skorları, deri prick test sonuçları, serum total IgE ve periferik eosinofil değerlerine bakıldı. Sonuçlar nazal polipozisli hastalar ve sağlıklı bireyler arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Hasta ve kontrol grubunun prick testi sonuçları incelendiğinde; hasta grubunun %42‘sinde (n;42) pozitif, kontrol grubunda 11 (%22) bireyde prick testi pozitif olarak bulundu. NP’li hastalarda 45 kişide total IgE normal değerden yüksek bulunurken, 27 kişide eozinofil değerleri normalden yüksek idi. Kontrol grubunun %30’unda (n;15) serum total IgE değerleri normal değerden yüksek bulunurken %12’sinde (n;6) serum eozinofil değerleri normal değerden yüksek idi. Sonuç: Serum eozinofil değerlerinin ve prick testi pozitifliğinin nazal polipozisli hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek bulunması, nazal polipozisin etiyopatogenezinde alerjinin önemli bir faktör olabileceğini göstermiştir.
The aim of this study was to evaluate the role of allergy in patients with nasal polyposis. The study included 100 patients with nasal polyposis and 50 healthy individuals. The study was approved by the Ethics Committee of the Selcuk University Meram Medical Faculty and written informed consent was obtained in all cases. Patients were divided into 3 groups. The first group consisted of patients with asthma and aspirin intolerance; second group consisted of patients with only asthma, third group consisted of patients have no disease. Polyp size by Physical examination, computed tomography (CT) and endoscopic scores, skin-prick test results, blood total eosinophil count, serum levels of total immunoglobulin E and symptom scores were analyzed in 100 patients with nasal polyposis. The results were compared between patients with nasal polyposis and healthy individuals. Prick test results were positive on 42% (n;42) of the patients and 22% (n;11) of the control group. While serum total IgE values of 45% (n;45) of NP patients were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 27% (n;27) of the patients were higher than the accepted values. As serum total IgE values of 30% (n;15) of control group were higher than the accepted value, serum eosinophil values of 12% (n;6) of them were higher than accepted value. The values of the serum total eosinophil count and positive prick test results were higher in patients with nasal polyposis than in healty individuals.This result shows that allergy is a important factor on etiopathogenesis of nasal polyposis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Fatma Alagöz
Olgu sunumu
Özeti
Divertikülden Kaynaklanan Mesane Tümörünün Bt Ve Mrg Bulguları (olgu Sunumu)
Ct And Mrı Fındmgs Of Urınary Bladder Tumor Arısıng From DIvertIcula (case Report)
Mesane divertikülünden kaynaklanan tümörler nadirdir. Hematüri şikayeti olan 76 yaşındaki olguya radyolojik inceleme yapıldı. Ultrsonografi, bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans incelemede mesanede sağ lateral duvardaki dlvertikülün içine ve mesane lümenine uzanan tümöral kitle tesbit edildi. Özellikle bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme divertikül neoplazmlarını tesbit etmede güvenli radyolojik yöntemlerdir.
Tumors arising from urinary bladder diverticula is a rare lesion. 76-year-old man who was presented with hematüria examined with radiologic methods. Tumoral lesions reaching into diverticula and bladder cavity were detected by ultrasonography, computed tomography and magnetic resonance imaging. Particularly, computed tomography and magnetic resonance imaging are confident to determine diverticular neoplasms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bilgisayarlı Tomografi Kullanılarak Aksesuar Hava Hücrelerinin Morfometrik İncelemesi
Ahmet Kavaklı, Hanefi Yıldırım, Hasan Baki Altınsoy, Muart Ögetürk, İlter Kuş, Mustafa Sarsılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Bilgisayarlı Tomografi Kullanılarak Aksesuar Hava Hücrelerinin Morfometrik İncelemesi
MorphometrIc ExamInatIon Of Accessory AIr Cells By UsIng Computed Tomography
Temporal kemiğin havalanması kendi içinde 5 bölgeye ayrılır. Bu bölgeler şunlardan oluşur: Orta kulak, Squamomastoid (mastoid), Perilabyrinthine, Petros apex ve Aksesuar. Aksesuar bölgesi ise skuamoz, zigomatik, oksipital ve stiloid olarak alt bölgelere ayrılır. Bilgisayarlı Tomografi (BT) görüntüleri kullanılaraktemporal kemikteki aksesuar hava hücre hacimleri ölçüldü. Toplam 66 olguda 132 normal kulak incelendi. Olguların 34’ü erkek, 32’si kadın ve yaş ortalamaları erkeklerde 39,50 kadınlarda 42,84 idi. Çalışmamızda erkeklerde ve kadınlarda pnömatik mastoid oranları %75-80 civarında bulundu. Her iki cinsiyette özellikle zigomatik ve squamoz hava hücreleri oranları yüksekti. Aksesuar hava hücresi görülme oranları ve hacimleri erkeklerde kadınlardan daha yüksek olmakla beraber istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Sonuçlarımız kaynaklarla karşılaştırıldı ve uyumlu bulundu. Çalışmayla elde edilen sonuçlar özellikle aksesuar hava hücreleri kesitlerini içeren orta kulak bölümü ile ilgili ameliyatların planlanmasında yardımcı olabilir.
The temporal bone pneumatization is be divided into five section. These sections are as written down: The middle ear, squamomastiod (mastoid), perilabyrinthine, pertros apex and accessory. The accessory. The accessory section is divided as squamosal, zygomatic, occipital and styloid subsections. The volüme of the accessory air cell in temporal bone was measured by using the CT scans. 132 normal ears were observed in total of 66 cases. 34 of the cases were male, while 32 were female. The age average of the male was 39.50 where as it was 42,84 for the female. In our study, the pneumatic mastoid proportion of the male and female was observed as about 75-80 %. The zygomatic and squamoz air cells proportions were, especially, high in both sexes. The visibility of the proportions of the accessory air cells and their volumes were higher in the male when compared with the female however, it was not statistically significant (p>0.05). Our results were compared with sources and they were found adaptive. The result obtained here in should help surgeons in the middle ear planning operations on sections including accessory air cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Okul Öncesi Çocuk Sağlığının Geliştirilmesine Yönelik Bir Eğitim Uygulaması
Emine Aydın Özgür, Galip Ekuklu
Araştırma makalesi
Özeti
Okul Öncesi Çocuk Sağlığının Geliştirilmesine Yönelik Bir Eğitim Uygulaması
A TraInIng ImplementatIon For Development Of Pre-School ChIldren’s Health
Amaç: Okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim kapsamına alınması gündemi, beraberinde okul sağlığı çalışma kapsamının genişletilerek planlanması ve uygulanması ihtiyacını doğurmuştur. Okul öncesi eğitim grubunda yer alan çocuklar, sağlık riskleri bakımından hassas gruplar arasında olup aynı zamanda bu dönem gelişimsel özellikler nedeni ile eğitim ortamlarında çeşitli kazalara maruz kalabilmektedir. İlgili risklerin en aza indirilmesi amacıyla gerçekleştirilen bu çalışma, okul öncesi öğretmenlerinin sağlık okuryazarlığını arttırmaya yönelik katkı sunmayı hedeflemektedir. Hastalar ve Yöntem: Alanın uzmanları ile belirlenen çerçevede okul öncesi çocuk sağlığına yönelik temel bilgiler ile acil durumların tespit edilmesi ve müdahalelerini içeren eğitim programı oluşturularak, 2016 yılında dört grup ve her grup için iki tam günde eğitimler tamamlanmıştır. Edirne Merkez İlçede görev yapan toplam 106 okul öncesi öğretmene uygulanmak üzere hazırlanan eğitim programına, 83 okul öncesi öğretmeni katılmıştır. Çalışmanın verileri araştırmacılar ve eğitim programında görev alan dokuz ayrı alan uzmanı tarafından oluşturulan akademik başarı testi ve kişisel bilgi formu aracılığı ile elde edilmiştir. Söz konusu veri araçlarını tam olarak dolduran ve öntest-sontest eşleştirmesi yapılabilen 59 katılımcının verileri çalışmaya dahil edilmiştir. Bulgular: Araştırmada öğretmenlerin akademik başarılarının verilen eğitim sonunda arttığı (t(58)=17,27, p0,05) ve medeni durumları (t(58)=0,61, p>0,05) ile son test puan ortalamaları arasında anlamlı bir fark olmadığı ortaya çıkmıştır. Sonuç: Okul öncesi öğretmenlerine verilen eğitim ile öğretmenlerin çocuk sağlığına yönelik bilgi düzeylerinin artığı belirlenmiştir. Katılımcıların sağlık okuryazarlığını da destekleyeceği düşünülen çalışma ile eğitim verdikleri çocukların, sağlıklarını da korumak, geliştirmek ve gerekli olduğunda müdahale etmek durumunda kalan öğretmenlerin, bu çerçevedeki süreçleri iyi yönetmelerine destek olunacağı düşünülmektedir. Bu alanda başarıya ulaşılabilmesi için uygulama kapsamının genişletilerek yaygınlaştırılması, güncellenerek sürekliliğin sağlanması gerekmektedir.
Aim: Taking pre-primary education into the scope of compulsory education, the agenda of the school has necessitated the planning and implementation of the school health by enlarging the scope of the study. Children in the pre-school education group are vulnerable to health risks and at the same time they may be exposed to various accidents in educational environments due to their developmental characteristics. This study aims to reduce the related risks and aims to contribute to increase the health literacy of preschool teachers. Patients and Methods: The trainings were completed on two full days by establishing the basic information about pre-school child health in the framework determined by the experts of the field and the training program including the determination of emergency situations and interventions. 83 pre-school teachers participated in the training program prepared for the implementation of a total of 106 pre-school teachers working in the Edirne Central District. The results of the study were obtained through the academic achievement test and personal information form, which was formed by the researchers and nine field specialists involved in the training program. The data of 59 participants who were able to complete the data tools in full and to perform pretest-posttest matching were included in the study. Results: In the study, it was found that the academic achievement of the teachers increased after the training (t(58)=17.27, p0.05) and marital status (t(58)=0.61, p>0.05) . Conclusion: With the training program applied to pre-school teachers, the level of health information about the children's health has been increased. This study, which is thought to support the participants' health literacy, is also expected to help the children who are educated to protect their health, to improve and to intervene when necessary, to better manage the processes in this frame. In order to achieve success in this area, the scope of the application should be enlarged and expanded, updated and maintained.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Mehmet Erikoğlu, Gürcan Şimşek
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uçtan Tümör Obstrüksiyonuna Bağlı Gelişen Kapalı Segment Tıkanıklığı
Closed Segment ObstructIon Related To Tumor ObstructIon On Both Ends
Mekanik barsak tıkanıklıkları; cerrahların günlük cerrahi pratiğinde sık karşılaştıkları klinik problemlerdir. Kapalı segment tipi tıkanıklıklar mekanik barsak tıkanıklıklarının nadir bir tipi olmasına rağmen distansiyonun hızla artması, barsak duvarında dolaşımın bozularak strangülasyona yol açması nedeniyle oldukça tehlikeli bir obstrüksiyon tipidir. İlk olgu; 38 yaşında kadın hasta, dış merkezde 10 ay önce inoperabl rektosigmoid köşe tümörü nedeniyle rezeksiyon yapılmaksızın yalnızca loop ileostomi uygulanmış. Hasta kliniğimize karın ağrısı ve distansiyon nedeniyle başvurdu.Hastada rektosigmoid bölgedeki tümörün çekumu infiltre etmesine bağlı kapalı segment tıkanıklığı tespit edildi.Transvers kolostomi açılarak hasta tedavi edildi. İkinci olgumuz ise 50 yaşında erkek hastaydı. Üç yıl önce sigmoid kolon tümörü nedeniyle sol hemikolektomi geçiren hasta mekanik ileus tablosu ile acil servise başvurdu. Operasyonda ince barsak mezenterindeki metastatik kitlelere bağlı ince barsakta kapalı segment tıkanıklığı geliştiği tespit edildi. Subtotal ince barsak rezeksiyonu yapılarak hasta tedavi edildi. Kapalı segment tıkanıklıkları nadir görülen, hızla tedavi edilmesi gereken mekanik barsak tıkanıklığı nedenleridir. Her iki tarafından tümör infiltrasyonuna bağlı gelişen kapalı segment tıkanıklığı oldukça nadir görülür. Bu nedenle kliniğimizde cerrahi olarak tedavi edilen her iki tarafından tümör obstrüksiyonuna bağlı kapalı segment tıkanıklığı gelişen iki olguyu bu yazımızda literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Mechanical intestinal obstructions are frequent clinical problems that the surgeons come across in their daily surgical practices. Although the closed segment obstruction is a rare type of the mechanical intestinal obstruction, it is all the more dangerous because of the rapid increase in distension and its entailing strangulation based on the upset circulation in the intestinal wall. In our study we have discussed two closed segment cases related to colon tumor existence along with literature on the subject. The first case is a 38-year-old female patient who underwent only loop ileostomy without a resection because of inoperable rectosigmoid corner tumor 10 months ago at another health center. The patient presented to our clinic with complaints of abdominalgia and distension.The patient was diagnosed with closed segment obstruction based on the infiltration of the cecum by the tumor in the rectosigmoid area. The patient was treated through opening up a colostomy from the transverse colon.The second case was a 50-year-old male patient. The patient, who had undergone left hemicolectomy because of sigmoid colon tumor three years before, presented to the emergency service with a condition of mechanical ileus.The patient was diagnosed with closed segment obstruction in the small intestine related to the metastatic masses in the small intestinal mesentery, intraoperatively. The patient was treated through subtotal small intestinal resection.Closed segment obstructions are rare causes of mechanical intestinal obstructions that need to be treated rapidly. Closed segment obstructions that develop because of the tumor infiltration on both ends are quite rare. Therefore, we aim at discussing the aforementioned cases of closed segment obstruction that developed because of tumor obstruction on both ends and surgically treated in our clinic, along with literature on the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Kistlerınin Ultrasonografi Ve Bilgisayarlı Tomografi Özellıklerı
Bilge Çakır, Kemal Ödev, Oktay Esen
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Kistlerınin Ultrasonografi Ve Bilgisayarlı Tomografi Özellıklerı
UltrasonographIc And Computed TomographIe CharacterIstIcs Of The ThyroId Cysts
Biz bu çalışmamızda, tiroidde sintigrafi de hipoaktif nodül saptanan ve ultrasonografide (US) kistik özellik gösteren 13 olguyu inceledik. Olgularımızdan 4'üne bilgisayarlı tomografi (BT) uyguladık. Bu üç inceleme yönteminin verilmesini histopatolojik tanı ile karşılaştırdık. Ayrı ayrı ve birlikte olduklarında kimya olan katkılarını tartıştık.
in this study, 13 cases were examined with hypoactive nodule by Scintigraphy and are cystic sonographically. Of 13 cases, 4 were examined by CT. in conclu.vion, the results were cornpanecl with hystopathologic findings. We discussed contrubition of three imaging modalities in the differantial diagnosis of these lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Fatih Şap, Ahmet Yasin Güney, Mehmet Burhan Oflaz, Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Romatizmal Karditli Çocukların Elektrokardiyografilerinde Kardiyak Elektrofizyolojik Denge İndeksi
Index Of CardIac ElectrophysIologIcal Balance In ElectrocardIography Of ChIldren WIth Acute RheumatIc CardItIs
Amaç: Çalışmamızda akut romatizmal karditli çocukların elektrokardiyografilerinde kardiyak
elektrofizyolojik denge indeksi (iCEB), ve kardiyak aritmi için diğer risk belirteçlerinin incelenmesi
amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016-Ağustos 2018 tarihleri arasında, akut romatizmal kardit tanılı 40
çocuk hasta ile yaş ve cinsiyet olarak benzer 40 sağlıklı çocuk retrospektif olarak çalışmaya alındı. Tüm
vakaların demografik özellikleri kayıtlardan elde edildi. Elektrokardiyografide; P dalga dispersiyonu (Pd),
QT dispersiyonu (QTd) ve düzeltimiş QTd (QTcd) süreleri, Tp-e intervali (Tp-e), Tp-e/QT ve Tp-e/QTc
oranları, ve iCEB ve düzeltilmiş iCEB (iCEBc) ölçüm değerleri gruplar arasında karşılaştırıldı. İstatistiksel
olarak p <0,05 olması anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Hasta ve kontrol gruplarının yaş ortalaması sırasıyla; 11,40±3,48 yıl ve 11,41±3,31 yıldı. Her iki
grupta 16 kız (%40) ve 24 erkek (%60) çocuk vardı. Hasta grupta, kalp hızı, PR intervali, Pd, QTd, QTcd,
Tp-e, Tp-e/QT oranı ve iCEBc ölçümleri anlamlı derecede yüksek saptandı. iCEB düzeyi hasta grubunda
sağlıklı kontrollere daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Akut romatizmal karditli çocuklarda, repolarizasyon-depolarizasyon dengesi bozulmuş olabilir. Bu
nedenle aritmi için diğer elektrokardiyografik risk parametrelerine ilave olarak iCEB(c) kullanımı da yararlı
olabilir. Ancak, bu konuda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: In this study, examination of the index of cardiac-electrophysiological balance (iCEB) and of other
risk markers for cardiac arrhythmia in electrocardiography of children with acute rheumatic carditis was
aimed.
Patients and Methods: Forty pediatric patients with acute rheumatic carditis and 40 healthy children
matched in terms of gender and age were retrospectively enrolled in the study between January 2016
and August 2018. Demographic data of all cases were obtained from records. By electrocardiography, P
dispersion (Pd), dispersion durations of QT (QTd) and corrected QT (QTcd), Tpeak-to-end interval (Tpe),
ratios of Tp-e/QT and Tp-e/QTc, and measurements of iCEB and corrected iCEB (iCEBc) were all
compared between the groups. Statistically significant dif ference was accepted as p< 0.05.
Results: In the patient and control groups, mean ages were 11.40±3.48 years and 11.41±3.31 years,
respectively. Both groups had 16 female (40%) and 24 male (60%) children. In the patient group, heart
rate, PR interval, Pd, QTd, QTcd, Tp-e, Tp-e/QT ratio and iCEBc were found to be significantly increased.
Though iCEB level was higher in the patient group, there was no statistically significant difference with
healthy controls.
Conclusion: In children with acute rheumatic carditis, repolarization-depolarization balance may be
impaired. Therefore, in addition to other electrocardiographic risk parameters for arrhythmia, use of
iCEB(c) may also be beneficial. However , further studies on this issue are needed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Uremılı Hastalarda Sınır Iletımı, R-R Interval' Ve Sempatık Derı Cevabı
Orhan Demir, Ahmet Yılmaz, Nurhan İlhan, Bülent Oğuz Genç, Cengiz Eser
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Uremılı Hastalarda Sınır Iletımı, R-R Interval' Ve Sempatık Derı Cevabı
Nerve ConductIon, R-R Intervals And Sympat-HetIc SkIn Responses
Oreminin polinoropati nedenlerinden birisi ol-dugu iyi bilinir. Bu caltimada iirerninin otonomik disfonksiyona ne olc ude sehep olup olmadtgl ara§- nnldr. caltfmaya 38 kronik bobrek yetmezligi olan basic, alrndt. Bu hastalarda sagda. median sinir motor ve duysal iletimi, ulnar sinir duysal iletimi, peroneal motor iletimi ve meal sinir iletimleri 61- ciildii. Istirahatte ve derin inspiryum halinde iken R-R intervali alr rldr. Ayrrca solunum ve guriiltii sti-mulusu ile uyanlan sempatik den cevabt her iki elden simultan olarak kaydedildi. Hastalann %56.75'inde polintiropatiye icaret eden sinir iletim degerleri elde edildi. R-R intervali ile ilgilr (lstirahatte %1=5.58±3.27, Derin ins-piryum halinde %D = 11.3 ± 5.9, %D - 'Vol = 5.47 ± 5.05. %D I %R = 2.19 ± 1.43) degerler kontrol gru-bundan elde ediknlerle karplaittrildt. 1-Kontrol gruhundan elde edilen R-R interval degerleri ve vac arastndaki korelasyonun, iiremili hastalann R-R in-terval degerleri ve ya§lan arasznda kayboldugu go-riildii. 2-%D.%1 re %D-%I degerleri kontrol gnu-bundakinden istatistiki anlamda fat-kb bulundu. Dokuz hastada (%23.68 ) sempatik deri cevabs elde edilemedi. Lawns degerkrthin kontrol gruhuna gore uzamt§ oldugu goriildii. Sontic olarak elde edilen bulgular kronik barek yetmezligi olan hastalarda onemli pa-linoroparinin yantso-a (Muhtemekn otonomik no-ropatiye baglt) otonomik disfonksiyon olduguna i§a-ref ettnektedir.
In Patients With Chronic Uraemia it is well known that uraemia is one of the re-asons for polyneuropathy. The subject of this study was to investigate if and how much the uraemia cases autonomic dysfunction. 38 patients with chronic renal failure have been included in the study. Right median nerve motor and sensory conduction. ulnar nerve sensory conduction, peroneal motor conduction and rural nerve sensory conduction have all been recorded from these pa-tients, R-R intervals have also been studied in both during resting and deep inspirium. In addition to that, the sympathetic skin responses evoked by res-piratioit and noise have also been simultaneously from both hands recorded. 56.75% of the patients showed nerve conduction values which indicate polineuropathy. The data re-levant to the R-R inten►ks (during resting %l = 5.58 ± 3.27, during deep inspirium %D = 11.3 ± 5.9, %D-%1= 5.47 ± 5.05. %Dl%1 = 2.19 ± 1.43) have been compared to the values obtained from the control group.1 .The established correlation between R-R intervals and the age of the control group does not exist in the patients with iiremia.2.11 has been found that the %D,%1 and %D-%1 values are sta-tistically different from the values of the control group.The sympathetic skin response could not have been obtained from nine patients(%23_68)_Longer latency values have been observed as compared to the control group. In conclusion it may he surmised that the pa-tients with chronic renal failure show to an im-portant degree an autonomic disfithction (probably due to the autonomic neuropathy) together with polvneuropathy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
Serra Kayaçetin, Lema Tavlı
Araştırma makalesi
Özeti
Mesanenin Değişici Epitel Hücreli Karsinomlarında Agnor Ve Mitotik İndeks Yöntemlerinin Tümör Grade'i İle İlişkisi
To Compare Of Agnor And Mı Methods In TransItIonal Cell CarcInoma Of UrInary Bladder And To Study CorrelatIon Between Tumor Grade
Bu çalışma mesanenin değişici epitel hücreli karsinom (DEHK) tanısı alan olgularında proliferatif belirleyiciler olan AgNOR ve Mitotik indeks (MI) yöntemlerini karşılaştırmayı, grade ile korelasyon ve regresyonunu incelemeyi grade’in tespitinde ve prognoz hakkından kesin yorumda bulunmayı mümkün kılacak bir eşik değerin bulunup bulunamayacağını araştırmak amacı ile planlandı. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 01 Ocak 2000 ve 31 Ocak 2003 tarihleri arasında mesanenin DEHK tanısı alan 102 olgu çalışmada kullanıldı. Ayrıca kontrol grubu amacıyla yüzey epiteli normal görünümdeki sistit tanısı almış olan 30 olgu çalışmaya dahil edildi. DEHK tanısı almış olguların yeniden grade’lenmesi için Ash’ın önerdiği sistem esas alındı ve eski tanılarından bağımsız olarak yeniden değerlendirildi. AgNOR yöntemi için Crocker’ın önerdiği boyama ve sayım sistemi kullanıldı. AgNOR beneklerini sayarken 100 hücrede gümüş ile siyah boyanmış nükleolus içindeki AgNOR benekleri (AgNOR I) ile nükleolus içi + nükleus içi AgNOR benekleri (AgNOR II) sayıldı. Simpson’un önerdiği MI yöntemini uygularken MI: mitoz/tahmini hücre sayısı sonucu elde edilen değer payda 1000 olacak şekilde ifade edildi. Mesanenin DEHK’larında grade arttıkça ortalama AgNOR ve MI değerlerinin arttığı fakat MI ile arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığı görüldü.
This study was designed to compare AgNOR and MI methods which are known as proliferation indexes in transitional celi carcinoma of urinary bladder (TCC) and to study correlation and regression between grade and AgNOR and MI methods. At the same time we aimed to identify any threshold valve which could help determine grade and prognosis. In this study, 102 cases of TCC were involved which were diagnosed between 2000 and 2003 in the Pathology Department of Meram Medical Faculty, Selcuk University. As control group, thirthy cystitis cases whose epithelia were normal in the surface apperance were chosen. Microscopic features of the cases were retrospectively re-evaluated in the light of latest literatüre. To grade TCC cases we chose the system proposed by Ash. Cases were re-evaluated independently of their previous diagnoses Staining and counting systems proposed for AgNOR by Crocker were used when counting AgNOR spots, spots stained black with silver in the nucleolus (AgNOR I) and those both in nucleus and nucleolus (AgNOR II) were counted, for each case in 100 cells without noticing size and distribution. When performing MI method proposed by Simpson, we calculated possible cell and mitosis counts in ten different microscopic areas. The number obtained by a ratio of total mitosis count to possile cell count was accepted as MI and denominator was expressed as 1000. We have found that AgNOR and MI values increased associating grade of the tumor. We could demonstrate a correlation between MI and grade though there was not such a correlation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
Hüsnü Alptekin
Araştırma makalesi
Özeti
Tidoid Ameliyatlarında Rekürren Laringeal Sinirinin Ortaya Konulmasının Vokal Kord Paralizisi Gelişmesine Etkisi
The Effect Of Recurrent Laryngeal Nerve IdentIfIcatIon DurIng ThyroId Surgery On IncIdence Of Vocal Fold ParalysIs.
Amaç: Tiroid bezine yönelik cerrahi girişimlerde rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının paralizi olasılığı üzerine etkisi olup olmadığını araştırmak. Gereç ve yöntem: Son yıllarda tiroid ameliyatları esnasında çeşitli yöntemlerle rekürren laringeal sinirin ortaya konulmasının, sinirde oluşabilecek paralizi riskiniazalttığı ileri sürülmektedir. Bu prospektif çalışma Ocak 2003-Ekim 2005 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 36 hastada tiroid ameliyatı esnasında rekürren laringeal sinir, diseksiyon ve görsel tanımlama ile ortaya konarak sinir paralizisi gelişme oranları araştırıldı. Bulgular: Hastalardan 30’unda (%83.3) bilateral subtotal lobektomi, 4’üne (%11.1) totale yakın tiroidektomi, 2’sine (%5.6) uniteral total lobektomi + istmektomi ameliyatı yapıldı. Hastaların hiçbirinde kalıcı rekürren laringeal sinir paralizisi gelişmedi. Geçici rekürren laringeal sinir paralizi oranı %1.42 idi. Sonuç: Rekürren laringeal sinirin ortaya konulması sinirde oluşabilecek paralizi riskini azaltmaktadır.
Aim: We have investigated effect of recurrent laryngeal nerve identification during thyroid surgery on incidence of nerve paralysis. Material and method: Routine intraoperative dissection and identification of recurrent laryngeal nerve was said to have reduced the nerve paralysis at recent reports in the literatüre. This prospective study was conducted between January 2003 and October 2005. The recurrent laryngeal nerve identification was performed during thyroid surgery and incidence of nerve paralysis was recorded in 36 patients. Results: For 30 patients (83.3%) the surgical procedure was bilateral subtotal lobectomy, for 4 patients (11.1%) the surgical procedure was unilateral total lobectomy + isthmusectomy and for 2 patients (5.6%) the surgical procedure was near-total thyroidectomy. There was no permanent recurrent laryngeal nerve paralysis. The temporary recurrent laryngeal nerve paralysis rate was 1.42 percent. Conclusion: The identification of recurrent laryngeal nerve reduced the rate of postoperative recurrent laryngeal nerve paralysis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Kıtleler
Mehmet Yeniterzi, Hasan Solak, Tahir Yüksek, Cevat Özpınar, Galip Akhan, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Mediastinal Kıtleler
MedIastInal Tumors And Cysts
1984-1990 yılları arasinda S.U. Tap Fakültesi Göğüs ve. Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalında tetkik ve tedavi ettiğimiz 20 mediastinal kitleli hasta değerlendirildi. Erken teşhis ve tedavi ile, ma-lign tümörlü hastalarda daha uygun prognoza sahip olunabileceği kanaatine ulaşıldı.
The cases of twenty patients, treated for turnors and cysts of mediastinurn between 1984-1990, have been investigated. it has been established that a more favourable prognosis could be obtained through early diagnosis and treatrnent of the patients with malignant turnors.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Düşük Frekanslı Elektromanyetik Alanın Tedavide
kullanımı
Can Demirel, Hafiza Gözen
Derleme
Özeti
Düşük Frekanslı Elektromanyetik Alanın Tedavide
kullanımı
TherapeutIc Uses Of Low Frequency ElectromagnetIc FIelds
Birçok hastalık veya komplikasyonunun tedavisinde kullanılan
statik veya pulslu elektromanyetik alanların etkileriyle ilgili net
deliller yakın zamana kadar elde edilememiştir. Tıp alanında
kullanılan terapatik manyetik alan uygulamalarında değişik teknik
ve modaliteler üzerinde anlaşma ve standart protokoller yoktur.
Yüksek frekanslarda ısı etkisi ön plana çıkar ve manyetik alan
etkisi baskılanır. Bu nedenle özellikle düşük frekanslı ve pulslu
elektromanyetik alanın birçok hastalık ve hastalık modelinde etkin
olduğu veya umut verici etkileri olduğu bildirilmiştir. Literatürde
yüksek frekanslı elektromanyetik alanın sıkça karşımıza çıkan negatif
etkilerine karşılık, bu derlemede düşük frekanslı elektromanyetik
alanın in vitro/in vivo pozitif etkilerinin araştırıldığı çeşitli tedavi
protokolleri ve sonuçları sunulmuştur.
Clear evidence could not be obtained until recently for effects
of static or pulsed electromagnetic fields which are used for the
treatment of several disorders and complications. General consensus
and standardized protocols are lacking for different techniques and
modalities used in applications of therapeutic magnetic fields in
the area of medicine. At high frequencies, heating effect becomes
dominant and the effect of magnetic field is suppressed. Thus,
particularly low-frequency pulsed electromagnetic fields has been
reported to be effective with promising results in a number of
diseases and disease models.In thecurrent compilation, in vitro / in
vivo various treatment protocols for investigating positive effects of
low frequency electromagnetic field and their results are presented,
contrasting negative effects of high frequency electromagnetic field
often reported in literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Anatomi Pratik Derslerinde Kullanılan Pratik Ders Slaytları Hakkındaki Görüşleri
Mustafa Büyükmumcu, Anıl Didem Aydın, Döndü Akın, Mehmet Tuğrul Yılmaz, Abdurrahman Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Anatomi Pratik Derslerinde Kullanılan Pratik Ders Slaytları Hakkındaki Görüşleri
MedIcal Students’ VIews About PractIcal Lessons’ SlIdes WhIch Used EducatIon Of PractIcal Anatomy
Çalışmada 113 tıp öğrencisinin, anatomi pratik eğitiminde
maketlerin ve kemiklerin resimlerinin, slaytlarda kullanılması ile ilgili
görüşleri değerlendirilmiş ve bu slaytların anatomi pratik eğitimine
etkilerinin değerlendirilmesi hakkındaki yorumlar toplanmıştır.
Çalışma Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi’nde
2011-2012 yılları arasında Dönem 2 öğrencilerinde gerçekleştirildi.
Çalışmaya katılan gönüllü öğrenciler 18-30 yaşları arasında idi.
Öğrencilere açık uçlu 3 adet sorudan oluşan bir anket uygulandı.
Elde edilen veriler SPSS programında değerlendirildi. Öğrencilerin
ankette yer alan pratik ders slaytlarının olumlu, olumsuz ve
geliştirilmesi yönündeki hazırlanmış 3 adet açık uçlu soruya
verdikleri cevaplar gruplandırıldı, istatistiki açıdan önem dereceleri
belirlendi. Öğrencilerin tamamı pratik ders slaytlarının, anatomi
pratik eğitimine olumlu etki ettiğini bildirmişlerdir. Öğrencilerin
%28’i olumsuz görüş belirtmezken, %16’sı geliştirilmesi yönünde
herhangi bir görüş belirtmemişlerdir. Pratik ders slaytlarının konunun
anlaşılmasına destek sağladığı fikrine erkek öğrencilerin %20,5’i,
kızların ise % 1,8’i görüş bildirmişlerdir (p<0,001). Erkek öğrencilerin
%15,4’ü pratik derslere katılıma gerek olmadığını düşünürken, kız
öğrencilerin tamamı tam tersini düşünmektedirler. Erkek öğrencilerin
tamamı kız öğrencilerin ise %19,1’i pratik ders slaytlarının
geliştirilmesi gerektiğini, slaytların sonunda soru ve özet şeklinde bir
kısmın bulunması görüşünü bildirmişlerdir. Anatomi pratik eğitiminde
maket ve kemik resim slaytlarının kullanılmasının öğrenme sürecine
olumlu katkı sağlayacağı ortaya çıkmıştır. Slayt kullanımının teknik,
içerik ve çeşitlilik açısından geliştirilmesinin gerekliliği belirlenmiştir.
Sonuç olarak, anatomi eğitim sürecinde daha iyiye ulaşmak için,
öğrenci düşüncelerinin alınmasının, anatomi pratik eğitimine katkı
sağlayabileceği belirlenmiştir.
In this study, 113 medical students views which related to using
of the photographs of bones and anatomical models on the slides
were evaluated and tried to gather comments about effects of slides
to anatomy practical education. A questionnaire which consisting of
three open-ended question was prepared by the Anatomy Department
of Meram Medical Faculty of the Konya University and then they
were presented to 113 students. Participants ages of this survey
were between 18-30. The obtained data were evaluated using
SPSS computer program. The answers that questionnaire about the
practical trainings shows; classified through the student opposition
wheter: negative, positive and evolution. Whole the volunteers
reported that there is a positive impact on the education of practical
anatomy using the slides. While 28 % of the students did not give
negative opinion on the other hand, 16 % of the students did not
give any opinion for evaluating this slides. 20,5% of male students
and %1,8 female students gave an opposition about the “advantage
of practical slides for lessons” (p<0,001). 15,4% of male students
opposition shows that there is no need to attend the classes, on the
other hand; 100% of female students disagree on this view. 100% of
male students and 19,1% female students agreed on an idea that the
slides should develop and evaluate by adding the opinion such that;
in the conclusion of the slides there should be questions and the
summary. Using the models, bones and slides have a possitive effect
on learning anatomy practical education. The results demonstrate
that; slides method should be developed by such a subject:
technique, meaning and variation. As a result, to reach the better
goals on anatomy education, it can be better for anatomy practical
education that matter the opinion of students.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
Hasan B. Ulusoy, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
MechanIsms Of RelaxIng Effect Of Hydrogen PeroxIde On BovIne Coronary Artery
Bu in vitro çalışmada, reaktif oksijen türlerinden H2 O2 ’nin dana koroner arterindeki etkileri ve bu etkilerde K+ kanal ları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+ -ATPaz enzimlerinin rolleri araştırılmıştır. Arterlerden elde edilen şeritler %95 O2 -%5 CO2 karışımı ile gazlandırılan, 37 °C’de Krebs-Henseleit solüsyonu içeren, 25 mİ hac mindeki organ banyosu içine alındı. Endotelli ve endotelsiz dokularda H2 O2 ’nin bazal tonus üzerine etkisi araştırıldı. Çalışmanın diğer bir bölümünde dokular U46619 (3x10-7M) ile kasıldı ve banyolara kümülatif tarzda H2 O2 (1C7 - 10-2 M) ilave edildi. Bu prosedür H2 O2 ilavesinden önce apamin (10'6M), karibdotoksin (10-7M), TEA (10~4M), glibenklamid (10~6M), indometazin (10~5M), L-NAME (10-4M) ve uvabain (10~5M) ile inkübe edilen doku larda tekrarlandı. Her bir gruba bu ajanlardan yalnız biri uygulandı. H2 O2 endotelli ve endotelsiz dokuların bazal tonusunu değiştirmedi. U46619 ile kasılan dokularda ise doza bağımlı tarzda gevşeme cevapları oluşturdu. Endotel tabakası sağlam olan ve apamin, karibdotoksin ve TEA ile inkübe edilen dokularda H2 O2 için hesaplanan Emax v e P^50 değerleri ile endotelsiz (kontrol) dokulardan alınan değerler arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Glibenklamid, indometazin, L-NAME ve uvabain ile inkübe edilen dokulardaki değerler ise endotelsiz dokulardan alınan değerlere göre anlamlı olarak farklı idi. Bu sonuçlar H2 O2 ’nin dana koroner arter düz kasında oluşturduğu gevşeme cevaplarında KATP tipi K+ kanalları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+-ATPaz enzimlerinin aktivasyonunun rol oynadığını göstermektedir.
İn this in vitro study, the effects of H2 O2 on bovine coronary artery and roles of K+ channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes for these effects were investigated. Strips from arteries were mounted in 25 mİ organ baths containing Krebs-Henseleit Solution at 37 °C aerated with %95 O2 and %5 CO2 . Effects of H2 O2 on basal tone of tissues with and without endothelium were investigated. İn the second part of study, tissues were contracted with U46619 (3x10~7 M) and H2 O2 (1Cr7-1(T2M) was added to the organ baths, cumulatively. This procedure was repeated on tissues incubated with apamin (10~6M), charybdotoxin (10-7M), tetraethylammonium (TEA, 1Ch4M), glibenclamide (10-6M), indomethacin (10~5M), NG-nitro-L-arginine methyl ester (L-NAME, 10~4M) and ouabaine (10~5 M). Each group of tissue was incubated with only one of these agents. H2 O2 did not affect basal tone of tissues with and without endothelium but relaxed tissues contracted with U46619in con- centration dependent manner. İn tissues with endothelium and in tissues incubated with apamine, charybdotoxine and tetraethylammonium, Emax values and plC50 values of H2 O2 were not different significantly from values obtained from tissues vvithout endothelium (control tissues). However values obtained from tissues incubated with glibenclamide, indomethacin, L-NAME and ouabaine were different significantly from values obtained from tissues without endothelium.These results indicate that ATP-sensitive potassium channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes play role in the relaxant effects of H2 O2 on bovine coronary artery smooth muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Murat Gölcük, Şükrü Salih Toprak, Mustafa Şahin, Sema Hücümenoğlu, Hatice Paşaoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Sepsiste İndüklenebilen Nitrik Oksit Sentaz İnhibitörü (inos) Ve Antioksidanların Barsak Hasarına Etkileri
Amaç: Deneysel sepsis modelinde pentoksifilin, L-arginin ve aminoguanidin’in plazma nitrik oksid (NO) ve malondialdehit (MDA) düzeylerine etkisini belirlemek NO ve MDA düzeyleri ile barsak hasarı arasındaki ilişkiyi ve nitrik oksit inhibitörü aminoguanidin ile tedavinin etkilerini incelemektir. Sepsiste barsaklarda görülen doku hasarının nedeni bakteriyel translokasyon, intestinal iskemidir. Bu hasar ile NO ve serbest oksijen radikallerinin ilişkisi ve aminoguanidin ile tedavinin etkileri araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmada Wistar albino cinsi 60 rat kullanıldı. Ratlar 10’arlı 6 gruba ayrıldı. Ratlarda çekum ligasyon-perforasyon (ÇLP) yöntemi ile sepsis geliştirildi. Ratlar, Grup I: Sham işlemi, Grup II: ÇLP (sepsis), Grup III: ÇLP +10 mg/kg L-arginin, Grup IV: ÇLP + 15 mg/kg Aminoguanidin, Grup V: ÇLP + L-arginin + Aminoguanidin (aynı dozlar), Grup VI: ÇLP + 15 mg/kg Pentoksifilin şeklinde gruplara ayrıldı. İşlemden 24 saat sonra ratlardan NO, MDA, lökosit tayini için kan örnekleri ve doku hasarını belirlemek için ileum örnekleri alındı. Bulgular: Lökosit sayısı ÇLP uygulanan gruplarda anlamlı olarak arttı. NO düzeyleri sepsis grubu ve L-arginin grubunda anlamlı olarak yükselirken, Aminoguanidin + L-arginin gruplarında sham grubuna benzer bulundu. ÇLP uygulanan gruplarda barsak doku hasarı, sham grubuna göre anlamlı olarak yüksekti, ancak Pentoksifilin, Aminoguanidin ve Aminoguanidin + L-arginin gruplarının değerleri sepsis ve L-arginin gruplarına göre anlamlı olarak düzelme gösterdiler. Sepsis ve L-arginin gruplarındaki MDA düzeyleri sham grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Sonuç: Sepsiste oluşan barsak doku hasarına artan MDA ve NO düzeylerinin neden olduğunu ve bu hasarı önlemek amacıyla pentoksifilin ve aminoguanidin tedavi protokollerine eklenebileceğini düşünmekteyiz.
Objective: Nitric oxide (NO) and free oxygen radicals have been implicated in the pathogenesis of intestinal circulatory dysfunction in sepsis. The aim of this study is to investigate the effects of pentoxyfillin, L-arginin and Aminoguanidine on plasma malondialdehide (MDA) and nitric oxide (NO) levels, and to determine the relations between MDA and NO levels on intestine pathology. Methods: 60 Wistar Albino rats were used in this study. The rats were divided into 6 groups, each containing 10 subjects. Sepsis was induced by cecal ligation and puncture (CLP) method. Group I: Sham group, Group II: CLP (sepsis), Group III: CLP + 10 mg/kg L-arginin admiministration, Group IV: CLP + 15 mg/kg Aminoguanidine administration, Group V: CLP + L-arginin + Aminoguanidine (as groups III and IV) Group VI: CLP + 15 mg/kg/day pentoxyfillin. Blood samples were taken fort he determination of NO, MDA, leukocyte counts, a segment of ileum tissue sample was obtained for determination of tissue damage. Results: Leukocyte count increased in CLP induced groups significantly. While NO levels were significantly higher in sepsis and L-arginin groups the levels in Aminoguanidine and Aminoguanidine + L-arginin groups were similar to Sham group. Intestine tissue damage in sepsis and L-arginin groups were more severe than the other groups. MDA levels in CLP induced groups were found to be higher than the sham group. Conclusion: Aminoguanidine and Pentoxifillin may be added to treatment protocols in sepsis in order to prevent intestinal tissue damage and dysfunction both of which (at least partially) caused by elevated NO levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
İhsan Çetin, Mahmut Tahir Nalbantçılar, Birsen Yılmaz, Kezban Tosun, Aydan Nazik
Araştırma makalesi
Özeti
İçme Suyu İz Element Düzeylerinin Çocukların Vücut
kompozisyonlarıyla Korelasyonu
CorrelatIon Of Trace Element Levels In DrInkIng Water WIth Body
composItIon Of ChIldren
Su ile alınan minerallerin iyon şeklinde görünmeleri ve sindirim
yolunda hemen emilmelerinden dolayı içme suyu, mineral alımında
önemli bir kaynak olmaktadır. Ancak içme suyundaki eser element
seviyelerinin, çocukların vücut kompozisyonları ile nasıl bir ilişki
içinde olduğu henüz kapsamlı bir araştırmaya rastlanmamıştır. Bunun
üzerine bu çalışmada, içme suyundaki klinik olarak önemli eser
element seviyeleri ile Batman’daki çocukların vücut kompozisyonları
arasındaki ilişkiyi değerlendirme amaçlandı. Araştırmanın örneklemi,
Batman Bölge Devlet Hastanesi Diyet Polikliniği’ne başvuran
beden kütle indeksi (BKİ) ile persentil eğrilerine göre fazla kilolu,
obez ve normal kilolu olarak 20 kişilik gruplara ayrılan 13-18 yaş
aralığındaki (ortalama yaş 15.9±1.68) kız çocuklarından oluşturuldu.
İndüktif eşleşmiş plazma spektrometresi kullanarak, belediyenin
ve şahısların kuyularındaki sulardan alınan örneklerde lityum (Li),
nikel, kurşun (Pb), silisyum, kalay, stronsiyum (Sr), bor, alüminyum
(Al), baryum ve rubidyum seviyeleri ölçüldü. Vücut kompozisyonu
ölçümleri biyoelektrik empedans cihazı (Tanita BC 418) ile
gerçekleştirildi. İçme suyundaki lityum seviyeleri, bütün çocuklarda
BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde pozitif korelasyon
göstermiştir. Benzer şekilde, içme suyundaki kurşun seviyeleri
de çocuklarda BKİ, yağ kütlesi ve yağ yüzdesi ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Son olarak, içme suyundaki Al ve
Sr seviyeleri, çocuklardaki vücut ağırlığı, BKİ, yağ yüzdesi ve vücut
kompozisyonunun dahil olduğu birçok değişken ile önemli ölçüde
pozitif korelasyon göstermiştir. Elde edilen bu bulgulara göre; suyun
içeriğinde bulunan Li, Pb, Al ve Sr seviyelerinin 13-18 yaşlarındaki
çocukların vücut kompozisyonları ile ilişkili olduğu önerilebilir.
Drinking water is a significant source in mineral intake due to
the fact that waterborne minerals are present in ionic form and are
instantly absorbed by the gastrointestinal tract. However, up until
now, no comprehensive research has been encountered about how
levels of trace elements in drinking water are related with body
compositions of the children. Thereupon, in this study, it was aimed
to assess the relationship between clinically important trace element
levels in public drinking water and body composition of the children
in Batman. The universe of the study consisted of female children,
at the age range of 13-18 (mean age 15.9±1.68), who were divided
into overweight, obese and normal weight groups of 20 participants,
according to body mass index (BMI) and percentile curves, and
who applied to Batman Regional State Hospital Diet Policlinic. The
levels of lithium (Li), nickel, lead (Pb), silicon, stannum, strontium
(Sr), boron, aluminium (Al), barium and rubidium were measured
in water samples obtained from municipality and individual wells
by employing inductively coupled plasma spectrometry. Body
composition measurements were performed by means of bioelectrical
impedance analysis (Tanita BC 418). Li levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and
fat percentage in all children. Similarly, Pb levels in drinking water
showed significantly positive correlations with BMI, fat mass and fat
percentage in children. Finally, Al and Sr levels in drinking water
showed significantly positive correlations with body weight, BMI, fat
percentage and several variables of body composition in children.
According to the findings obtained, it may be suggested that there is
a relationship between Li, Pb, Al and Sr contents in drinking water
and body composition of children aged 13-18.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
Adil Kartal, Mehmet Yeniterzi, Selçuk Duman, Yüksel Tatkan, Tahir Yüksek, Muzaffer Şeker, Mustafa Şahin, Yüksel Arıkan, Ömer Karahan
Araştırma makalesi
Özeti
Sistemık Dolaşıma Katılan Hepatötrofik Faktörün Karaciger Atrofisi Üzerındekı Etkısı
The Effects Of The IlepatotrophIc Factor In SystemIc CIrculaüon On The LIver Atrophy
Portakaval şantlardan sonra karaciğerde görülen atrofi portal kanın ihtiva ettiği hepa-totrofik faktörden karaciğer hücrelerinin yoksun kalması ile izah edilmektedir. Değişik portakaval şantlarda karaciğerde nasıl bir etki oluştuğunu incelemek amacıyla köpeklerde bir deneysel çalışma yapıldı. Köpekler 15, 10 ve 10 deneklik 3 gruba ayrıldı. Her gruba ;farklı işlemler uygulandı. Denekler postoperatif 15. gün sakrifiye ertilde. Karaciğer makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirildi. Ilistopatolojik incelemelerde her 3 grupta da portal venin sol dalı bağlı olmayan lobta hepatositlerde lipid birikimi, hiperkromatozis ve mitotik aktivite artışı izlenirken, yalnız portal venin sol dalı bağlanan deneklerde sol lobta yaygın hemo-rajik infarkt ve nekrotik odaklar gözlendi. Sol dal bağlama ve şant uygulanan deneklerde ise sol lobda atrofinin minitnal düzeyde tespit edilmesi resirküle eden kandaki hepatotrofik faktörün etkisi ile izah edilebilir.
Liver atrophy after portacaval shunt is explained by lack of the liver from hepatotrophic factors. This study is undertaken to evolve the (2hanges in liver atter portac.aval shunt. The animals were calegorized in 3 groups each including 15, 10 and 10 animals respectivefy and we performed dillerent interventions. Anitnaly were sacrified at 15th day. Ilisiopathological exarnination revealed lipid accumulation, hyperchrornatosis and increasing of rnitotic activity in liver lobes which left branch of portal yein were not ligated and diffuse haernorrhagic infarct and necrosis in left kbes of the anirnais which had only ligation of the left branch of porta! yein. We deiermined only rninimal atrophic changes in left
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
Mustafa Akgüzel, Ahmet Kaya, Vedat Akpınar, Lema Tavlı, Ali Koşar
Araştırma makalesi
Özeti
Streptozotosın Ile Dıabet Olusturulmus Ratlarda Sılazaprılın Bobrekler Uzerıne Etkısı
CIlazaprIl Arrested Glomerular Injury In Strep-TozotosIn Induced DIabetIc Rats
Diabetik hastalarda nefropati en sik oliim nedenleri arasmdadir. Nefr-opatiyi onlemek icin iyi bir metabolik kontrollin yaninda degiVk antihipertansif ajanlar da deneme a-4 amas mda kullantlmaktadlr. Streptozotosin ile diabet oligturulnaq ratlarda yaptiginaz btu ca-lqmada diabet yapildiktan 4 ve 8 hafta sonra bob-reklerde olKan deg4iklikler incelen►i4 ve sonuclar 8 hafta siireyle silazapril verilen diabetik ratlardaki bObrek degiVklikleri ile karplavirilnuoir. Silazapril verilen diabetik ratlarda bobreklerin bilyiikluk olarak erken hiperfonksiyon ve hipertrofi donemine yaklayagi, glomeriller bazal membran kalmlei.§mast, tubular nekroz, tubuler yaglz dejeneresans, piyelonefrit ye interstisiyel fibrozisin azaldigi histopatolojik olarak saptanmair
Diabetic nephropithy is one of the major cause of early mortality among the diabetic patients. In order to reduce the mortality, the prevention of nephropathy and the meticulous control of diabetesz are necessary. Various trials are beige carried out with antihypertensive drugs to control diabetic nephropathy. Although, physiologic or protective role of these drugs is not to be verified in this study. For this, renal changes in streptozotocin induced diabetic rats were intesvigated morphologically at 4 weeks and 8 weeks intervals and the results were compared histologically with those of cilazapril treated strep-tozotocin induced diabetic rats. Cilazapril arrested the nephropathy at early hypey'unction and hyperthropy stage in streptozotocin induced diabetic rats. The ratio, of the left kidney weight to body weight of cilazapril treatment received diabetic rats was either similar to 4 weeks old diabetic rats or higher than that of 8 weeks old diabetic rats which was the farther support of nephropathic arrest by the cilazapril treatment. Histologic studies also revealed that glomerular basement membrane thickness, fatty degenerative of epithel cells of tubuli, tubular necrosis. pyelonephritis, and intenstitial fibrozis were conspicuously regressed by cilazapril treatment
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Mesut Ünal, Ruhiye Reisli, Jale Bengi Çelik, Sema Tuncer, Mustafa Cihat Avunduk, Selmin Ökesli
Araştırma makalesi
Özeti
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran Anestezisinin Yetişkin Rat Karaciğer Ve Böbreği Üzerine Etkileri
Sodalaymlı Ve Sodalaymsız Tekrarlanan Sevofluran AnestezIsInIn YetIşkIn Rat KaracIğer Ve BöbreğI ÜzerIne EtkIlerI
Deneysel çalışm alar sevofluranın tekrarlanan uygulamalarının toksik olabileceğini belirtmektedir. Bu anestezik ajanın direk etkisinden olabileceği gibi, sevofluranın sodalaym tarafından parçalanm ası sonucu oluşan toksik ürün lere bağlı da gelişebilir. Bu çalışmanın amacı, erişkin raflarda sodalaymlı ve sodalaym sız devrelerde tekrarlanan sevofluran anestezisinin, karaciğer ve böbrek üzerine etkilerini araştırmaktır. Lokal hayvan etik kurul kararı alındıktan sonra 30 adet erişkin VVistar rat 3 gruba ayrıldı. Batlar özel olarak yaptırılm ış transparan plastik kutuya a lın d ıla r. Kontrol grubu olan Grup K ’ya %100 O2 verildi. Sodalaymsız anestezi devresinde sevofluran uygulanan gruba Grup S %100 O2 içinde % 2.5- 2.7 konsantrasyonda sevofluran uygulanırken, aynı gaz karışımı sodalaymlı anestezi devresinde Grup S S ’e uygulandı. Batlara, gün aşırı toplam 5 kez olm ak üzere 60 dakika sevofluran anestezisi uygulandı. Kan örneklerinden Üre, kreatinin, SGOT, SG PT ve alkalen fosfataz değerleri elde edildi. 10. günde raflar sakrifiye edildikten sonra, karaciğer ve böbrek doku örnekleri ışık m ikroskobisi ile histopatolojlk olarak değerlendirildi ve preparatların ortalama hasar skorları (OHS) hesaplandı. Grup S ve Grup SS’de SG PT değerleri grup C ’ye göre yüksek bulundu (p<0.05). Karaciğer histopatolojisinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmayan m i nimal değişiklikler mevcuttu. BU N ve kreatinin düzeylerindeki değişiklikler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Grup S ve grup S S ’in böbrek OHS’ları, grup C den yüksekken (p<0.05), grup S ve grup SS arasında fark yoktu. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin O HS’na göre karaciğer üzerine m inim al etkisi olduğu, %100 O2 ile sodalaymlı devrede uygulanan sevofluranın histopatolojik olarak karaciğer hasarını artırmadığı gözlendi. Sodalaym ın ek karaciğer hasarına sebep olmadığı kanaatine varıldı. Tekrarlanan sevofluran anestezisinin, erişkin rat böbrek dokularına toksik etkisi olduğu ve bu toksisiteyi sodalaymın artırdığı saptandı.
Experimental studies showed that recurrent exposure to sevoflurane can be toxic. İt may be either related with direct effects of this anaesthetic agent or with the degradation of sevoflurane by soda lime which is also known to produce toxic products. The aim of this study was to investigate the effect of repeated sevoflurane anaesthesia on kidney and liver in rats vvith or vvithout soda lime. After local ethical comitte aproval thirty adult VVistar rats vvere divided into three groups. The rats were placed in a specially prepared transparant plastic box. Group C was the control group. Theyreceived 100% O2 . İn the anaesthesia circle vvithout soda-lime sevoflurane in 2.5 -2 .7 % concentration vvith O2 (100 %) were administered directly in group S, vvhile the same gas mixture was applied through the soda lime in group SS. Bepeated anesthesia (five times) was applied to the rats for sixty nainutes vvith two days intervals. Blodd ürea nitrogene, creatinin, SGOT, SGPT and ALP levels were assessed from the blood sample. Follovving sacrifice, kidneys and livers vvere obtained from the rats for examination using light microscopy for histopathological evaluation and mean damage scores (MDS) of the specimens vvere calculated. SGPT values were higherin group S and SS vvhen compared vvith group C (p<0.05). There vvere only minimal changes in histopathological evaluation of liver vvhich was not statistically significant. The changes in BUN and creatinin levels vvere not significant among the groups. The MDS’s in renal tissues vvere significantly higher in group S and SS vvhen compared vvith group C, vvhile there vvere no dif- ferences betvveen group S and SS. İt vvas concluded that repeated exposure to sevoflurane has minimal effects in liver accord- ing to mean damage score and in the presence of soda lime, sevoflurane anaesthesia vvith 100 % oxygene did not signifi cantly increased histopathological damage to liver. The toxic effects of sevoflurane on renal tissue vvere greater in rats espe- cially vvhen sevoflurane vvas administered through the sodalime
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
İbrahim H. Özercan, Bengü Çobanoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Endometriumun Preneoplastik Ve Neoplastik Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Agnor’un Önemi
The Value Of Agnors In DIfferantIated PreneoplastIc And NeoplastIk EndometrIal LesIons
Endometriumun preneoplastik ve neoplastik lezyonlarının ayırıcı tanısında AgNOR sayılarının önemini araştırmak amacıyla, basit endometrial hiperplazi (n=10), atipili basit endometrial hiperplazi (n=10), atipisiz kompleks hiper plazi (n=10), atipili kompleks hiperplazi (n=10) ve iyi diferansiye endometrial adenokarsinom tanısı almış toplam 50 olgu AgNOR yöntemiyle boyandı. İyi diferansiye endometrial adenokarsinom ile karşılaştırıldığında atipili ve atipisiz basit hiperplazi ve kompleks hiperplazide görülen ortalama AgNOR sayıları arasında farklılık istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001).
The aim of the study was carried out to investigate the diagnostic value of the AgNOR to distinguishing betvveen preneoplastic and neoplastic lesions of the endometrium. Retrospective analysis included tissue material obtained from 50 patients with simple and complex hyperplasia with and without atypia and well differantiated endometrial adenocarcinoma. Sections were stained with AgNOR technique. The results obtained indicate that AgNOR counts have statistical significant in differantiating betvveen well differantiated endometrial adenocarcinoma and, simple hyperplasia and complex hyperplasia with and vvithout atypia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
Gamze Sarkılar, Jale Bengi Çelik, Ruhiye Reisli, Sema Tuncer, Selmin Ökesli
Olgu sunumu
Özeti
Alt Ekstremite Cerrahisinde İntratekal Hiperbarik Bupivakain Ve Hiperbarik Bupivakain+sufentanil Kombinasyonunun Karşılaştırılması
ComparIson Of Intrrathecal HyperbarIc BupIvacaIne And HyperbarIc BupIvacaIne+sufetanIl CombInatIon In Lower ExtremIty Surgery
Bu çalışmada alt ekstremite cerrahisinde intratekal (İT) hiperbarik bupivakaine eklenen sufentanilin etkilerinin araştırılması amaçlandı. Etik komite onayı alındıktan sonra çalışmaya ASA I-II sınıfına uyan 50 olgu alındı ve randomize olarak 25’er kişilik iki gruba ayrıldı. Grup S’e 10 mg (2 mL/10 mg) hiperbarik bupivakain+10 µg (2 mL/10 µg) sufentanil ve Grup K’ya aynı miktardaki hiperbarik bupivakain 2 mL %0.9 NaCI ile verildi. Her iki grupta da 4 mL volüm İT anestezi için uygulandı. Kalp atım hızı (KAH), sistolik arter basınçları (SAB), diastolik arter basınçları (DAB), ortalama arter basınçları (OAB) ve periferik oksijen satürasyonları (SpO2) sensoryal ve motor blok ilk 30 dakikada her 5 dakikada bir takip eden 30 dakikada 10 dakikada bir, sonraki operasyon periyotlarında ise her 15 dakikada bir kaydedildi. İntraoperatif yan etkiler ve postoperatif analjezik gereksinimleri belirlendi. Kontrol değerine göre her iki grupta KAH, SAB, DAB, OAB anlamlı derecede düştü, fakat gruplar arasında bu parametreler açısından fark yoktu. Grup S’de sensoryal blok başlama zamanı daha hızlıydı. Anlajezi süresi Grup S’de Grup K’ya göre daha uzun bulundu (p<0.05). Sonuç olarak; alt ekstremite cerrahisi için IT hiperbarik bupivakaine 10 µg sufentanil ilave edilmesi bu işlemlerde hem analjezi kalitesini artırmış hem de erken postoperatif analjezik gereksinim zamanını uzatmıştır. Bu kombinasyonla kaşıntı dışında anlamlı bir yan etki görülmediğinden alt ekstremite cerrahisinde güvenle kullanılabileceği kanaatine varılmıştır.
We aimed to evaluate the effects of intrathecal sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery. After obtaining approval from the ethics committee, fifty patients (ASA I-II) were included in this study and were allocated randomly to two groups of 25 each. 10 mg hyperbaric bupivacaine +10 µg sufentanil was injected to Group S and the same döşe of hyperbaric bupivacaine given to group K with 2 mL %0.9 NaCI, four mL solution was usen in both groups for İT anesthesia. Heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP), mean blood pressure (MBP), peripheral oxygen saturation (SpO2), sensory and motor block were recorded every 5 minutes during first 30 min, every 10 min fort he following 30 min and every 15 min intervals in the operation period Intraoperative/postoperative side effects and postoperative analgesic requirements were recorded. HR, SBP, DBP and MBP were decreased significantly in both groups when compared with control values and no significant difference were noted between the groups. The onset time of sensory block was shorter in groups S and sensory block was higher in Groups S than Group K. The duration of analgesia was longer in Group S than Group K (p<0.05). In conclusion; intrathecal 10 µg sufentanil added to hyperbaric bupivacaine for lower extremity surgery increased the duration of analgesia in the early postoperative period. 10 µg sufentanil plus hyperbaric bupivacaine provided to improve both the quality and duration of analgesia in this procedures. Bacause this combination had no adverse effect except pruritus, we concluaded that it can be used safety in lower extremity surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Antikorlarının Araştırılmasında Spot, Rose-Bengal Ve Wrıgııt Aglütinasyon Testlerinin Karşılaştırılması
Bülent Baysal, Naci Kemal Kırca, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Antikorlarının Araştırılmasında Spot, Rose-Bengal Ve Wrıgııt Aglütinasyon Testlerinin Karşılaştırılması
The ComparIsons Of Spot, Rose Bengal And Wrıgı1t Agglutınatıon
Çeşitli kliniklerdeki bruselloz şikayeti ile brusella antikorlartnın araştırıması için laboratuvarımıza gönderilen 200 hastada SPOT (ST), ROSE BENGAL (RIIT) ve WRIGIIT AGLUTINASYON (WAT) testleri yapılmış ve değerlendirilmiştir. Bir hastada ST ve RBT olumsuz çıkmasına karşın WAT 1140 oranında olumlu bulunmuştur. Bir hasta serumunda RBT olumlu, ST zayıf olumlu ve aglutinasyon litresi 1140 olumlu ,bulunmuştur. Aglutinasyonla elde edilen 1180 ve daha yukarısı olumlu titrelerde ST ve RBT %100 uyumluluk göstermektedir.
On a group of patients which were sended la aur laboratories and swpected of having brucellosis who were admitted to our hospital's iR patieni and out paıient Wright aggluiination tesis (WAT), Rose Bengal Tesis (RBT), and SİR, tesis (ST) were performed and evrıluaıed fr r Bruce11a abor While ST and RIIT were negative, WAT was 1140 positive, in a patient's serum. RBT was posi-tive, and WAT was 1140 positive, ha ve heen found, in anoıher serum. ST and RBT were positively correlated with 1180 and higher dilutions of WAT (100 per ccnt).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parkınsonlularda Gorsel Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar Uzerıne Tedavının Etkısı
Ayşe Güvenç, Orhan Demir, Nurhan İlhan
Araştırma makalesi
Özeti
Parkınsonlularda Gorsel Uyarılmıs Kortıkal Cevaplar Uzerıne Tedavının Etkısı
The Influence Of Treatment On The VIsual Evoked CortIcal Responses In PatIents WIth PorkInson DIsease
Parkinsonlularda Gorse! Uyarilmif Kortikal Po-tansiyelkrin (Visual Evoked Potentials: VEP) amp-litiidiinde ve latansinda degiAlik oldugu bazt ca-limalarda bildirilmektedir. Ozellikle VEP amplitiidiiniin elektrogenezinde Dopaminin roliine ipret edilerek Parkinsonlularda gorielen VEP amp-.litiid diisiikliigzirziin Dopamin yetersizliginden ileri geldigi soylenmektedir. Bu calq-mada bir grup par-kinsonlu hastadan elde edilen VEP degifiklikkri kontrol grubu ile karitlaprilip dopaminerjik tedavi oncesi elde edilen VEP latans ye amplitiidlerinin te-- davi sonrastnda degi§ip degiimedigi araprilmtotr. calt§ma kin 19 Parkinsonlu hastada tedaviye ba§.- lamadan Once ye tedavi ile (Dopa ve/veya Dopamin Agonisti) klinik optimal diizelme halindeyken VEP incelemesi yapildt. Elde edilen tedavi oncesi amp-litiidler (L2-L3: 9,4±4,7 mikrovolt) ye latanslar (112,5±10,9ms), tedavi sonrast elde edilen amp-litiidler (L2-L3:12,4±7,2 mikrovolt) ye latanslar (113,4±9.4 Ins) ile istatistiki olarak karplavirtldt. Tedavi oncesi ye sonrast latanslar arastnda bir lark gliziiltizezken (p>0,05) tedavi sonrast VEP amp-litiidiiniin tedavi oncesine gore farklt oldugu (p<0,05) Bu bulgulann dopaminin VEP amp-litiidiiniin elektrogenezinde rolii oldugu destekledigi katustna varildt.
Several have reported that in patients with Par-kinson disease the amplitude and latency of the vi-sual evoked cortical potentials show some dif-ference. By especially emphasising the role of Dopamine on the electrogenesis of VEP amplitude, it has been suggested that the low amplitude level of VEP seen in patients with Parkinson disease arises from the Dopamine deficiency. This study compares the VEP changes obtained from patients with Par-kinson, with control group and investigates if there has been any difference in VEP latency and amp-litude before and after the dopaminerjik treatment. VEP studies have been carried out on 19 patients with Parkinson optimum healing period. The amp-litudes (12-12:9,4±4.7 mV) and latecies (112,5±10,9ms) obtained before the treatment have been statistically compared with the amplitudes (L2-L3:12,4±7,2mV) and latencies (113 ,4±9,4ms) obtained before the tre-atment. While there has been no changes in la-tencies obtained before and after the treatment (p>0.05), the VEP amplitude obtained after the tre-atment has been recorded appreciable different (p>0.05) than the one recorded before the treatment. These findings therefore gave support to the earlier opinions that the Dopamine treatment has influence on the electrogenesis of the VEP amplitude.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
Selman Belviranlı, Ali Osman Gündoğan, Enver Mirza, Mehmet Adam, Refik Oltulu
Araştırma makalesi
Özeti
Yari-Otomatik Bir Yazilim Kullanilarak Yapilan Korneal Subbazal Sinir Pleksusu Analizlerinin Güvenilirliği
RelIabIlIty Of Corneal Subbasal Nerve Plexus Analyses UsIng SemI-Automated Software
Amaç: Bu çalışmanın amacı yarı-otomatik bir yazılım kullanılarak yapılan kantitatif korneal subbazal sinir
pleksusu (KSSP) analizlerinin gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirliğinin değerlendirilmesidir .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları
Bölümüne 20 Aralık 2021 – 20 Ocak 2022 tarihleri arasında başvuran 40 gönüllü dahil edildi. Katılımcıların
sağ gözlerinden Heidelberg Retina Tomografisi III ile entegre Rostock Kornea Modülü kullanılarak
KSSP’nu gösteren görüntüler alındı. Her bir gözden en kaliteli üç görüntü seçildi. ImageJ yazılımı için
NeuronJ eklentisi ile sinir lifleri işaretlendi ve sinir lifi uzunluğu (SLU), sinir lifi dansitesi (SLD) ve sinir
dalı dansitesi (SDD) hesaplandı. Tüm bu ölçümler iki farklı gözlemci tarafından yapıldı ve bir gözlemci
tarafından bir hafta ara ile ikinci kez tekrar edildi ve sınıf-içi korelasyon katsayısı (SKK) kullanılarak
gözlemciler-arası ve gözlemci-içi güvenilirlik analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 12’si kadın, 28’i erkek 40 katılımcının ortalama yaşı 34.70±5.86 yıldır.
Gözlemciler-arası güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.967 (95% CI 0.939-0.982), SLD için
0.826 (95% CI 0.696-0.904) ve SDD için 0.949 (95% CI 0.906-0.973) tespit edilmiş olup iyi-mükemmel
güvenilirliği göstermekteydi. Gözlemci-içi güvenilirlik analizinde SKK değerleri SLU için 0.964 (95% CI
0.932-0.981), SLD için 0.803 (95% CI 0.657-0.891) ve SDD için 0.890 (95% CI 0.802-0.941) tespit edilmiş
olup iyi-mükemmel güvenilirliği göstermekteydi.
Sonuç: Yarı-otomatik yazılım kullanılarak yapılan kantitatif KSSP analizlerinin gözlemciler-arası ve
gözlemci-içi güvenilirliği yüksektir ve bu sayede hem klinik pratikte, hem de klinik çalışmalarda, kornea
sinirlerinin iyilik halinin ve hasarının tespitinde, takibinde ve tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde
kullanılabilir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the interobserver and intraobserver reliability of quantitative
corneal subbasal nerve plexus (CSNP) analyses using semi-automa ted software.
Patients and Methods: Forty volunteers who applied to the Ophthalmology Department of the Necmettin
Erbakan University Meram Medical Faculty between 20 December 2021 and 20 January 2022 were
enrolled in the study. Images showing CSNP were obtained from the right eyes of the participants by using
Heidelberg Retina Tomograph III with Rostock Cornea Module. Three best quality images were selected
from each case. NeuronJ plugin for ImageJ software was used to trace nerve fibers and calculate nerve
fiber length (NFL), nerve fiber density (NFD), and nerve branch density (NBD). All these measurements
were performed by two different observers, and repeated for the second time by one of the observers
with an interval of one week, and interobserver and intraobserver reliability were determined using the
intraclass correlation coef ficient (ICC).
Results: The mean age of 40 participants (12 female and 28 male) was 34.70±5.86 years. The ICCs
for interobserver reproducibility were 0.967 (95% CI 0.939-0.982) for NFL, 0.826 (95% CI 0.696-0.904)
for NFD, and 0.949 (95% CI 0.906-0.973) for NBD indicating good to excellent reliability. The ICCs for
intraobserver repeatibility were 0.964 (95% CI 0.932-0.981) for NFL, 0.803 (95% CI 0.657-0.891) for NFD,
and 0.890 (95% CI 0.802-0.941) for NBD indicating good to excel lent reliability.
Conclusion: Quantitative CSNP analyzes using semi-automated software have high interobserver and
intraobserver reliability and can therefore be used in both clinical practice and clinical studies for detection
and follow-up of corneal nerves’ well-being, damage, and evaluation of response to treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
Bilsev İnce, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Majid Ismayilzade, Mehmet Dadacı
Derleme
Özeti
D Vitamini Ve D Vitamini Eksikliğinin Sistemik Etkileri
VItamIn D And SystemIc Effects Of VItamIn D DefIcIency
Yağda eriyen bir prohormon olan D Vitamini, güneş ışınlarına maruz kaldıktan sonra deride üretilen bir secosteroiddir. Farklı metabolik yolaklarla kalsiyum ve fosfat metabolizmasında önemli rol oynayan kalsitriole çevrilir. D vitamini eksikliği, daha az güneş ışığına maruz kalma, D vitamini yetersiz alımı ve emilim sorunları gibi bazı faktörlerle ilgilidir. Son zamanlarda yapılan çalışmalar birçok insanda D vitamini eksikliğinin olduğunu göstermiştir. Literatürde D vitamini eksikliğinin kronik kas-iskelet ağrısı, Tip 1 ve Tip 2 Diabetes Mellitus (DM), obezite, multipl skleroz, romatoid artrit, kardiyovasküler hastalıklar, osteoporoz, mikroalbüminüri, kolon, prostat ve meme kanserini içeren böbrek yetmezliği gibi çeşitli hastalıklara ve fonksiyonel bozukluklara etkileri bildirilmiştir. D vitamini, hem doğrudan hem de dolaylı olarak organizma için hayati öneme sahip çok sayıda fonksiyon sağlayan çeşitli metabolik yollarda önemli bir rol oynayan temel yapısal unsurlardan biridir. Eksikliği halinde çok sayıda fonksiyonel bozukluk ve hastalığa neden olmasına rağmen, D vitamini replasman tedavisi ihmal edilmedikçe güvenli, ekonomik ve basittir. Bu derlemede D vitamininin metabolizmasını, fonksiyonlarını ve etkilerini, D vitamini eksikliğinde karşılaşılabilecek kronik hastalık risklerinin artmasını ve D vitamini replasman tedavisinin önemini göstermeyi amaçladık.
Vitamin D is a liposoluble prohormon and a secosteroid which is produced in the skin after exposure to sun-shine. It is turned to calsitriol which has an important role in the calcium and phosphate metabolism by different metabolic pathways. Deficiency of vitamin D is related to some factors such as less sunlight exposure, inadequately intake of vitamin D and absorbtion problems. Studies recently done have shown vitamin D deficiency exists in many people. The effects of vitamin D deficiency on numerous diseases and functional disorders such as chronic musculoskeletal pain, Type 1 and Type 2 Diabetes Mellitus (DM), obesity, multiple sclerosis, rheumatoid arthritis, cardiovascular diseases, osteoporosis, microalbuminuria, renal failure involving colon, prostat and breast cancers either are reported in literature.Vitamin D is one of the main structural elements playing an essential role in several metabolic pathways both directly and indirectly providing numerous functions carring vital importance for organism. In spite of causing a lot of functional disorders and diseases, vitamin D replacement therapy in case of deficiency is safe, economic and simple unless neglected. In this review, we aimed to demonstrate the metabolism, functions and effects of vitamin D, increased risks of chronic diseases likely to be encountered in vitamin D deficiency and the importance of vitamin D replacement therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Melanoma Taklitçisi Olarak Mavi-Beyaz Varyant Bazal Hücreli Karsinoma: Dermoskopik Analiz
Ömer Faruk Elmas
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Melanoma Taklitçisi Olarak Mavi-Beyaz Varyant Bazal Hücreli Karsinoma: Dermoskopik Analiz
Blue-WhIte VarIant Of Basal Cell CarcInoma As A MImIcker Of Melanoma: DermoscopIc AnalysIs
Amaç: Bazal hücreli karsinomun dermoskopik özellikleri iyi bilinmekle beraber, mavi beyaz varyant bazal hücreli karsinom yakın zamanda tanımlanmış ve melanomayı taklit eden yönüne vurgu yapılmıştır. Bilgilerimize göre, literatürde bu özel varyant ile ilgili tek bir orjinal araştırma mevcuttur. Biz çalışmamızda, bazal hücreli karsinomun bu özel varyantını; klinik, dermoskopik ve histopatolojik yönüyle incelemeyi amaçladık.
Gereç ve yöntem: Çalışmamızda, iki farklı merkezde 2015-2018 yılları arasında histopatolojik olarak bazal hücreli karsinom tanısı alan vakalar retrospektif olarak incelenmiştir. Dermoskopik olarak diffüz mavi beyaz alanlar ile prezente olan olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm olguların klinik, histopatolojik, demografik ve dermoskopik özellikleri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmamızda histopatolojik olarak tanısı doğrulanmış 154 bazal hücreli karsinom vakası gözden geçirilmiş ve bu vakalardan 15'inin (% 9.74) diffüz mavi beyaz dermoskopik patern ile prezente olduğu saptanmıştır. Vakaların tümü baş bölgesinde lokalizeydi. Tüm vakalarda histolojik inceleme, melanom ve bazal hücreli karsinom olmak üzere iki temel ön tanı ile yapılmıştı. Diffüz mavi beyaz alanlardan sonra en sık rastlanan dermoskopik bulgular sırasıyla irregüler serpentin damarlar (%60), periferal akça ağaç yaprağı benzeri alanlar (%46.6) ve ülserasyondu (%46.6). Tüm olguların histopatolojik incelemesi nodüler ya da nodüloülseratif bazal hücreli karsinom olarak raporlanmıştı.
Sonuç: Çalışmamız, bilgilerimize göre, mavi beyaz varyant bazal hücreli karsinom ile ilgili literatürdeki en geniş kapsamlı çalışma olma özelliğini taşımaktadır. Bu özel varyant, bazal hücreli karsinomun oldukça sıradışı ve tanısı güç bir prezentasyonudur. Ayırıcı tanıda en önemli antite, melanomadır. Dermoskopik olarak diffüz mavi beyaz alanlar gösteren lezyonlarda bazal hücreli karsinomanın bu varyantı göz önüne alınmalıdır. Bazal hücreli karsinomu spesifik dermoskopik ipuçlarının saptanması açısından dikkatli bir dermoskopik muayene, eksizyon öncesi diagnostik sürecin daha iyi yönlendirimesine katkı sağlayabilir.
Objective: Dermoscopic features of basal cell carcinoma (BCC) have been well described in the literature, however, blue white variant of BCC has recently been described as a mimicker of melanoma. When reviewing the literature, it seems that there is just one original research about this special type of BCC. Here we aimed to evaluate this special and challenging variant of BCC cases of two dermatology departments from different regions of Turkey.
Material and methods: Dermoscopic images of the histopathologically approved BCC cases from two centers between the years 2015-2018 were reviewed. The cases showing diffuse blue white areas on dermoscopy were included in the study. The clinical and histopathological features, dermoscopic images and demographic data of all the cases were evaluated
Results: We detected 15 (9.74 %) lesions of BCC with diffuse blue-white dermoscopic pattern from 15 different patients among 154 cases of histopathologically confirmed basal cell carcinomas. All of the cases were located on the head region. All of the cases were excised with two main differantials: melanoma and BCC. The most common findings after blue white diffuse areas were irregular serpentine vessels (60.0 %), peripheral maple leaf like areas (46.6%) and ulceration (46.6%). The histopathological examination of all the cases were in keeping with nodular or noduloulcerative subtypes.
Conclusion: The present study, to the best of our knowledge, is the most comprehensive study regarding this rare and challenging presentation of BCC. The main differential diagnosis is melanoma. We suggest that it would be logical to consider blue white BCC in the lesions showing diffuse blue-white color. A careful dermoscopic examination regarding the presence of specific dermoscopic clues to basal cell carcinoma can provide a well-directed preliminary diagnostic evaluation.
Keywords: Basal cell carcinoma, blue white, dermoscopy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
Aysun Görkem, Ayşe Ruveyda Uğur, Bahadır Feyzioğlu, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParaInfluenza VIrus Caused Lower RespIratory Tract InfectIons In PedIatrIc PatIents
Özet
Amaç: Parainfluenza virüslerinin (PIV) neden olduğu solunum yolu infeksiyonları bebek ve küçük çocuklarda başlıca morbidite ve hastanede yatış nedenleri arasında yer almaktadır. Bu retrospektif çalışmada alt solunum yolu infeksiyonu nedeniyle takip edilen çocuk hastalarda Parainfluenza virüs infeksiyonlarının sıklığının ve mevsimsel dağılımının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2014 - Aralık 2016 tarihleri arasında çeşitli çocuk kliniklerinde alt solunum yolu infeksiyonu ön tanısıyla ayaktan ve yatarak takip edilen 18 yaş altı hastaların nazofaringeal sürüntü örneklerinde PIV etkeni multipleks polimeraz zincir reaksiyonu (m-PZR) yöntemi ile çalışıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda değerlendirmeye alınan 1983 çocuk hastadan 224’ünde (%11.3) solunum yolu örneğinde PIV tiplerinden herhangi biri tespit edilmiştir. Alt tiplerin dağılımına bakıldığında etken olarak en sık PIV-3 (%75) saptanmıştır. Bunu sırasıyla %15.17 ile PIV-4, %5.8 ile PIV-1 ve %4 ile PIV-2 takip etmektedir. Hastaların %75.9 oranında 5 yaş ve altında olduğu belirlendi. Mevsimsel dağılım incelendiğinde, PIV-3 ‘ün sıklıkla (%53.6) yaz aylarında, PIV-1 ve PIV-2’nin ise tamamına yakınının sonbahar ve kış aylarında görüldüğü belirlendi.
Sonuç: Hasta grubunda sıklıkla alt solunum yolu infeksiyonu etkeni olan PIV-3 belirlendi. PIV’lerin neden olduğu solunum yolu infeksiyonu etkenlerinin m-PZR yöntemi ile belirlenmesi, klinisyenlere bu viral infeksiyonların tedavi ve korunmasında faydalı olacaktır.
Abstract
Aim: Respiratory infections caused by PIV are related to major morbidity and hospitalization rates in infants and young children. The aim of the present retrospective study is to investigate the rate and seasonal distribution of PIV infections in pediatric patients with lower respiratory tract infections.
Patients and Methods: Nasopharyngeal swab specimens of pediatric in- and outpatients with the diagnosis of lower respiratory infection were collected from various pediatric clinics between January 2014 and December 2016. PIV types 1, 2, 3 and 4 were identified by multiplex real time PCR method.
Results: One of the four PIV types was identified in 224 of 1983 nasopharyngeal swab specimens of patients aged less than 18 years (11.3%). PIV-3 was the most common agent among the subtypes (75%) followed by PIV- 4 (15.2%). The rate of PIV-1 and PIV-2 were 5.8% and 4%, respectively. Of all pediatric patients, 75.9% were under 5 years of age. When the seasonal distribution was examined, it was determined that PIV-3 was frequently observed in summer (53.6%), whereas PIV-1 and PIV-2 were observed in autumn and winter months.
Conclusion: PIV-3 was the most common subtype. Prompt identification of PIV by multiplex real time PCR method would be very helpful for clinicians in the treatment and prevention of the respiratory infections caused by viral pathogens.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Saim Açıkgözoğlu, Demet Kıreşi, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Pelvik Kistik Lezyonların Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
EvaluatIon Of AdnexIal Masses: PozItIve PredIctIve Value In Us, Ct, And Mrı
Amaç: Pelvik ve tubo-ovarian lezyonların tanısında önce ultrasonografi, sonra bilgisayarlı tomografi ve magnetik rezonans görüntüleme kullanılmaya başlanmıştır. Tubo-ovarian lezyonları olan olgularımızda her üç yöntemin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya pozitif prediktif katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 41 tubo-ovarian lezyon alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1A, T2A, fat saturasyonlu ve kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalitede tanılarımızın pozitif prediktif sonuçlarını değerlendirdik. Bulgular: Olgularımızın 3'ü korpus luteum kisti, 4'ü folliküler kist, 10'u kistadenom, 7'si över karsinomu, 7'si dermoid kitle, 4'ü endometrioma, 3'ü abse, 2'si kist hidatik ve Ti över fibromu olarak patolojik tanı aldı. Ultrasonografi ile 41 lezyonun 33'üne(%80), bilgisayarlı tomografi ile 36 lezyonun 29'una(%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 40 lezyonun 33'üne(%83) doğru tanı koyduk. Her üç yöntemin birlikte uygulandığı 36 olguda ise pozitif prediktif değerleri US’de %83.3, BT’de %77.7 ve MRG’de %86.1 olarak bulduk. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of pelvic and tubo-ovarian lesions. We discussed the primary contribution of these methods in the diagnosis of uterine masses in the patients with tubo-ovarian lesions. Materials and Method: IVe present 41 tubo-ovarian lesion with pathologic correlation. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover sagittal and axial T1-weighted as well as T2- vveighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium- enhanced MR images of the pelvic region. kVe compared our radiologic findings with histopathological results. Results: Three of 41 cases had corpus luteum eyst, 10 had eystadenoma, 7 had ovarian carcinoma, 7 had dermoid eyst, 4 had endometrioma, 3 had abcess, 2 had eyst hydatid, and 1 had ovarian fibroma on histopathological examination. Correct diagnosis was established in 33 (80%) out of 41 lesions with US, in 29 (80%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (83%) out of 40 lesions with MRI. Correct diagnosis was established in 33 (83.3%) out of 36 lesions with US, in 29 (77.7%) out of 36 lesions with CT scan and in 33 (86.1%) out of 36 lesions with MRI. Conclusion: Because of ability to detect invasion and in defining the extent of disease, MRI is better than sonography, and CT, and appears to be the modality of choice for evaluated of the pelvic masses. Although US pas potantial advantages and limitations, it should be preferred as the first method of searching for pelvic pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karpal Tünel Sendromu Cerrahi Zamanlamasında Emg’nin Rolü
Bilsev İnce, Zikrullah Baycar, Tahsin Sami Çolak, Mehmet Emin Cem Yıldırım, Mehmet Dadacı, Mehmet Uyar, İsmail Hakkı Korucu
Araştırma makalesi
Özeti
Karpal Tünel Sendromu Cerrahi Zamanlamasında Emg’nin Rolü
The Role Of Emg In SurgIcal TImIng Of Carpal Tunnel Syndrome
Giriş: Karpal tünel sendromu (KTS), median sinirin el bileğinde karpal tünelde kompresyonu ile oluşan en sık görülen periferik mononöropatisidir.
Amaç: Bu çalışmada EMG’de ileti hızında azalma ve latansta uzama gösteren KTS tanılı hastalarda EMG verilerinin cerrahinin başarısı üstündeki rolü araştırıldı. Böylece cerrahi endikasyonların objektif kriterlere bağlanması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: 2013-2018 yılları arasında elde uyuşma şikayetiyle olan, EMG’de karpal tünel sendromu tanısı almış ve cerrahi uygulanmış hastalar prospektif olarak değerlendirildi. Ameliyat sonrası 12.ayda hastaların şikayetlerinin devam edip etmediği sorgulanarak median sinirdeki ileti hızının değişimi yapılan EMG kontrolleri ile saptandı. Bu verilerle ameliyat öncesi EMG bulguları karşılaştırıldı. Ameliyat sonrası uyuşukluğun devam etmesi cerrahi başarısızlık olarak kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya 266 hasta (62 Erkek, 204 Kadın) dahil edildi. Şikayetleri devam eden hasta sayısı 23’tü. Şikayeti devam eden hastaların median motor latans ortalaması 6,63 msn (min 3,04 - max 11,04), ileti hızı ise ortalama 42,91 m/sn (min 36,88 - max 51,8)’di. Şikayetleri devam eden hastaların 16’sında median sinir duyu potansiyeli, 2’sinde hem duyu hem motor potansiyeli elde edilemedi. Şikayeti olmayan hastaların ise 70’inde median sinir duyu iletimi elde edilemezken, tamamında motor potansiyel elde edildi. Median motor sinir latans 4,63 msn’nin üstünde olduğunda KTS cerrahi tedavisinde hastanın uyuşukluk şikayetinin devam ettiği istatistiksel olarak tespit edildi.
Sonuç: Motor sinir Latans 4,63’ün üstünde olduğunda KTS cerrahi tedavisinde başarı şansı azalmaktadır. KTS cerrahi tedavisi bu sınırlara gelmeden yapılması geri dönüşümsüz değişikliklerin ortaya çıkmasını engelleyebilir.
Background: Carpal tunnel syndrome (CTS) is the most common peripheral mononeuropathy caused by compression of the median nerve at the wrist inside the carpal tunnel.
Aim: The aim of this study was to investigate the relationship between EMG data and surgical success in patients with CTS who showed a decrease in conduction velocity and prolonged latency in EMG. Thus, it was aimed to link the surgical indications to objective criteria.
Patients and Methods: The patients who were diagnosed with carpal tunnel syndrome and underwent surgery between 2013-2018 were evaluated prospectively. In the postoperative 12th month, changes in the median nerve velocity were observed by the EMG controls. Post-operative drowsiness was accepted as a surgical failure.
Results: 266 patients (62 males, 204 females) were included in the study. Complaints of 23 patients were continuing. The median motor latency average of the patients who complained was 6,63 msec (min 3,04 - max 11,04), and the message speed was 42,91 m / s (min 36,88 - max 51,8). Median nerve sensory potential was not found in 16 patients, sensory and motor potential was not achieved in 2 patients. Median nerve sensory conduction could not be obtained in 70 of the patients without any complaint, but motor potential was obtained in all of patients. When median motor nerve latency was higher than 4.63 ms, it was found that the patient complaint of drowsiness continued after surgical treatment of CTS.
Conclusion: When the motor nerve Latans is above 4.63, the chance of success in the surgical treatment of CTS decreases. Performing CTS surgical treatment before these limits may prevent the occurrence of irreversible changes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
Jule Eriç Horasanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
VagInal Flap Method In PreventIon Mesh ErosIon In Trans Obturator Tape Surgery And Short Term Result
\r\n Amaç: Stres üriner inkontinans tedavisinde yaygın olarak kullanılan Trans Obturator Tape (TOT) uygulamalarında eksizyon gerektirecek meş erozyonları gelişebilmektedir. Çalışmamızda TOT uygulamasına bağlı oluşabilecek üretral meş erozyonunu önleme amaçlı olarak geliştirdiğimiz subüretral sling altına yerleştirilen vajinal flep yöntemini tanımladık ve hastaları postoperatif komplikasyonlar açısından değerlendirdik.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda Aralık 2014 ile Mayıs 2018 yılları arasında hastanemizde aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu olan ve vajinal mukozadan oluşturulan flebin üretra önüne ve meş altına yerleştirildiği 22 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar üretral meş erozyonu, vajinal meş erozyonu, urgency ve disparoni şikayetleri, üriner retansiyon ve ikincil cerrahi gerekliliği açısından değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Hastaların postoperatif ortalama takip süreleri ortalama 8,95±8,45 aydı. 20 hastaya aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu (%90,9), 2 hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu (%9,1) uygulanmıştı. Takip süresi boyunca hiçbir hastada üretral erozyon gelişmedi. Sadece aynı zamanda menapozda olan bir hastada vajinal mesh erozyonu ve disparoni şikayeti vardı. Başka bir hastada üriner retansiyon ve taşma inkontinansı gelişti. Bu hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu uygulanmıştı. Bu hastaya daha sonra meş kesilmesi işlemi uygulandı.
\r\n
\r\n Sonuç: Vakalarımızda uygulanan cerrahi teknik ortalama 9 aylık yakın dönem takipte üretral erozyondan tümüyle korumasının yanı sıra urgency ve vajinal meş erozyonunu da minimal düzeyde tutmuştur.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Purpose: Mesh erosions that necessitates excision can develop in Trans Obturator Tape (TOT) surgeries which are widely used in the treatment of stress urinary incontinence.
\r\n
\r\n In our study, we described a method of vaginal flap placed under suburethral sling to prevent urethral mesh erosion related with TOT surgery and evaluated the patients for postoperative complications.
\r\n
\r\n Materials and methods: In our study, 22 patients who had TOT and cystocele operations simultaneously and to whom flaps composed of vaginal tissue were placed in front of the urethra under the mesh between December 2014 and May 2018 were evaluated retrospectively. Patients were evaluated for urethral mesh erosion, vaginal mesh erosion, complaints of urgency and dyspareunia, urinary retention, and need for secondary surgery.
\r\n
\r\n Results: The mean postoperative follow-up of the patients were 8,95±8,45 months. 20 patients had simultaneous TOT and cystocele operations (%90,9), 2 patient had vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations simultaneously (%9,1). Urethral mesh erosion developed in none of the patients during the follow-up period. Vaginal mesh erosion and dyspareunia was observed in only one menopausal patient. Urinary retention and overflow incontinence developed in another patient. Vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations were made simultaneously in this patient. Mesh of this patient was cut later on.
\r\n
\r\n Coclusion: The surgical technique we used in our cases kept urgency and vaginal mesh erosion in a minimal level besides totally preventing urethral mesh erosion in a mean short-term follow-up period of 9 months.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konjenital Lober Amfizemde Dırek Grafi Ve Bilgisayarlı Tomografi (bt) Bulguları (vaka Takdimi)
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Hasan Koç, Salim Güngör, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Konjenital Lober Amfizemde Dırek Grafi Ve Bilgisayarlı Tomografi (bt) Bulguları (vaka Takdimi)
PlaIn X-Ray FIlms And Computed TomographIc (ct) FIndIngs In The CongenItal Lobar Emphysema (a Case Report)
Bu vaka takdiminde, solunum güçlüğü, siyanozu, pulmoner enfeksiyonu, sağ üst lobda konjenital amfizemi ve sola mediastinal şifti olan, 1,5 aylık yeni doğanda tanı ve tanı metodları tartışıldı.
In this report, an 1,5 month infant, who has a heavy dyspnea, cyanosis, pulmonary infection, right upper lobar emphysema and mediastinal shift to left Side is explained and the diagnosis methods are discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Cytomegalovirus (cmv) Igm Ve Lgg Antikorlarının Araştırılması
Mehmet Bitirgen, Emine İnci Tuncer, Murat Günaydın, Ümran Çalışkan, O Seyfi. Şardaş, A. Zeki Şengil, Doğan Çiftçi, Dursun Odabaş
Araştırma makalesi
Özeti
Lösemi Ve Lenfomalı Hastalarda Cytomegalovirus (cmv) Igm Ve Lgg Antikorlarının Araştırılması
The InvestIgatIon Of CytomegalovIras (c:a.1v) Iga.1 And 1gg AntIbodIes In Lett-MIe And Lymp Fr Om A PatIents
Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, Çocuk Hastalıkları ve Ankara Üniversitesi ibn-i Sina Hastanesi Hematololi-Onkoloji Kliniklerinde yatan lösemi ve lenfomalı 102 hasta üzerinde yapılmıştır. Alman kan örneklerinde Cyzoınegalovirus 1g/U ve IgG antikorları enzymelinked immunosorbent assay (ELİSA) metodu ile araştırılmıştır. Serolojik tetkikler Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ELİSA laboratuvarında yapılmıştır. 69 Iösemi ve 33 lenfoma hastalarında bulunan sonuçlar kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. Lösemili hastaların 7'si (%10.15), lenfomalı hastaların (%3.03) CMV-IgM bakımından seropozitifıi. CMV-1gG seropozitifligi ise lösemili has-taların 35'ınde (%50,72), lenfornalt hastaların I3'ünck (%39.39) görüldü. 50 kişilik kontrol grubunda ise CMV-IgA1 seropozitilligi I hastada (%2), CMV-IgG se.ropozinfligi ise 25 hastada (%50) sap-tanmıştır. Sitostatik kemoterapi almayan hastalardan T.•inde (%6.25) L.1,1V-IgM, 13 hastada (%40.63) CMV-1gG antikorları saptanmıştır. Sitostalik kernoterapi uygulanan hastalardan 6'sında (%8.75) CMV-1gM, 35'inde (%50) CMV-IgG antikorları pozitif bulunmuştur. olarak; kontrol gruba göre löserni hastalarında CA1V-IgM seropozit‘lli,s,;i anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). Lenforna hasta-larında ise fark yoktu (p>0.05). IgG antikorları bakımından ise lösemi ıre tenroma hasialartyla nor-mal kontrol grup arasında fark bulunamadı (p>0.05). sitostaıik ilaç alan ha,vialarla olmayanlar arasında da fark yoktu (p>0.05).
This study included 102 leukemic and lympho,rıa patients tit ho were ıreated in Internal Medicine pediatric Clinic of Selçuk University Medical Faculty and Ilematology Clinic of İbn-İ Sina Hospital of Ankara University. CMV-IgM and 1gG antibodies were investigated with the enzyrne-linked immunosorbent assay (ELİSA) rnethod on the blood saınples, The serologic examinations were made in Alicrobiology ELİSA taboratory of Selçuk University Medical Faculty. The finding.s- in 69 leukernic and 33 iyınphoma patients compared tere control group. CA1V-IgM seropositivity was found in 7 lebtkernic palienis (10.15%) and 1 lyınphoırıa patienı (3,03%). CMV-1gG seropositivity waz found in 35 leukeınic patients (50,72%) and 13 lymphoına patients (39,39%). CMV-IgM sero-positivily of control group was found in 1 patient (2';;> and CMV-1gC sepropositivity was found in 25 patients (50%, seropositivity wa? Pyr,nd in 2 paıienis (6.25[70) and CMV-IgG in 13 pa-tients (40.63%) 'vere not (reale(' with cyto(atic ::-1ceıno0;crapy. scropositivily was
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Harap Akciğer
Tahir Yüksek, Ali Ersöz, Hasan Solak, Mehmet Yeniterzi, Osman Yılmaz, Cevat Özpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Harap Akciğer
Harap Lungs
Mayıs 1984-Nisan 1988 arasında, akciğerleri tahrip olan 7 vaka S. Ü. Tıp Fakültesi Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı. En genç ve en yaşlı hastalar 5 ve 47 yaşlarındaydı. Hastalar kendilerini öksürük, pürülan balgam, nefes darlığı, plevral ağrı ve hemoptizi ile gösterdiler. Parmakların çarpması her durumda yaygındı. Tahrip olmuş akciğer tarafında araştırabileceğimiz bir perfüzyon elde edemedik. 5 pnömonektomi ve 2 plöropnömonektomi ile cerrahi tedavi kabul edildi. Bir hastada bronko-plevral fistül ile postoperatif komplikasyon olarak 2 ampiyem vardı. Bu hasta torakoplasti sonrası öldü. Diğer hasta halen açık drenaj ile yaşıyor.
Between May 1984-April 1988 7 cases with destroyed lung were treated at S. Ü. Faculty of Medicine Thoracic and Cardiovascular Surgical Department. The youngest and oldest patients were 5 and 47 years old. Patients presented themselves with coughing, purulant sputum, dyspnea, pleural pain and hemoptysis. Clubbing of fingers was common in all cases. We obtained no perfusion in the destroyed lung side whom we could research. Surgical treatment with 5 pneumonectomy and 2 pleuropneumonectomy were corned out. There were 2 empyema as post operative complication with broncho-pleural fistula in one patient. This patient died following thoracoplasty. The other patient is still alive with open drainage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
Hasan Koç, Hızır Yılmaz, İsmail Reisli, Mustafa Altındiş, Hüseyin Altunhan, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Görülen Hastane Enfeksiyonları
NosocomIal InfectIons At Newborn IntensIve Çare UnIt
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları yenidoğan ünitesine 1992-1996 yılları arasında yatırılan 4468 çocuk hastanın 236’sında(% 5.2) hastane enfeksiyonu saptandı. Bu enfeksiyonların 169’u (%71.6) prematüre bebeklerde, 67’si (%28.4) ise matür bebeklerde gelişmiştir. Matür bebeklerde enfeksiyon gelişme oranı % 2.2 iken, prematürelerde % 11.5 idi. Hastane enfeksiyonlarından sepsis (% 73.1) en sık görülürken, menenjit %19.3, pnomoni %3.4 ve diğer enfeksiyonlar %4.2 oranında tesbit edildi. Değişik vücut sıvılarından alınan kültürlerden 32’sinde bakteri üretilebildi (%13.5). Etkenler arasında Klebsiella spp. 9(%28.1), Escherichia coli (E.coli) 8(%25.0) olarak saptandı. Hastane enfeksiyonlarından ölüm oranı pnömonide %87.5, sepsisde %61.5, menenjitte %8.7 ve diğerlerinde %40.0 bulundu. Genel olarak hastane enfeksiyonlarının %51.6’sı ölüm ile sonuçlandı.
236 (5.2%)nosocomial infections were detected in 4468 patients hospitalised in our newborn unit in Medical Fa- culty, Selçuk University between 1992 and 1996. 169 (71.6 %) of the infections detected were in prematüre ba- bies while 67 (28.4%) of them in mature babies and that numbers corresponded 11.5 percent and 2.2 res- pectively. The most common infection was sepsis (73.1%) and others such as menengitis (19.3%), pneumonia (3.4%) and others (4.2%) followed it. At least one microorganism growed in 32 (13.5%)specimens obtained from various body fluids. 9 (28.1%) of the miroorganisms were Klebsiella spp. and 8 (25.0%) of were E.coli Mortality rates of the infections were 87.5% for pneumonia, 61.5% for sepsis, 8.7% for menengitis and 60.0% for others, which corresponded an average mortality rate of 51.6 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Kriton Dinçmen, Murat Bilgili, Ümit Biçer
Araştırma makalesi
Özeti
Kıskançlık - Boşanma - Eşi Öldürme Üçgeni
Jealousy-DIvorce-Spouse-MurderIng TrIanglurIty
Kıskançlık nedeniyle eşini öldürmüş veya öldürmeye tam teşebbüs etmiş olan akli du-rumlarının tetkiki ve dolayısıyla ceza ()Niyetlerinin tayini için Adli Tıp Kurumu 1V. ihtisas kuruluna gönderilmiş olan vakalaı-ın tetkikinde. suçu işleme tarihinden önceki dönemde (eşlerinden ayrılma) girişimtnde bulunmuş olanlara sıklıkla rastlannuş olması, son beş yıla ait bütün dosyaların bu açıdan araştırılmasına ii eden olmuştur. Sözü edilen araştırmalarda ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Şöyle ki: aklen salim veya akıl hastası olsun. tüm olguların akli durumları herhangi bir hususiyet gözetmeksizin bu husu.vta gözlenmiş oldukları davranış faktörleri tamamen aym olmuştur. Her iki grubtaki olguların %41.3'ii, davalı bulundukları suçu işlemeden önce (eşlerinden ayrılma) gibi sosyal bir kuruma başvurarak kendilerini katil ve eşlerini de maktül ol-malarından korumaya çalışrınşlardır. ancak, sosyal baskılar boşanma başvıtrustmun mahkemece reddi reyahut aile çevrelerinin bu husustaki olumsuz tu-nunları şahısların bu "sosyal açıdan makbul" girişimlerine mani olarak "sosyal açıdan makbul ol-mayan" suçun önlenmesine _neden olmuştur. Bu açıdan bu araştırmanın tıbbi yanının dışında önemli bir sosyal yanının da bulunduğıı konuma varılmıştır.
In this article the restdts of a research study the relations between jealousy-divorce murdering the spouse done hy Psychian-ic Speciality Committee of the Supreme Council of Forensic Medicine of Turkey aı-e discussed.From 242 cases (207 male and 35 lemale) examined hy the Committee, the 138 were found as not possessing penal respons.ihility for psychiatric ı-easons; on the other hand, the rest 104 cases were accepted tü possess a full res-ponsibility tovvards the erime the)' committed. The main goal of the study was the determination of the percentage of the criıninals, who. before committing the erime had attempted to divorce their spouses. These people were forced to continue their common maı-ital life, eithe• becatıse their attemptsr were re-jected by the Court as not heing based on an ac-curate cause, ni- their wishes for divor-ce were found tü be unsuitable with te current social norms by their families. it is ve)); interesting tü find that. in both groups -sane or insane, responsible or ir-responsible- about the same percentage of 41. before conımitting crimes. tried to prevent themselves fr onı becoming murderers and their spouses Irom being kil-led, hy trying to get divorced. However, as their at-tempts 1,1,ere rejected. they had tü continue their for-ced coe.vistence and forced cohabitation, and as a result, after a while, not heing ahle to master their normal or delusion jealousy anymore. had to commit crimes. From this point of view. it is put forward that, such cases in which jealous people -sane ni" in-sane- reach to the point of asking for divorce, ac-cepting it will prohahly have a positive qffect on the prevention of such crimes.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
Mehmet Gök, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Kaviter Akciğer Hastalıkları: 204 Olgunun Retrospektif İncelenmesi
CavItary Lung DIseases: A RetrospectIve AnalysIs Of 204 PatIents
Kaviteli Akciğer lezyonları bulunan hastalar sıklıkla uzamış hospitalizasyona sebep olmakta, morbidite ve mortalite açısından yüksek risk taşımaktadır. Bu çalışmada 1995-2003 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dallarında kaviter hastalık sebebiyle yatarak izlenen 204 hasta dosyası retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların 142’si (%70) erkek, 62’si (%30) kadındı ve yaşları 6 ila 77 arasında değişiyordu. Kesin tanı göğüs radyogramı veya BT’de kaviter akciğer lezyonu varlığı ile kondu. Yaş, cinsiyet, etiyoloji ve tedavi türüne göre farklılıklar analiz edildi. En sık kaviter hastalık sebebi 73 (%36) olgu ile tüberküloz idi. Kaviter lezyon 114 (%56) olguda sağda, 74 (%36) olguda solda, 16 (%8) olguda bileteral idi. Olguların 145’ine (%71) medikal tedavi verilirken, 59’una (%29) cerrahi tedavi uygulandı. Sekiz olgu solunum yetmezliği nedeniyle eks oldu.
Patients with cavitary lung lesions have a high ris of morbidity and mortality with prolonged hospitalization. In this study 204 patients who were treated in Selcuk University, Chest Diseases and Thoracic Surgery departments between 1995-2003, are examined retrospectively. There were 142 (70%) men and 62 (30%) women aged from 6 to 77. Definite diagnosis was established by the presence of cavitary lung lesion in chest x ray or CT. Variable of age, sex, etiology and type of treatment, were analyzed. The most common cause of cavitary lesion was tuberculosis (36%). There were 114 (56%) right caviation, 74 (%36) left and 16 (8%) bilateral cavitation 59 (29%) cases were treated by a surgery, while 145 (%71) were treated by medical treatment and observation. Six cases were died due to respiratory failure
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Adnan Karaibrahimoğlu, Aşır Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Kanseri Verisinde Aprıorı Algoritması İle
kural Çıkarma
Rule InductIon By AprIorI AlgorIthm UsIng Breast Cancer Data
Teknoloji ile birlikte yaşamın her alanında artan veri miktarı “veri
ambarları” kavramını gündeme getirmiştir. Veri madenciliği, ortaya
çıkan çok büyük veri kümelerinin oluşturduğu veri ambarlarının
analiz edilerek yararlı bilgiler elde edilmesini sağlayan yaklaşımlar
bütünüdür. Veri miktarının büyük olduğu ve her geçen gün arttığı
alanlardan birisi de sağlık sektörüdür. Her gün binlerce hastaya
ait gerek kişisel gerek tıbbi veriler kayıt altına alınmakta ve bu
enformasyon depolanmaktadır. Ancak bu verilerin çok az bir kısmı
analiz edilebilmekte ve geriye kalan kısmından faydalı olabilecek
enformasyon elde edilememektedir. Özellikle hastane yönetim
sistemleri, tedavi yöntemleri ve koruyucu hekimlik konusunda
maliyetleri azaltıcı yöntemlerin geliştirilmesi için ambardaki verilerin
analiz edilmesi gerekmektedir. Klasik istatistiksel yöntemler ile
büyük veri kümelerini analiz etmek zor olduğu için, çeşitli veri
madenciliği yöntemleri geliştirilmiş ve bilgisayar programcılığı
yardımıyla analiz yapmak daha uygulanabilir hale gelmiştir. Birliktelik
kuralı, sağlık alanında yeni kullanılan analiz yöntemlerinden birisi
olup; değişkenlerin birlikte görülme olasılıkları üzerinden örüntü
oluşturmak ve buna bağlı olarak destek ve güven değerlerini
hesaplamak için kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Meram Tıp Fakültesi
Onkoloji Hastanesine ait retrospektif çalışma sonucu elde edilen
meme kanseri verileri üzerinde APRIORI algoritması uygulanmış ve
verilerdeki birliktelik örüntüleri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
The amount of data, increasing together with the technology,
has brought the concept of “data warehouse” in every field of life.
Data Mining is a set of approaches analyzing these data warehouses
formed by very large data sets and allows to gather useful
information. One of the fields where the amount of data is large
and getting larger everyday is the health sector. Many personal and
medical data belonging to thousands of patients are recorded and
stored. However, small part of these data can be analyzed and the
remaining part may not be helpful to obtain useful information. The
data in warehouses must be analyzed to improve the methods for
hospital management systems, treatment and health care systems
to reduce the costs. Since analyzing large data sets using classical
statistical methods is difficult, various data mining methods have
been developed and these methods have become more feasible with
the help of certain softwares. Association rule is an important datamining
task to find hidden patterns between the variables and used
recently in the field of healthcare. In this study, we have calculated
the support and confidence of the associations in data set. APRIORI
algorithm have been applied onto the retrospectively obtained breast
cancer data belonging to Oncology Hospital of Meram Faculty of
Medicine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toraks Hıdatık Kıst Hastalıgında Radyolojık Bulgular
Rıdvan Aktitiz, Faruk Özer, Mehmet Gök, Kemal Ödev, Adnan Tekin, Adil Zamani
Araştırma makalesi
Özeti
Toraks Hıdatık Kıst Hastalıgında Radyolojık Bulgular
Radıologıcal Fındıngs In Thoracıc Hydatıc Cıst Dısease
63 olguda toraksta lokalize hidatik kistlerin radyografi, ultrasonografi (US) ve bilgisayarlı tomografi (BT) bulguları değerlendirildi. Basit, komplike veya rüptüre hidatik kistler düz röntgenogramlara göre BT ile daha iyi görüntülendi.
Radiography, ultrasonography (US) and computed tomography (CT) findings of hydatid cysts localized in the thorax were evaluated in 63 cases. Simple, complicated, or ruptured hydatid cysts were better visualized with CT than plain roentgenograms.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Said Bodur, Hatice Yıldız, Mesude Mermer, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İl Merkezinde Annenin Çalışma Durumuna Göre Emzirme Süresi Ve Ek Gıda İle İlgili Tutumu
Mothers’ AttItudes On BreastfeedIng PerIod And Supplemented Food Based On TheIr VvorkIng Status In Konya
Amaç: Bu çalışma, annenin çalışma durumunun emzirme ve ek gıda ile ilgili tutum üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma Konya il merkezinde 12 ayını doldurmuş çocuğu olan 458 kadın (302’si ev hanımı, 156’sı çalışan kadın) üzerinde yapıldı. Büyüklüğü formülle belirlenen örneklem, iki aşamada seçildi. İlk aşamada, toplumda nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yapıldı. İkinci aşamada ise kreşlerdeki çocukların anneleri örneğe dahil edildi. Veriler, anket yardımıyla yüz yüze görüşerek elde edildi. Bulgular: İlkokuldan sonra öğrenim görme oranı ev hanımı annelerde (% 25), çalışan annelerden (% 96) düşüktü. Emzirme süresi ortancası ev hanımlarında 12 ay, çalışan annelerde 8 ay olup aradaki fark önemliydi. Ek gıdaya 4. aydan önce başlama oranı ev hanımlarında çalışan annelerden iki kat daha fazlaydı. Annelerin üçte birinin hazır mama ile ek gıdaya başladığı, ev hanımı annelerin ek gıdaya yemek suları ile başlama oranının çalışan annelerden daha yüksek olduğu belirlendi. Sonuç: Çalışan annelere sosyal destek verilmesi bebeklerini daha uzun süre emzirmelerini sağlayabilir. Ayrıca, toplumda kadınların öğrenim düzeyinin artırılması ve bebek beslenmesi konusunda bil gilendirmeye ağırlık verilmesi, emzirme ve ek gıda konusunda olumlu davranışları artırabilir.
Aim: İn this study, it was aimed to determine the effect of vvorking status of mothers on breastfeeding and using additive food for feeding. Methods: The study vvas consisted of 458 mothers (302 housevvives and 156 vvorking women) having at least 12 months old children. The population samples chosen by using a formula vvere select- ed in tvvo steps. İn the first step, the cluster sampling systematically based on population localities. İn the second step, the mothers of children living in day-center vvere taken into the survey population. Data vvere obtained via çuestonnaire techniçue by intervvieving. Results: The ratio of mothers vvho continued educating after primary school vvas 25% of housevvives and 96% of vvorking mothers. The median of breastfeeding period in housevvives vvas 12 months, but in vvorking mothers it vvas 8 months. This difference vvas significant. The ratio of initiation time of using additive food for feeding before the first four month in vvorking mothers vvas tvvo-fold than that in the house- vvifes. One third of mothers started to feed their babies with commercial supplement foods. The ratio of housevvife mother, starting vvith fluid of home made meal, vvas higher than in vvorking mothers. Conclusion: VVorking moth ers could be supported for breastfeeding their babies for longer period. İn addition, increasing education levels of female population and education on infant feeding may encourage to positive attitudes for giving the supplement ed food and breastfeeding in population.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Züleyha Şahinbay, Hatice Toy, Osman Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Meme Karsinomlarında Aksiller Lenf Nodlarındaki Metastazların Özellikleri Ve Mikrometastazların Belirlenmesinde Seri Kesitlerin Etkinliği
Features Of Metastases In AxIllary Lymph Nodes From Breast CarcInomas And EffectIvenes Of SerIal SectIonIng In DetectIon Of MIcrometastases
Meme kanserinin prognozunun ve uygun tedavisinin tayininde bazı histopatolojik özellikler, özellikle de aksiller lenf nodu durumunun doğru bir şekilde tespit edilmesi önemli hale gelmiştir. 1988-2001 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarında 47 modifiye mastektomi materyalinden tespit edilen 777 aksiller lenf nodu retrospektif olarak daha önce belirlenemeyen mikrometastazların belirlenmesi için incelendi. Uygulanan seri kesitler sonucu metastaz bulunmadığı rapor edilen 19 vakanın 2 (%11)’sinde mikrometastaz tespit edildi. Mikrometastaz bulma oranı 6. Kesite kadar artmakta, sonraki kesitlerde azalmakta idi. Sonuç olarak seri kesit tekniğinin rutin incelemeye göre metastazları tespit etmede daha etkili olduğu ortaya konuldu ve incelemelerde 20 µm kesit aralıklarında 6 kesit yapmanın tavsiye edilebilir bir yöntem olduğu kanısına varıldı.
Fort he assesment of the suitable therapy and prognosis; some histopathological features especially determining axillary lymph nodes correctly becomes so much important. Between the years 1998 and 2001 at Selcuk University Meram Medical Faculty pathology Laboratory 777 axillary Iymph nodes materials obtained from 47 modified mastectomy examined retrospectively for determining the micrometastasis that couldn’t be found before. After serial sections in 2 of 19 cases micrometastasis were found. These 19 patient were said not to have metastasis before. The incidence of finding micrometastasis decreased as the serial section counts increased. As a result; serial section method is more effective than routine examinations for determining the micrometastasis and in the examinations using 20µ section interval and taking 6 sections is a recommendable method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Hasan Önner, Mustafa Erol
Araştırma makalesi
Özeti
Sarkoidozda 18f-Fdg Pet/bt Bulguları Ve Nötrofil/lenfosit Oranının Karşılaştırılması İle Aktif İnflamasyonun Yaygınlığının Değerlendirilmesi
Evaluatıon Of The Integrıty Of Actıve Inflammatıon By Comparıng 18f-Fdg Pet/ct Fındıngs And Neutrophıl-Lymphocıde Rate In Sarocoıdosıs.
Amaç
Sarkoidoz hastalığında tedaviye başlama kararı, klinik ve radyolojik bulgular ile takipte solunum fonksiyon testi değerlerindeki bozulmaya göre verilmekte olup, tedavi yönetiminde farklı tetkiklere ihtiyaç duyulmaktadır. F-18 florodeoksiglukoz (18F-FDG) pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) hastalığın yaygınlığı hakkında önemli bilgiler verirken; nötrofil/lenfosit oranı (NLO) doku hasarına bağlı inflamasyon için iyi bir prognostik belirteç olarak bildirilmektedir. Bu çalışmada, sarkoidozun 18F-FDG PET/BT bulguları ile NLO ve diğer klinik bulgular arasındaki ilişkiyi değerlendirdik.
Materyal ve Metod
Kliniğimizde, 18F-FDG PET/BT tetkiki yapıldıktan sonra sarkoidoz tanısı alan hastaların verileri retrospektif olarak tarandı. Yaş, cinsiyet, NLO, sigara öyküsü, semptomlar ve ekstratorasik tutulum varlığı ile 18F-FDG PET/BT bulguları karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmaya 41 hasta dahil edildi. NLO ile tüm vücut toplam lezyon glikolizi (TLG) arasında güçlü, NLO ile tüm vücut metabolik aktif inflamatuar alan (MAİA) arasında orta düzeyde anlamlı korelasyon saptandı (Sırasıyla r değerleri: 0.852, 0.660; her ikisi içinde p değeri: <0.001). Sadece torasik tutulumu olan hasta grubu ile ilave ekstratorasik tutulumu olan hasta grubu arasında MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptandı (p değerleri sırasıyla: 0.002, 0.001 ve 0.003). Semptomlara göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı. Yaşlı grupta anlamlı olarak daha yüksek MAİA ve TLG medyan değerleri bulundu (sırasıyla p değerleri: 0,037 ve 0,040). Cinsiyete göre yapılan sınıflamada gruplar arasında STDmaks, MAİA, TLG ve NLO değerleri ile anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç
Sarkoidozda prognostik bir gösterge olarak kabul edilen NLO ile tüm vücutta hastalığın yaygınlığını gösteren 18F-FDG PET/BT bulguları arasında saptadığımız yakın ilişki, tedavi yönetiminde klinisyene önemli bilgiler verebilir.
Aim
The decision to start treatment in sarcoidosis is made based on clinical and radiological findings and changes in pulmonary function test findings during follow-up, and more useful tools are needed in treatment management. F-18 fluorodeoxyglucose (18F-FDG) positron required important tomography / computed tomography (PET/CT) contains important information about the extent of sarcoidosis. On the other hand, the neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) opens as a good prognostic marker for tissue-related inflammation. This study evaluated the relationship between the 18F-FDG PET/CT findings of sarcoidosis and NLR and other clinical findings.
Material and methods
The data of the patient who was diagnosed with sarcoidosis after 18F-FDG PET/CT examination in our clinic were retrospectively reviewed. Patients' age, gender, NLR values, smoking status, extrathoracic involvement and symptoms, and 18F-FDG PET/CT findings were compared.
Results
This study consisted of 41 patients. There was a strong correlation between NLR and whole body total lesion glycolysis (TLG), and moderate correlation between MAIA and NLR (r values: 0.852, 0.660, both of them p value: <0.001, respectively). There was a significant difference between the groups showing only thoracic involvement and additional extrathoracic involvement with MAIA, TLG and NLR values (p values,: 0.002, 0.001 and, 0.003, respectively). In the classification made according to the symptoms of the patients, there was no significant difference between the groups with SUVmax, MAIA, TLG and NLR values. Median values were found to be significantly higher in the elderly group (p values: 0.037 and 0.040, respectively). In the classification made according to gender; there was no significant difference in both PET/CT parameters and NLR values.
Conclusion
The close relationship between the NLR value, which is accepted as a prognostic indicator in sarcoidosis, and the 18F-FDG PET / CT findings which show the involvement of the disease in the whole body, may provide the clinician with significant benefits in treatment management.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Brucella Spp Ve Diğer Gram Negatif Bakterilerde C-Reaktif Protein Ve
prokalsitonin Değerlerinin Karşılaştırılması
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Meral Kaya, Ayşegül Opuş, Şerife Yüksekkaya, Asuman Güzelant
Araştırma makalesi
Özeti
Brucella Spp Ve Diğer Gram Negatif Bakterilerde C-Reaktif Protein Ve
prokalsitonin Değerlerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of ProcalcItonIn And C-ReactIve ProteIn
values In Brucella Spp And Other Gram-NegatIve
bacteremIas
Bu çalışmada Brucella spp., Escherichia coli, Klebsiella spp. ve
Acinetobacter spp. gibi Gram negatif bakteriyemisi olan hastalarda
prokalsitonin (PCT) ve C-reaktif protein (CRP) düzeylerinin
karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastalardan alınan kan örneklerinde
PCT, CRP ve kültür eş zamanlı çalışılmıştır. Bu örnekler Konya
Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalışıldı. Örnekler BACTEC
9120 kan kültür sisteminde inkübe edildi. Phoenix-100 otomatik
identifikasyon panelleri kullanıldı. Brucella spp.’in tanımlanmasında
konvansiyonel metodlara ilaveten Brucelle polivalan serum kullanıldı.
CRP değerlerinin >5 mg/L ve PCT değerlerinin ise >0.5 ng/ml olması
patolojik olarak kabul edildi (PCT’in Cut of değeri: 0.02-50 ng/ml).
PCT değerleri üç grupta değerlendirildi. Grup 1 (<0.5 ng/ml), Grup 2
(0.5-2.0 ng/ml) ve Grup 3 (>2.0 ng/ml). Brucella spp. saptanan 100,
E. coli saptanan 50, Klebsiella spp. saptanan 50, ve Acinetobacter
spp. saptanan 40 hasta olmak üzere 240 hasta çalışmaya alındı.
Brucella spp. saptanan 100 hastada da PTC değerleri Grup 1 (<0.5
ng/ml)’de, 92 hastada CRP değerleri ise >5 mg/L idi. E. coli saptanan
hastaların 34’ünde PCT değerleri Grup 3 (>2.0 ng/ml)’de, 46’sında
CRP değerleri >5 mg/L idi. Klebsiella spp. saptanan hastaların
47’sinde PCT değerleri Grup 3 (>2 ng/ml)’de , 39’unda CRP değerleri
>5 mg/L idi. Acinetobacter spp. saptanan 24 hastada PCT değerleri
Grup 2 (0.5-2.0 ng/ml)’de iken 40 hastanın tümünde CRP değerleri
>5 mg/L idi. Bazı Gram negatif bakteri infeksiyonlarında PTC ve
CRP değerleri artmakta iken, kan kültüründe Brucella spp. üreyen
hastalarda ise CRP değerlerinin arttığı ancak PCT değerlerinin ise
artmadığı saptanmıştır
In this study, we aimed to compare procalcitonin (PCT) and
C-reactive protein (CRP) levels in patients with gram-negative
bacteremia, as Brucella spp., Escherichia coli, Klebsiella spp., and
Acinetobacter spp. Simultaneous studies on culture, PCT and CRP
were done on the blood samples obtained from the patients. Samples
were investigated in Konya Research and Education Hospital, Konya,
Turkey. Samples were collected and incubated in BACTEC 9120
blood culture system. Phoenix-100 automated identification panels
were used. For Brucella spp. identification, Brucella polyvalent serum
was used in addition to conventional methods. CRP values >5 mg/L
and PCT values >0.5 ng/ml were considered pathological. (Cut of
value of PCT is 0.02-50 ng/ml.) PCT values were evaluated in three
groups as: Group 1 (<0.5 ng/ml), Group 2 (0.5-2.0 ng/ml) and Group
3 (>2.0 ng/ml). Brucella spp. were detected in 100 patients, while E.
coli in 50 patients, Klebsiella spp. in 50 patients, and Acinetobacter
spp. in 40 patients, and these 240 patients were included in the
study. For Brucella spp., PCT was in Group 1 (<0.5 ng/ml) in all
100 patients, and CRP was >5 mg/L in 92. For E. coli, PCT was in
Group 3 (>2.0 ng/ml) in 34 patients and CRP was >5 mg/L in 46. For
Klebsiella spp., PCT was in Group 3 (>2 ng/ml) in 47 patients and
CRP was >5 mg/L in 39. For Acinetobacter spp., PCT was in Group 2
(0.5-2.0 ng/ml) in 24 patients and CRP was >5 mg/L in all 40. In some
of the gram-negative bacterial infections, PCT and CRP levels were
increased, but in patients in whom Brucella spp. were grown in blood
culture, CRP level increased while PCT level did not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Her İki Uyarının Ventrikülden Olduğu Ddd Pace-Maker’li Hasta
Alpay Arıbaş, Hakan Akıllı, Yusuf İzzettin Alihanoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Her İki Uyarının Ventrikülden Olduğu Ddd Pace-Maker’li Hasta
A PatIent WIth Ddd Pacemaker HavIng The ElectrIcal StImulus Both Of WhIch From The VentrIcle
Kalbin ileti defektlerinde temel tedavilerden biri de pacemaker implantasyonudur. İlk defa 1958 yılında bradiaritmileri tedavi etmek amacıyla kullanılan pacemakerlar zaman içinde taşiaritmilerin önlenmesi ve sonlandırılmasında da kullanılır hale gelmiştir. Yüzeyel EKG pacemaker fonksiyon bozukluğu bulunan hastalarda en önemli tanı metodlarından birisidir. Burada daha önce AV tam blok nedeniyle DDDR mod kalıcı pacemaker implante edilmiş, asemptomatik bir hastada rutin pacemaker kontrolü esnasında yüzey EKG değişikliği ile tespit edilen lead dislokasyonunu anlatacağız. Bu olguda amacımız, pacemaker disfonksiyonlarını teşhis etmede, 12-lead yüzey EKG’ nin önemini vurgulamaktır.
One of the basic treatment techniques in cardiac conduction defects is pacemaker implantation. Although they were first used for the purpose of the treatment of bradyarrhythmias in 1958, they have had their current position for being applied to prevent and also to terminate the tachycardias in the course of time. Therefore, the rate of patients with permanent pacemaker in accordance with the increase in their use has been increasing at routine clinical practice recently. As a result, it is important to understand the possible ECG changes in these patients to determine any pathology on time. We are going to report a pacemaker lead dislocation detected with surface ECG change obtained during routine the pacemaker’s functions control in a patient with DDD pacemaker, who did not describe any complaint previously. In this case our aim is to emphasize the importance of 12-lead surface ECG to make diagnosis of pacemaker dysfunctions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
Demet Kıreşi, Saim Açıkgözoğlu, Mehmet Kılınç, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
Uterus Lezyonlarının Ayırıcı Tanısında Us, Bt Ve Mrg'nin Pozitif Prediktif Değeri
PozItIve PredIctIve Value Of UterIne Masses: Us, Bt And Mrı
Amaç: Uterus lezyonlarının ayırıcı tanısında kesitsel radyolojik incelemeler yeni bir çığır açmıştır. Çalışmamızda US, BT ve MRG’nin uterus lezyonlarındaki ayırıcı tanıya olumlu katkılarını değerlendirdik. Gereç ve Yöntem: Çalışma kapsamına patolojik olarak ispatlanmış 15 uterus lezyonu alındı. Lezyonlara önce ultrasonografi, sonra kontrastlı ve kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve T1 ağırlıklı, T2 ağırlıklı, fat saturasyonlu ve Intravenöz kontrastlı sekanslarda magnetik rezonans görüntüleme incelemesi yapıldı. Her üç modalite ile konulan ayırıcı tanılarımızı patolojik tanılar ile karşılaştırdık. Bulgular: Olgularımızın 7'si myom, 3'ü adenomyozis, 3'ü endometrial karsinom ve 2'si servikal karsinomdu. Ultrasonografi İle 15 olgunun 11'ine(%73), bilgisayarlı tomografi İle 12'sine (%80) ve magnetik rezonans görüntüleme ile 13'üne (%87) ayırıcı tanı konuldu. Sonuç: Magnetik rezonans görüntüleme hem doğru tanı koymakta, hem de çevre invazyonları göstermede bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografiye göre daha doğru sonuç vermektedir. Fakat ucuz ve kolay olması nedeniyle ultrasonografi öncelikli uygulanmalıdır.
Purpose: Cross sectional imaging technigues more widely available in the recent years for evaluation of uterine lesions. We discussed the primary contribution of US, CT, and MRI methods in the diferential diagnosis of uterine masses. Materials and methods: We evaluated the spectrum of US, CT, and MRI findings of the 15 uterine masses. Transabdominal sonography, enhanced and nonenhanced CT seans were performed in ali cases. Moreover, sagittal and axlal T1 weighted as well as T2 weighted, and fat-saturated unenhanced and gadolinium-enhanced MR images of the pelvic region. We compared our radiologic diferential diagnosis with pathologic diagnosis. Results: Seven of 15 cases had myoma, 3 had adenomyosis, 3 had endometrial carsinoma, and 2 had servix carcinoma. Correct diferential diagnosis was established in 11 (73%) out of 15 cases with US, in 12 (80%) with CT, and in 13 (87%) with MRI. Conclusion: MRI is the imaging method best suited for evaluation of uterine lesion than other imaging technigues. Since ultrasonography allows deiiation of the uterine masses in at least two scanning planes, this method should be preferred as the first method of searehing for uterine lesions.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
Yüksel Çiçek, Murtaza Emre Durakoğlugil, Sinan Altan Kocaman, Turan Erdoğan, Mustafa Özateş, Sedat Bozkurt, Mustafa Çetin, Aytun Çanga, Ömer Şatıroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
128 Kesitli Bilgisayarlı Tomografinin Ciddi Koroner Arter Hastalığının Tespitinde Tanısal Değeri
DIagnostIc Performance Of 128-SlIce MultI-SlIce Computed
tomography For The DetectIon Of SIgnIfIcant Coronary Artery LesIons
Çok kesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) koroner arter
hastalığının tespiti için son zamanlarda kullanılmaya başlamıştır.
Hem ÇKBT hemde koroner anjiyografi direkt olarak koroner arterleri
görüntüleyebilir. Bu çalışmanın amacı 128 kesitli BT’ nin ciddi koroner
arter hastalığının tespitinde tanısal değerini konvansiyonel koroner
anjiyografi ile karşılaştırmaktır. Çalışmaya koroner arter hastalığı
şüphesi olan 42 hasta prospektif olarak alındı.Hastalara 128 kesitli
BT çekildi ve sonrasında koroner lezyon ciddiyetini doğrulamak ve
karşılaştırmak amacı ile koroner anjiyografi yapıldı.Kayıtlar Amerikan
kalp birliğinin 16 segment modeline göre değerlendirildi. Hastaların
yaş ortalaması 56±12 yıl idi.İşlem öncesi ortalama kalp hızı 69±4
/ dakika idi. (en düşük-en yüksek: 54-78). Toplam 672 segmentin
değerlendirmeye uygun 669 segmenti değerlendirildi. Değerlendirilen
tüm segmentler için sensitivite, spesifite, pozitif prediktiv değer,
negatif prediktif değer ve doğruluk oranı 128 kesit BT için sırasıyla
% 91, %98.5, %93.8, % 97.8 ve %97 olarak bulundu. Bu değerler
sadece proximal segmentler değerlendirildiğinde %97.8, %96.4,
%95.7, % 98.1 ve % 97.1 olarak bulundu. Sadece distal segmentler
değerlendirildiğinde ise yine sırasıyla %87.4, %98.8, %92.7, %97.7
ve %97 olarak bulundu. Çalışmamızın sonucunda 128 kesitli BT’nin
konvansiyonel koroner anjiyografiye hemen hemen yakın doğrulukta
tanısal doğruluğu olduğunu tespit ettik ve bu tekniğin giderek artan
kullanımı ile birlikte gereksiz konvansiyonel koroner anjiyografi
işlem sayısının azalacağını düşünmekteyiz
Multi-Slice Computed Tomography (MSCT) is a recently introduced non-invasive technique used for the diagnosis of coronary artery disease (CAD). Both MSCT and conventional coronary angiography (CAG) may provide direct visualization of the coronary arteries. To determine the diagnostic accuracy of 128-slice MSCT compared with the results of conventional CAG for the diagnosis of significant coronary artery stenosis. Forty-two eligible patients who underwent 128-slice MSCT with the suspicion of CAD and had any coronary lesion within the whole coronary tree were enrolled prospectively. Subsequently, CAG was performed to confirm the severity of coronary lesions. The records acquired by MSCT coronary angiography and conventional CAG were evaluated by 16-segment model of American Heart Association (AHA). Mean age of the patients was 56±12 years, and mean heart rate prior to the examination was 69±4 bpm (min-max: 54-78). Of 672 coronary segments, 669 were interpretable and evaluated in 42 patients. For all the interpretable segments, overall sensitivity, specificity, positive predictive value (PPV), negative predictive value (NPV) and the diagnostic accuracy (DA) of 128-slice MSCT to detect significant stenosis were 91%, 98.5%, 93.8%, 97.8% and 97%, respectively. These values for evaluation of proximal segments were 97.8%, 96.4%, 95.7%, 98.1% and 97.1% and, for distal segments were 87.4%, 98.8%, 92.7%, 97.7% and 97%, respectively. Our results show that, the diagnostic performance of MSCT appear almost equivalent to CAG, current gold standard, with excellent, sensitivity, specificity, positive and negative predictive values. We think that, 128 slice-MSCT will be increasingly utilized in future, decreasing unnecessary coronary angiography procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
Fahri Halit Beşir, Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Abdullah Belada
Araştırma makalesi
Özeti
Parotis Kitlelerinin Tanisinda Ve Tedavinin Planlanmasinda Görüntüleme Tetkiklerinin Yeri
DIagnosIs And Therapy PlanIng Of ParotId Gland Masses WIth ImagIng TechnIques
Parotis kitlesi ile gelen hastaların tanısında ve tedavinin planlanmasında görüntüleme tetkiklerinin önemi araştırılmıştır. On altı hasta (10 kadın, 6 erkek; 13-75 yaşları arasında; ortalama yaş 41.12±16.97) retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik özellikleri, preoperatif yapılan radyolojik tetkikler, yapılan görüntüleme tetkiklerinde kitlenin lokalizasyonu, karakteristik özellikleri, çevre dokularla ilişkisi ve cerrahi spesmenlerin histopatolojik tanıları gözden geçirildi. Histopatolojik inceleme sonucunda olguların tamamına benign parotis tümörü tanısı konulup malign parotis tümörü görülmedi. Histopatolojik tanılar 11 hastada (%68.75) pleomorfik adenom iken, 5 hastada (%31.25) Warthin tümörü idi. Parotis kitlesi 8’inde (%50) sağ parotis bezinde diğer 8’inde de (%50) sol parotis bezinde yerleşim gösteriyordu. Hastaların 7’sinda preoperatif ultrason (US) yapılırken, 9’unda bilgisayarlı tomografi (BT) ve 5’inde manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılmıştı. Parotiste kitle ile gelen bir hastada ucuz, efektif, ulaşımı kolay, radyasyon içermeyen, non-invaziv, sedasyon gerektirmeyen bir tetkik olduğu için, parotis kitlelerinin büyük bir kısmı süperfisiyal lobdan orijin aldığından ve süperfisiyal lobda yerleşim gösteren tümörleri değerlendirmede etkili olduğu için öncelikle US yapılmalıdır. Derin lob yerleşimli tümörlerde ve maliniteden şüphelenildiğinde BT veya MRG’den birisi tercih edilmelidir. Hasta geldiğinde BT veya MRG’den herhangi biri varsa diğerinin yapılmasına gerek yoktur.
To determine the contribution of imaging techniques for diagnosis and therapy planning of patients with parotid masses. 16 patients (10 female, 6 male; between 13-75 age; mean age 41.12±16.97 years) were evaluated retrospectively. Age, gender, clinical characteristics of patients, imaging studies which were performed preoperatively, location and characteristics of masses and invasion to the surrounding tissue, histopathologic examination of surgery specimens were evaluated in the current study. Histopathologic examinations of specimens revealed that all cases were benign. Histopathologic findings revealed no malignancy. Histopathologically, lesion was diagnosed as pleomorphic adenoma in 11 patients (%68.75) and Warthin tumor in 5 patients (%31.25). The mass was located in left parotid gland in 8 (%50) patients and in right parotid gland in 8 (%50) patients. Preoperative, ultrasound (US) was performed in 7 patients; computed tomography (CT) was performed in 9 patients; magnetic resonance imaging (MRI) was performed in 5 patients. US should be the initial investigation of choice for patients with parotid masses because of superficial location. US is effective, inexpensive, nonradiation, non-invasive, practical and does not require sedation in diagnosis parotid masses. Deeply located tumors and malign tumors should be evaluated with CT or MRI. CT or MRI alone is sufficient for evaluation.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Adem Yaşar, Kayhan Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Konka Bülloza: Kronik Nonallerjik Sinüzitlerde Görülme Sıklığı Ve Endoskopik Cerrahinin Prognoza Etkisi
Concha Bullosa: FIenquency In ChronIc NonallergIc SInusItIs And EffectIvIness Of EndoscopIc Surgery On PrognosIs
Konka bülloza intranazal anatominin önemli varyasyonlarından bir tanesidir. Bu çalışmada paranazal sinüs en feksiyonu olan 86 hasta lateral nazal duvar anatomik varyasyonları açısından BT ile araştırılmıştır. Hastaların %22’sinde en az bir tarafta konka bülloza tesbit edilmiştir. Paranazal sinüs enfeksiyonlarının konka büllozaya bağlı olmaksızın da gelişebildiği, konka bülloza tesbit edilen hastalardan 15’ine yapılan endoskopik cerrahi girişim sonucunda, endoskopik cerrahinin sinüzit tedavisinde yararlı olduğu görülmüştür.
Concha bullosa is a common anatomical variant of intranasal anatomy. Eighty-six patients who had paranasal sinüs infection were evaluated with CT for lateral nasal wall variations. İt was found that 22 % of the patients had concha bullosa at least on one side. İt was seen that paranasal sinüs infections developed vvithout concha bul losa and on the other hand, 15 patient that operated endoscopic surgery was shovvn that this prosedüre is useful for the treatment of sinusitis in cases with concha bullosa.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
Hayri Karaaslan, Ekrem Doğan, Ahmet Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Karaciğer Hastalıklarında Serbest T3 Düzeylerinin Karaciğer Yetmezlik İndeksi Olarak Değeri
The Value Of Free T3 Level As A HepatIc FaIlure Index In ChronIc LIver DIseases
Pıhtılaşma faktörleri ve protinlerinin çoğunun yapım yeri karaciğerdir. Bu nedenle karaciğer hastalıklarında değişik derecelerde pıhtılaşma bozuklukları ortaya çıkar. Bu bozuklukları yansıtan testlerden biri olan protrombin zamanı (PZ) kronik karaciğer hastalıklarında (KKH) en önemli testlerdendir ve karaciğer parankim yetmezliğinde ilk gösterge olarak ele alınabilir. Öte yandan KKH’da sıklıkla tiroid hormon düzeylerinde de değişiklikler olmaktadır. Çalışmamızda klinik ve histopatolojik olarak KKH tanısı almış hastalarda PZ ve serbest T3 (s T3 ) düzeylerine bakılarak elde edilen değerler, aynı yaş grubu içersinde sağlıklı kişilerden elde edilen sonuçlarla karşılaştırılmış ve sT3 değerinin PZ gibi KKH’lı hastalarda, karaciğer yetmezlik indeksi olarak kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmıştır. Çalışma sonunda hasta grubunda sT3 düzeylerinde belirgin azalma, PZ de anlamlı yükselme ile bir likte sT3 ile PZ arasında negatif korelasyon saptadık. sT3 düzeyinde belirgin azalma, azalmış karaciğer parankim kapasitesini yansıtır ve tıpkı PZ gibi karaciğer yctmizlik indeksi olarak kullanılabilir kanısındayız.
Most of the coagulation factors and their proteins are synthesized in the liver. Therefore many kind of coagulation disorders occur during chronic liver diseases. Prothrombin time (PT) is one of the most important coagulation tests which can be used in chronic liver diseases as the first line measurement of the severity of hepatic tissue insuffi- ciency. On the other hand the level of thyroid hormone can often change during chronic liver diseases. İn our study we measured PT and free T3 values of the patients with chronic liver diseases diagnosed by clinical findings and confirmed histopathologically and we also compared them with the same parameters obtained from the healh con- trol group with chronic liver diseases. İn the patient group we have detected significant decrease in free T3 and an increase in PT and a negative correlation between free T3 and PT. V/e think that, the decreased level of free T3 , is a manifestation of decreased liver tissue capacity and tike PT it can be used as a hepatic failure index.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medulloblastomalarda Bilgisayarlı Tomografinin Tanı Krıterlerı
Bilge Çakır, Ayşegül Öğmegül
Araştırma makalesi
Özeti
Medulloblastomalarda Bilgisayarlı Tomografinin Tanı Krıterlerı
DIagnostIcal CrIlerIa Of Computed Tomography In The Medulloblastomas
Bilgisayarlı tornografik (BT) incelemede, posterior fossada orta hat kitlesi ile karakterize olan subaraknoid da farz ve nodüler melastaz tesbit edilen iki medulloblastorna olgusu nedeni ile literatür gözden geçirildi. Medulloblastomaların BT bulguları ve ayrıca tanısı tartışıldı.
in this study, two cases were presented that is characterized by centrally located mass lesion of the posterior fossa with diffuse and nodular subaraknoid seeding on the CT examination. le was reviewed literature. We discıtssed characteristic CT scan appearances of medulloblasıomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kalıcı Radial Sinir Hasarında Tendon Transferi İle Fonksiyonun Geri Kazanımı
Ahmet Ayar, Erkan İpekçioğlu, Tunç Cevat Öğün, Mehmet Arazi, M. İ. Safa Kapıcıoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kalıcı Radial Sinir Hasarında Tendon Transferi İle Fonksiyonun Geri Kazanımı
RestoratIon Of FunctIon UsIng MultIple Tendon Transfers In Permanent RadIal Palsy
Kalıcı radial sinir hasarında bilek ve parmak ekstansiyonunu geliştirmek, başparmak eklemlerinin stabilizasyonunu sağlamak tendon transferleri ile mümkün olmaktadır. Bu amaçla çeşitli teknikler ve modifikasyonları uygulanmaktadır. Bu çalışmada yaş ortalaması 26 olan 17 hastanın 14'ünde fleksör karpi ulnaris ile parmak ekstansiyonları, palmaris longus ile başparmak ekstansiyon-abdüksiyonu ve pronator teres ile el bilek ekstansiyonu sağlandı. Sinir fonksiyonunun geri dönebileceği düşünülen 3 hastada ise, yalnız pronator teresin transferi ile internal splint ameliyatı yapıldı. Ameliyat sonrasında üç hafta atel ile tespit, daha sonra üç hafta gece ateli uygulandı. Tüm hastalarda ameliyat sonrası üçüncü haftada rehabilitasyon programına başlandı. Ortalama takip süresi 17 ay oldu. Fonksiyonel değerlendirme Zachary modeline göre, 11 hastada çok iyi, 3 hastada iyi, 2 hastada orta ve 1 hastada kötü idi. Hastaların onbeşi sonuçtan memnundu ve oniki hasta eski işine dönmüştü. Bir hastada el bilek ekstansiyonunda yetmezlik gelişti. Uyguladığımız transfer tekniği ve iyi bir rehabilitasyon sonucunda oldukça iyi sonuçlar alınmıştır. Başparmakta radial abdüksiyonun sağlanamaması tekniğin eksik kalan yönüdür.
Tendon transfers enable wrist and finger extension, and stabilize the thumb vvoints in permanent radial palsy. Different technigues of transfer and their modifications have been used so far. İn 14 out of 17 patients with a mean age of 26 years, we restored finger extension using pronator teres. Terun of function was expected in the other 3 patients, and the so called internal splinting operation was performed using only the pronator teres for vvrist extension. Immobilization in a plaster splint for three weeks was used postoperatively, and it was continued as a night splint foranother three weeks. A rehabilitation programme was started at the end of three weeks postoperatively for ali the patients. The man follow-up was 17 months on the average. Functional scoring was done according to the Zachary model and we obtained 11 very good, 3 good, 2 fair and, 1 bad results. Tvvelve patients returned to their former occupations. Fifteen patients were satisfied with the results. We did not encounter any infection postoperatively. The transfer for wrist extension failed in one patient. We obtained good results comprable with the ones in the literatüre using our technique of transfer, meticulous surgery and good rehabilitation. Although not so important, inability to provide radial abduction was the lacking port of the transfer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Diskal Hernilerde Myelografi Ve Bilgisayarlı Tomografinin Tanıdaki Değerlerının Cerrahı Sonuçları İle Karşılaştırılması
Sırrı Akalın, Nahit Ökesli, Serdar Karaköse, Fevzi Karslı, Taner Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Diskal Hernilerde Myelografi Ve Bilgisayarlı Tomografinin Tanıdaki Değerlerının Cerrahı Sonuçları İle Karşılaştırılması
ComparatIort Of Myelography And Ct ResulIs WIth OperatIonal Results In Lomber DIscal HernIes.
Çalışmamızda 23 hastada 35 seviyedeki lomber diskal patolojiler myelografi, BT ile tetkik edildi ve operasyon sonuçları ile karşılaştırılarak değerlendirildi. Diskal patolojisi olan 35 seviyenin 32'si (%91.42) myelografi ile, 31'i (%87.57) BT ile tespit edildi. Elde edilen sonuçlar myelografi ile BT'nin tanı değerlerinin birbirine yakın oranlarda olduğunu göstermektedir. Çalışmamız sonuçlarına göre lomber disk hernisi di ünülen hastalarda; non-invasiv ve taibiki ko-lay bir yöntem olması, bunun yanı sıra tanı değeri myelografiye yakın olması nedeniyle BT'yi öncelikle tercih etmemiz gerektiğini düşünmekteyiz.
in our study 35 lomber discal pathologic levels in 23 patients were evaluated by myelography, CT, and discüvery en operations. In 35 levels which have discal pathology, 32 cases were fyou.nd ola by myelography (91.42%) and 31 of it by CT (87.57%) When the dignostic values of mylography and CT compared, wve see that the ratios resemble each ot her. As the resıdt of our study we need ta prefer the CT; which is a non-invasive examinaiion, practical than the myelography and diagnostic value is similar ta myelography, for the patients suspected for lomber discal patology.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Turgut Teke, Mustafa Dinç, Emin Maden, Hatice Toy, Orhan Özbek, Sami Ceran, Mustafa Serdengeçti, Kürşat Uzun
Olgu sunumu
Özeti
Mediastinal Tümörü Taklit Eden Ve Artmış Fdg Tutulumu Gösteren Bir Tüberküloz Lenfadenit Olgusu
Tuberculous LymphadenItIs WhIch MImIcked MedIastInal Tumor And Elevated Fdg Uptake At Pet-bt
Tüberküloz tüm dünyada ve ülkemizde çok ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak önemini korumaktadır. Ekstrapulmoner yerleşimli tüberküloz vakaları ayırıcı tanıda karşılaşılan zorluklar nedeni ile önemli bir klinik sorun oluşturmaktadır. Kontrastlı toraks BT’de mediastende patolojik boyutlarda lenfadenomegaliler bulunan, PETBT’sinde lenfadenomegalilerinde yüksek FDG tutulumunun görülmesi nedeniyle yapılan mediastinoskopik biyopside tüberküloz lenfadenit olduğu saptanan vakayı tartışmayı amaçladık. 80 yaşında bayan hasta PA akciğer grafisinde sağ paratrakeal bölgede genişleme tespit edilmesi üzerine yatırıldı. Toraks BT ve MR görüntülemeleri bu genişlemenin mediastinal tümörle uyumlu olduğunu destekliyordu. PET-BT incelemesinde kitlenin malignite lehine artmış FDG tutulumu gösterdiği izlendi. Ancak mediastinoskopik biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit olarak rapor edildi ve tüberküloz tedavi başlandı. Erişkin hastalarda bile görüntüleme yöntemleriyle dahi malign olduğu düşünülen mediastinal kitlelere sebep olan patolojiler arasında tüberküloz lenfadenitin de olabileceği akılda tutulmalı ve tüberküloz lenfadenitin PET-BT incelemesinde artmış FDG tutulumu gösterebileceği unutulmamalıdır.
Tuberculosis remains to be a serious public health problem in our country and all over the world. Extrapulmonary tuberculosis causes major clinical problems because of difficulties encountered in the differential diagnosis. In this case report, we aimed to discuss a case of tuberculous lymphadenitis mimicking mediastinal tumor in chest CT and PET-CT examination. Eighty years old female patient with right paratracheal enlargement in the chest radiography was admitted to our hospital. Thorax CT and MR imaging was supporting this expansion as concordant with the mediastinal tumor. The PETCT showed increased FDG uptake in favor of malignant masses. However, mediastinoscopic biopsy was reported as tuberculous lymphadenitis and antituberculous therapy was started. It should be kept in mind that even in adults patients, tuberculous lymphadenitis should be thought in differential diagnosis of mediastinal masses suspecting malignancy with imaging techniques and also it should not be forgotten that tuberculous lymphadenitis may be presented with elevated FDG uptake at PET-BT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
Başar Cander, Birsen Ertekin, Zerrin Defne Dündar, Tarık Acar, Izzettin Ertaş, Feridun Koyuncu, Mehmet Okumuş, Metin Bircan
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of PatIents Who AdmItted To Emergency ServIce WIth Altered State Of ConscIousness UsIng The Infrascanner DevIce
Acil servise şuur değişikliği ile başvuran hastalarda hem zaman yönetimi hem de doğru tanıyı koyma sağ kalım açısından oldukça önemlidir. Travmatik beyin hasarlı hastalarda gelişen intrakraniyal hematomun erken tanısı ve müdahalesi başarılı bir tedavi için esastır. Bu nedenle çalışmamızda noninvaz iv ve hızlı bir yöntem olan infrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitini araştırmayı amaçladık. 01 Mart - 08 Nisan 2010 tarihleri arasında hastanemiz acil servisine şuur değişikliği şikayeti ile başvuran 38 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar, acil servise başvurdukları anda cihazın kullanımı için eğitim almış acil tıp asistanları tarafından infrascanner cihazıyla kanama açısından araştırıldı. Hastaların 20’si (%52.6) erkek ve 18’i (%47.4) bayan idi. Yaş ortalamaları 51.8±23,2, glaskow koma skalası (GKS) 10.6 (15-3) idi. Hastaların acil serviste infrascanner cihazı ile değerlendirilmesi için geçen süre olay anından itibaren ortalama 5.2 (0.5-45) saat iken beyin Bilgisayarlı Tomografi (BT) ile değerlendirme için geçen süre ortalama 6.3 (1- 47) saat idi. Hastaların çekilen beyin BT’sinde 22’sinde (%57.9) kanama varken, 16’sında (%42.1) kanama tespit edilmemiştir. Infrascanner cihazı ile yapılan değerlendirme de ise 24 (%63.2) hastada negatif, 14 (%36.8) hastada pozitif değerler saptanmıştır. İnfrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitinde sensitivitesi %63.6, spesifisitesi %100, pozitif prediktif değeri %100 ve negatif prediktif değeri %66,7 olarak bulunmuştur. İnfrascanner cihazının ileri görüntüleme yöntemlerine ihtiyaç duyan hastaları belirlemede semptom ve nörolojik muayeneye ek olarak faydalı klinik bilgiler sağladığı görülmektedir. Tespit edilen yüksek spesifisite değeri, infrascanner cihazı ile kanama tespit edilen hastaların mutlaka ileri tetkik ile değerlendirilmeleri gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Time management and making a correct diagnosis are very important for survival of patients with altered state of consciousness. In our study, we aimed to determine the value of the infrascanner device, which is a non-invasive and a fast method in detection of intracranial hemorrhage. A total of 38 patients who had been admitted to the emergency department of our hospital with the complaint of altered state of consciousness were included in the study. The patients underwent investigations with regard to hemorrhage immediately after admission using the infrascanner device by trained residents of emergency medicine. 20 (52.6%) of the patients were male. The mean age was 51.8 years and the Glasgow Coma Scale was 10.6 (15-3). While hemorrhage was detected on cerebral CT in 22 (57.9%) patients, it was not detected in 16 (42.1%). In the infrascanner device examination, negative results were detected in 24 (63.2%) patients and positive results were detected in 14 (36.8%) patients. The sensitivity of the infrascanner device was found to be 63.6%, specifity was found as 100%, the positive predictive value was found as 100%, and the negative predictive value was found as 66.7%. The results obtained from the study indicate that the infrascanner device provided beneficial clinical data in addition to symptoms and neurological examination in patients who required further imaging procedures. The high specificity puts forth that patients in whom hemorrhages are detected using the infrascanner device, should definitely be evaluated with further tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
Said Bodur
Araştırma makalesi
Özeti
Toplumun 0-1 Yaş Çocuk Aşılamalarında Ulusal Takvime Uyum Durumu Ve Zaman İçindeki Değişimi (1997-2007)
EvaluatIon Of Properly TImed VaccInatIon For 0-1 Years Old ChIldren AccordIng To The NatIonal VaccIne Schedule In Two TIme PoInts (1997-2007)
Çalışma, toplumun 0-1 yaş çocuk aşılamalarında ulusal aşı takvimine uyum düzeyini, bunu etkileyen faktörleri ve zaman içindeki değişimi belirlemek amacıyla yapıldı. Yöntem: Çalışma, Konya il merkezinde 1997 ve 2007 yıllarında yapıldı. Araştırmanın evreni 0-23 aylık bebek ve çocuklar olup örneklem, nüfusa ağırlıklı sistematik küme örnekleme yöntemiyle belirlendi. Örnek hacimleri bir önceki dönemdeki aşılama oranları ve güç hesabı dikkate alınarak formülle elde edildi. Örneklemler 1997 için n:467 ve 2007 için n:380 olarak gerçekleşti. Veriler gözlem ve anket yardımıyla toplandı. Bulgular: 1997 yılı için yaşına göre tam aşılı bebek ve çocuk oranı %79.9’du. Ancak, gecikmesiz olarak aşı takvimine uyum oranı %35.3 düzeyindeydi. 2007 yılında ise bu oranlar sırasıyla %84.2 ve %63.7 idi. Aşı takvimine uyum durumu annenin yaşı ve öğrenim düzeyi, çocuğun yaşı ve doğum sırası, aşı kartının varlığı, aşı ile ilgili hastalık geçirme durumu ve ekonomik düzey ile ilişkili bulundu. Aşı takvimine uyum ile çocuğun cinsiyeti ve ölen kardeşinin olup olmaması arasında bir ilişki bulunamadı. Sonuç: Bu bulgulara göre çok çocuklu ailelerin aşılama konusunda yakından izlenmesi, altı aydan büyük çocuklarda aşı randevusunun hatırlatılması ve aşı kartının saklanma özelliğinin artırılmasıyla aşı takvimine uyumun artırılabileceği kanaatine varıldı.
The study was aimed to determine the ratio of properly timed vaccination according to national vaccine schedule in two time points. Method: The study was performed in Konya city center at the years 1997 and 2007. The subjects were obtained from children aged 0 to 23 months by using systematic cluster sampling. Also power estimated was received attention in this formula. Sample sizes were 467 and 380 for 1997 and 2007, respectively. The data was collected by observation and inquiry techniques. Results: Proportion of children age-appropriately immunized was 79.9 % for year 1997. However the ratio of properly timed vaccination for the vaccine schedule was only 35.3 %. These ratios for year 2007 were 84.2 % and 63.7 %, respectively. Mother’s age and educational level, children’s age and labor order, having a vaccine card, a history of sickness can be prevented by the vaccine in family members and economic status were related to the national vaccine schedule. Conclusion: We consider following families who have more children for vaccination, bringing to mind vaccination date for children aged bigger than six months and taking some cautions in order to protect vaccination card.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Özlem Düzenli, Ganime Dilek Emlik, Demet Kıreşi
Olgu sunumu
Özeti
Multisistemik Langerhans Hücreli Histiyositozis Hastalığında Bt Ve Mr Bulguları
Ct And MrI FIndIng Of Langerhans Cell HIstIocytosIs DIsease
Langerhans hücreli histiyositoz, kemik iliği kökenli Langerhans hücresinin anormal çoğalması ile karakterize ve nedeni bilinmeyen bir hastalık grubudur. Bu çalışmada nadir görülen akciğer, yaygın kemik, hipofiz, dalak tutulumu olan ve biyopsi sonucu Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşen iki yaşındaki erkek olgunun BT ve MR bulguları sunulmuştur. Öksürük, ateş, kusma, ishal, solukluk, halsizlik, ve ciltte döküntü yakınmaları ile hastaneye başvuran 2 yaşındaki erkek çocuğun akciğer grafisinde her iki akciğerde retikülonodüler infiltrasyon gözlendi. Toraks BT’de akciğer parankim alanlarında yaygın mikro ve makronodüler karakterde infiltratif lezyonlar ile direkt grafi, BT ve MR tetkiklerinde kafatasında, vertebralarda, iliak kemiklerde yaygın litik lezyonlar görüldü. Hipofiz MRG’de ise T1A görüntülerde nörohipofize ait hiperintensite izlenmedi ve stalkta hafif kalınlaşma vardı. Batın BT’de ise dalakta hipodens nodül saptandı. İliak kemikten yapılan biyopsi ile Langerhans hücreli histiyositoz tanısı kesinleşti. BT ve MRG’de yaygın akciğer,kemik,hipofiz bezi,dalak tutulumu tespit edilen olgularda Langerhans hücreli histiyositoz ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir
Langerhans cell histiocytosis is a group of idiopathic disorders characterized by the abnormal proliferation of specialized bone marrow-derived Langerhans cells. In this report, we present a rare case of Langerhans cell histiocytosis with CT and MRI in a 2 yearold-boy who developed symptomatic diabetes insipidus and multiple bone ,cranial, lung and spleen metastases during the disease course. A 2-year-old male patient was hospitalized due to complaints of cough, fever, vomitting, diarrhea, achromasia, weakness and rash. Chest X-ray revealed reticulonodular infiltration in both lung fields. Thorax CT revealed diffuse micro and macro nodular type infiltration in both lung parenchyma. On CT and MRI revealed common lytic lesion of skull, vertebra and iliac bone. There are infundibular thickening and absence of posterior pituitary intensity on MRI of pituitary gland. The spleen involvoment is determined by abdominal CT. The diagnosis is confirmed with biopsy of iliac bone. Langerhans cell histiocytosis should be in the differential diagnosis in children having widespread lung, bone, pituitary gland, and spleen involvement on MRI and CT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
Özcan Çeneli, Mehmet Ali Karaselek, Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Mustafa Kulaksızoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Familial Hiperkolesterolemi Tedavisinde Iki Lipoprotein Aferezi Yönteminin Karşılaştırılması
ComparIson Of The Two LIpoproteIn ApheresIs Methods In The Treatment Of FamIlIal HypercholesterolemIa
Amaç: Ailesel hiperkolesterolemi düşük dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyinin önemli derecede yükselmesine ve erken yaşta koroner arter hastalığı ile kalp nedenli ölüme yol açan otozomal dominant kalıtımlı bir genetik hastalıktır. Bu hastalığın heterozigot ve homozigot formları vardır ve insidansları sırasıyla 1:500 ve 1:1 000 000 olarak rapor edilmiştir. Bu hastalık sıklıkla LDL reseptörü (en sık), apolipoprotein B (Apo B), proprotein konvertaz subtilisin/cexin 9 (PCSK9) ve LDL reseptör adaptör proteini (LDLRAP) gen mutasyonları nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ailesel hiperkolesterolemili hastalar statin gibi lipid-düşürücü tedavilere iyi yanıt vermez ve bu nedenle lipoprotein aferezi seçkin tedavi yöntemidir.
Gereç ve Yöntemler: Homozigot ailesel hiperkolesterolemi tanısı alan 20 yaşında kadın hastada, çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve dekstran sülfat kolonu (DSC) olmak üzere farklı iki lipoprotein aferez yönteminin sonuçlarını karşılaştırdık. 20 seans çift filtrasyon plazmaferez (DFPP) ve 20 seans dekstran sülfat kolonu (DSC), toplam 40 aferez seansı değerlendirildi.
Bulgular: İki yöntemin karşılaştırılmasında, yüksek dansiteli lipoprotein (YDL), lökosit, platelet, potasyum, kalsiyum, protrombin zamanı ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı değerleri değişiklikleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
Sonuç: Sonuç olarak, çalışmamız iki farklı yöntemin serum elektrolit değerleri, hemostaz ölçütleri ve lökosit, trombosit sayılarına farklı etkileri olduğunu gösterdiği için, aferez yöntemi seçiminin hastanın klinik ve laboratuvar bulgularına göre yapılmasının daha uygun olacağını düşündürmektedir.
Objective: Familial hypercholesterolemia (FH) is an autosomal dominant inherited genetic disorder that causes a significant increase in low-density lipoprotein (LDL) cholesterol levels and leads to early coronary heart disease and cardiac mortality. Although this disease has a heterozygous (HeFH) and homozygous (HoFH) form, the incidence of HeFH is reported to be 1: 500, while HoFH is reported to be 1: 1 000 000. This disease is often caused by LDL receptor (most common), apolipoprotein B (Apo B), Proprotein Convertase Subtilisin/Kexin 9 (PCSK9), and LDL receptor adaptor protein (LDLRAP) gene mutations. Patients with FH do not respond well to lipid-lowering therapies such as a statin, and so lipoprotein apheresis is the treatment of choice.
Material and Methods: We compared the results of lipoprotein apheresis in a 20-year-old female patient diagnosed with HoFH with two different methods [double-filtration plasmapheresis (DFPP) and dextran sulfate column (DSC) methods]. 40 lipoprotein apheresis procedures including 20 sessions of DFPP and 20 sessions of DSC were evaluated.
Results: When the two methods were compared the changes in high-density lipoprotein, white blood cells, platelets, potassium, calcium, prothrombin time (INR) and activated partial thromboplastin time values were statistically significant.
Conclusions: In conclusion, our study suggests that it would be more appropriate to choose the apheresis method according to the clinical and laboratory findings of the patient since it shows that two different methods have different effects on serum electrolyte values, hemostasis criteria and leukocyte and platelet counts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omurilik Sıvısı Alkalen Fosfataz Enzim Düzeyleri
Sadık Büyükbaş, Ümran Çalışkan, Mustafa Ünaldı, İbrahim Erkul, Elif Gürel, Abdurrahman Üner
Araştırma makalesi
Özeti
Bakteriyel Ve Aseptik Menenjit Vakalarında Beyın Omurilik Sıvısı Alkalen Fosfataz Enzim Düzeyleri
CerebrospInal FluId AlkalIne Phosphatase Enzyrne Levels In PatIents WIth BacterIal And AseptIc MenIngItIs
Menenjit ayırıcı tanısı için beyin omurilik sıvısında (8.0.S.) alkalen fosfataz (ALS) enzim düzeyleri araştırıldı. B.O.S. ALF enzim düzeyleri; 30 normal, 14 bakteriyel menenjit ve 14 aseptik menenjit olmak üzere toplam 58 pediatrik vakada saptandı. B.O.S. ALP düzeyleri; kontrol grubunda 0,13 ± 0,08 KU/ dl, bakteriyel menenjit grubunda 1,.33 ± 0,78 KUMl ve aseptik menenjit grubunda 0,29 ± 0,12 K1.11d1 olarak bulundu. Normal ve aseptik menenjit gruplarına kıyasla bakteriyel menenjit grubu 8.0.S. ALP. enzim düzeyi belirgin olarak daha yüksektir (p<0.001). Bu bulguların ışığında B.O.S. ALF enzim düzeylerinin yüksek düzeyde saptanmasının özellikle negatif B.O.S. kültürüne sahip bakteriyel menenjit vakalarının aseptik menenjitten ayırıcı tanısında yardımcı olabileceğini söyleyebiliriz.
Cerebrospinal fluid alkaline phosphatase enzyme level was investigated in this research for the differential diagnosis of meningitis. Cerebrospinal fluid alkaline phosphatase enzyme levels were de-terrnined en a group of 58 pediairic cases which were constituted of 30 normal individuals, 14 pa-'lents with bacterial meningitis and 14 patients with aseplic meningitis. In the normal group, the levels of alkaline phosphatase in cerebrospinal fluid ıvere estimated as 0,13 ± 0,8 Kuld.I.The values of alkaline phosphatase levels in bacterial and aseptic meningitis were obtained as 1,33 ± 0,78 KU/ dl, 0,29 ± 0,12 KUM], respectively. In cases of bacterial meningitis, a significant difference was founcl in comparison to the other groups which normal group and aseplic meningilis group (p<0,001). Based on these findings its is concluded that the determinations of alkaline phosphatase levels in the cerebrospinal fluid are helpful in differentiating bacierial from aseptic meningitis, especially in the cases which were negative cultures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ender Bir Hemotoraks Olgusu: Torasik Ewing Sarkomu
Güven Sadi Sunam, Serhan Poyraz, Sami Ceran, Mehmet Gök, Mustafa Cihat Avunduk
Olgu sunumu
Özeti
Ender Bir Hemotoraks Olgusu: Torasik Ewing Sarkomu
A Rare Case Of Hemothorax: Due To ThoracIc EvvIng’s Sarcoma
Bir aydan beri sol üst göğüs ağrısı olan 11 yaşında erkek çocuğu şiddetli solunum sıkıntısıyla acil servise başvurdu. Çekilen akciğer radyografisi sol masif plevral efüzyonu,sol hemitoraks opasitesi ve sol 3. kotta litik alan ları gösterdi. Torasentezle hemotoraks demonstre edildi. Hastanın klinik durumunda kan replasmanına ve hemo toraks aspire edilmesine rağmen rahatlama olmadı. Bilgisayarlı toraks tomografik inceleme (BT) intratorasik ekstrapulmoner yerleşimli kitle ve 3. kotta litik lezyonun olduğu izlenimini verdi. Hastaya acil şartlarda posterolate- ral torakotomi uygulandı. Kitle göğüs duvarı ile çıkarıldı. Histolojik incelemesinde geniş alanlarda yuvarlak, hiperkromatik, nisbeten küçük hücrelerin vasküler bir stroma içerisinde yerleştikleri izlendi. Bu bulgularla Ewing sarkomu tanısı kondu. Olgu cerrahiden sonra, 11 aylık takibinde asemptomatiktir. Masif hemotoraksla birlikte olan intratorasik ekstrapulmoner Ewing sarkomu, oldukça enderdir.
An 11 - year old boy presented to the emergency room with severe dyspnea and left upper chest pain. The initial chest radiograph showed a massive left pleural effusion, opacities in the left hemithorax and lytic areas in the left 3rd rib. A thoracocentesis demonstrated a hemothorax. Despite treatment with blood tansfusions and aspiration of hemothorax, the patient’s clinical status worsened and developed dyspnea. A thoracic computed tomograghic scan demonstrated a mass in the intrathoracic extrapulmonary space and a lytic lesion in the 3rd rib. A posterolateral thoracotomy was performed. Base on histologic findings, evving’s sarcoma vvas diagnosed. He was asymptomatic throughout the 11 months follovv - up. İntrathoracic extrapulmonary thoracic Evving’s sarcoma with spontaneous hemothroax is extremelyare.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
Figen Güney, Emine Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Migrende Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
BlInk Reflex AlteratIons In MIgraIne
Amaç: Migrende nörovasküler teoriye göre ağrı ve nörojenik inşamasyona trigeminovasküler sistem stimulasyonu neden olmaktadır. Göz kırpma reşeksi de trigeminal sinir oftalmik dalının supraorbital stimulasyonu ile migrende trigeminal sinir fonksiyonunu değerlendirmede oldukça iyi bir yöntemdir. Bu çalışmada migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi değişikliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya yaş ortalaması 34,76±8,23 olan 25 migrenli hasta alındı. Migrenli hastalarda göz kırpma reşeksi latans değişiklikleri yaş ortalaması 35,5±8 olan 25 nörolojik veya psikiyatrik rahatsızlığı olmayan kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Sonuçlar unpaired Student t test ile değerlendirildi. Bulgular: Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı 11,22±1,64 ms, ipsilateral R2 latansı 31,33±4,12 ms , kontralateral R2 latansı 32,3±3,34 ms bulundu. Kontrol grubunda ipsilateral R1 latansı 10,21±1,42 ms, ipsilateral R2 latansı 31,09±2,4 ms, kontralateral R2 latansı 32,31±3,34 ms bulundu. Migrenli hastalarda ipsilateral R1 latansı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında anlamlı derecede uzun bulundu (p=0,025). Sonuç: Migren patogenezinde beyinsapı ve trigeminovasküler bağlantılarının önemli rol oynadığı bu sonuçlarla desteklenmektedir.
Aim: According to the neurovascular theory, stimulation of the trigeminovascular system is the cause of neurogenic inflammation and pain in migraine. The blink reflex that is elicited by supraorbital stimulation of trigeminal ophthalmic division is a useful method to study the functioning of trigeminal system. The purpose of this study was to examine the blink reflex in migraine patients. Material and method: In this study, blink reflex latencies were evaluated in 25 migraine patients (average age 34,76±8,23 yrs) and compared to those of 25 healthy controls (average age 35,5±8 yrs). Statistical analysis was performed using unpaired Student t test. Results: Results obtained from migraine patients were as follows; ipsilateral latency component R1:11,22±1,64 msec, ipsilateral latency component R2:31,33±4,12 msec, contralateral latency component R2:33,12±5,18. Results obtained from healthy controls were as follows; ipsilateral latency component R1: 10,21±1,42 msec, ipsilateral latency component R2 31,09±2,4 msec, contralateral latency component R2: 32,31±3,34 nmsec. Ipsilateral R1 latencies were found to be significantly prolonged than those of the healthy controls. Conclusion: The results might suggest a dysfunction in trigeminal networks in brainstem bof migraineurs and support the trigeminovascular theory of migraine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
Osman Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Total Laparoskopik Histerektomi Olgularımızın
değerlendirilmesi
The EvaluatIon Of Total LaparoscopIc Hysterectomy PatIents
Bu prospektif çalışmanın amacı, kliniğimizde total
laparoskopik histerektomi (TLH) yapılan vakalarımızın sonuçlarını
değerlendirmektir. Benign veya malign hastalıklar nedeniyle Ocak
2013 ve Nisan 2014 arasında TLH uygulanan 41 olgu prospektif
olarak değerlendirildi. Operasyonda rijid enstrümanlar olarak 10
mm teleskop ve gelişmiş bipolar enerji modaliteleri kullanılmıştır.
İlk olarak 10 mm trokar subumbilikal 1 cm’lik kesiden direk olarak
yerleştirildi. Abdominal kaviteye 3-4 litre CO2 insuflasyonunu takiben
laparoskop yerleştirildi. Batının sağ ve sol avasküler alt kadranlarına
ikinci ve üçüncü kesiler yapıldı ve bu kesilerden 5 mm trokarlar
yerleştirildi. Uterus manipülasyonu için Rumi® II uterin manuplator
kullanıldı. Uterus vajinal yoldan çıkarıldı, gerekli görüldüğünde
intrakorporeal myomektomi ve morselasyon işlemi yapıldı. Vajinal
kafın kapatılmasında 0 numara vicryl kullanıldı. Tüm hastalarda
sağ ve sol uterosakral ve kardinal ligamentlerden sütür geçildi. Tüm
operasyonlar aynı cerrah tarafından yapılmıştır. Hastaların; ortalama
yaşı, vücut kitle indeksleri (VKİ), operasyon süresi, kan kaybı miktarı,
komplikasyon oranları ve ameliyat sonrası hastanede kalış süreleri
değerlendirildi. Histerektomi endikasyonları olarak; 16 myoma uteri,
6 medikal tedaviye dirençli anormal uerine kanama, 5 benign over
kisti, 4 adenomyozis, 3 myom uteri + over kisti, 2 endometrial polip,
2 endometrioma, 2 endometrial hiperplazi ve 1 erken evre serviks
kanseri bulunmaktaydı. Hastaların ortalama yaşı 47.5 (30-68),
ortalama VKİ 30.2 (24-44), ortalama spesimen ağırlığı 215.9 (90-
650 gr), ortalama operasyon süresi 107.9 (60-210 dk), ortalam kan
kaybı 81.1 (30-300 ml), ortalama preoperatif hemoglobin (Hb) değeri
12.5±0.9 gr/dl, postoperatif Hb değeri 11.5±0.8 gr/dl ve ortalama
hastanede kalış süresi 2.5 gün (2-4 gün) idi. İntraoperatif olarak
herhangi bir komplikasyon olmadı. Geç postoperatif komplikasyon
olarak 2 olguda vajinal kaf enfeksiyonu gelişti. Total laparoskopik
histerektomi jinekolojik hastalıklar için güvenli ve uygun bir
yöntemdir. En iyi sonuçları elde etmek için hastaların dikkatli seçimi
çok önemlidir.
The aim of this prospective study is to evaluate the results
of our total laparoscopic hysterectomy (TLH) cases. Forty one
patients underwent TLH due to benign or malign disorders were
reviewed prospectively between January 2013 and April 2014.
Rigid instruments 10 mm telescope, and advanced bipolar energy
modalities were used during the procedure. A primary 10-mm trocar
was inserted directly through a 1-cm sub umbilical incision. The
laparoscope was inserted through this trocar after insufflation of the
abdominal cavity with 3–4 L of CO2. The second and third incisions
were performed in the avascular right and left lower quadrant of the
abdomen and two ancillary 5-mm trocars were inserted through these
incisions. Uterine manipulation was performed by using RUMI® II.
During the removal of the specimen, if necessary, intracorporeal
myomectomy and morcellation were performed before the uterus
and ovaries were delivered intact through the vagina. A 0-Vicryl
suture was used for close the vaginal cuff. The sutures were passed
through the left and right uterosacral and cardinal ligaments in
all patients. All procedures were performed by the same surgeon.
The mean age of the cases, body mass indexes (BMI), duration of
operations, the amounts of blood loss, rates of complications and
post operative hospital stay were assessed. The indications of for
hysterectomies were, 16 myoma uteri, 6 medical treatment-resistant
abnornal uerine bleeding, 5 benign ovarian cyst, 4 adenomyozis, 3
myoma uteri+ovarian cyst, 2 endometrial polyp, 2 endometrioma, 2
endometrial hyperplasia and 1 early stage cervical cancer. The mean
age of patients were 47.5 (30-68 years), mean BMI of patients were
30.2 (24-44), mean specimen weight was 215.9 (90-650 gr), mean
operation duration was 107.9 (60-210 min), mean blood loss was 81.1
(30-300 ml), mean preoperative hemoglobin (Hb) was 12.5±0.9 gr/
dl, mean postoperative Hb was 11.5±0.8, and the mean hospital stay
was 2.5 (2-4 days). There were no intraoperative complications. Late
postoperative complication was vaginal vault infection in 2 cases.
Total laparoscopic hysterectomy is safe and feasible method for
gynecological diseases. Careful selection of patients is critical for
obtaining the best results.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İdiopatik Tinnitusta Tens Uygulaması
Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
İdiopatik Tinnitusta Tens Uygulaması
The ApplIcatIon Of Tens For IdIopathIc TInnItus
Çok değişik nedenlerden ortaya çıkabilen ve gerek teşhis ve gerekse tedavi yönünden Kulak Burun Boğaz hastalıkları içinde henüz tam çözümlenmemiş bir problem olan tinnitusta diğer bilinen tedavi metodlarından farklı olan yeni bir tedavi metodundan bahsedilmiştir. Özellikle idiopatik tinnituslarda alınan sonuçların değerlendirilmesi yapılmıştır.
Tinnitus has many causes and is still a diagnostical and therapeutical problem in the field of Oto-Laryngology.In this article a new diagnostical and therapeutical method was presented in tinnitus that was different from the other known diagnostical and therapeutical ones. The results, especially, obtained from idiopathic tinnitus were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
Muhammet Güzel Kurtoğlu, İhsan Hakkı Çiftçi, Hamza Bozkurt, Oğuz Tuncer, Hanefi Körkoca, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Olgulardan İzole Edilen 3 Kluyvera Suşunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Three Kluyvera StraIns Isolated From PedIatrIcs Cases
Amaç: Enterobacteriaceae familyasında yer alan Gram negatif bir bakteri olan Kluyvera sp. Çocuklarda üriner sistem infeksiyonları, enterit, yumuflak doku infeksiyonları ve sepsis gibi birçok infeksiyona sebep olabilmektedir. Kluyvera türlerinin immunsupresif hastalarda olduğu kadar immunkompetanlar için de fırsatçı bir patojen olduğu bilinmektedir. Kluyvera infeksiyonları ile ilgili bundan sonra yapılacak olan çalışmalara ışık tutacağı düşünülerek Kluyvera hakkında yapılan literatür çalışmaları da gözden geçirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kluyvera izolat verileri klinik mikrobiyoloji kayıtlarının retrospektif analizi ile elde edilmiştir. Bulgular: Retrospektif incelemede üç izolatın birinin idrar, ikisinin umblikal apse örneklerinden soyutlandığı saptandı. Çalışmada, klinik öneme sahip Kluyvera izolatlarının antibiyotik duyarlılıkları, (birinci ve ikinci kuşak sefolosporinler ve ampisiline karşı dirençli olmaları ile amikasin, siproşoksasin, gentamisin ve trimetroprim+sulfametoksazol’e duyarlılıkları) literatürde rapor edilen paternlerle benzerlik gösterdi. Sonuç: Hem bizim verilerimiz hem de literatür bilgilerinin bir sonucu olarak Kluyvera gibi nadir ve fırsatçı organizmalar çocuklarda önemli infeksiyon etkeni olabileceği sonucuna varılmıştır.
Aim: Kluyvera sp., a Gram-negative bacterium in Enterobacteriaceae family, may give rise to such infections as urinary system infections, enteritis, soft tissue infections and sepsis in children. It is known that Kluyvera species is an opportunistic pathogen detected in immunosuppressed hosts as well as in immunocompetent ones. Considering that it may enlight future studies related to Kluyvera infections, studies in the literature have been scanned. Material and Method: The data about Kluyvera spp. isolates were obtained retrospectively from clinical microbiology records. Result: It was seen that, of the 3 Kluyvera isolates, 1 was a urine specimen, and the other 2 were from umbli cal area. In this study, antimicrobial susceptibility studies of the clinically significant Kluyvera isolates showed susceptibility patterns similar to those reported in the medical literature, namely trends of resistance to ampicillin and first- and second-generation cephalosporins. Moreover none of the clinically significant isolates were resistant to amikacin, ciprofloxacin, gentamycin, and trimethoprim+sulfametoxazole. Conclusion: It was concluded in the light of both the studies in the literatüre and this study that rare and opportunistic organisms, such as Kluyvera may be an infection cause in children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lumbal Bölgede Fleksiyon Ve Ekstansiyonun Bulgingli Diske Etkileri: Bilgisayarlı Tomografik Araştırma
Saim Açıkgözoğlu, Hasan Oğuz, Kemal Ödev, Mustafa Erken, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
Lumbal Bölgede Fleksiyon Ve Ekstansiyonun Bulgingli Diske Etkileri: Bilgisayarlı Tomografik Araştırma
The Effect Of FlexIon-ExtensIon MotIon Of The Lumbar SpIne On The DIsc BulgIng: A Computed TomographIc InvestIgatIon
Disk bulginginin, lumbal vertebranın flaksiyon ve ekstansiyonundan etkilendiği, genel olarak kabul edilmektedir. M4.5 ve L5-S1 seviyelerinde, diskinde dejeneratif değişim olan 20 hasta, 39 seviye, disk bulgingi ile vertebranın fleksiyon-ekstansiyon hareketi arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla. bilgi-sayarlı tomografi ile değerlendirildi. Fleksiyonda, vertebradisk mesafesinde (VD), 16 (%47) seviyede, ekstansiyonda ise 32 (%94) seviyede azalma oldu. Fleksiyonda 18 (%53) seviyede, ekstansiyonda ise hernili 5 (%100) seviyede, VD'de artma oldu.
It is generally açcepted that distance of the bulging is affected by flexion and extension motion of the lumbar spine. The degenerative changes of the lumbar disc in the L44,5 and 1.5-S1 kvels in 20 patients, 39 levels were reviewed using computed tomographic scans in order to determine the relationship between bulging and flexion-extension motion of the lumbal spine. In the flexion, vertebra-disc distance (VD) has decreased in 16 (%47) levels, in the extension, VD has decreased in 32 (%94) levels. VD has increased in 18 (%53) levels in the flexion, and in the extension VD has increased in 5 (%100) levels with herniated disc.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İzole Tavşan Mesane Detrusor Düz Kasında Hipotermi İle Karbakol Cevaplarının Arttırılması Ve Bunun Ca2+, K+ Ve Na+ Kanalları İle İlişkisi
Kısmet Esra Atalık, Ayşe Saide Şahin, Mehmet Kılıç, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
İzole Tavşan Mesane Detrusor Düz Kasında Hipotermi İle Karbakol Cevaplarının Arttırılması Ve Bunun Ca2+, K+ Ve Na+ Kanalları İle İlişkisi
The Effect Of HypothermIa On Carbachol-Induced ContractIons Of The RabbIt Isolated Detrusor Smooth Muscle And The Role Of CalcIum, PotassIum And SodIum Channels In ThIs ActIon
İzole tavşan mesane detrusor düz kasında yapılan bu çalışmada, 10'6 M konsantrasyonda uygulanan karbakol ile oluşturulan kasılma cevaplarına hipoterminin etkisini, bu etkiden sorumlu olan kalsiyum (Ca2 + ) kaynağını ve yine bu etkide potasyum (KT) ve sodyum (Na+ ) kanal blokörlerinin rolünü araştırmak amaçlanmıştır. 10'6 M kon santrasyonda uygulanan karbakol ile oluşan kasılmalar, banyo ısısının 37°C den 28°C ye düşürülmesiyle anlamlı olarak artmıştır. W '6 M verapamil ilavesinde, bu kasılmaların inhibe edilmediği ve 3x10'4 M kafein varlığında ise hipotermiye bağlı kasılma cevabının arttığı gözlenmiştir. Ca2 + ile aktive edilen K* kanallarının blokörü tet- raetilamonyum (TEA, 10'4 M) varlığında hipotermiye bağlı cevap artışı değişmezken, Na+ kanal blokörü pilsikainid (10'7M) varlığında hipotermiye bağlı cevap artışı anlamlı olarak azalmıştır. Ca2 + 'suz ortamda ise karbakol ile elde edilen kasılma kontrole göre belirgin olarak azalmıştır. Ancak hipotermi, kasılma cevaplarında belirgin artışa neden olmuştur. Sonuç olarak izole tavşan mesanesi detrusor düz kasında yapılan bu çalışmada, karbakol ile oluşturulan kasılma cevaplarının hipotermi ile artışında hücre içi kalsiyum depolarının ve membranda bulunan Na+ kanallarının rollerinin önemli olduğu, bunun yanısıra Ca+ 2 ' a bağımlı K* kanallarının rolünün olmadığı be lirtilebilir.
İn this study, the effect of hypothermia on the carbachol-induced contractions and the role of calcium, potassium and sodium channels in this effect were investigated in the rabbit isolated detrusor smooth muscle of urinary blad- der. The contractions induced by 10'6 M carbachol were enhanced by cooling of medium from 37 to 28°C. The hypothermia-induced contractions were not inhibited by 10'6 M verapamil and tetraethylammonium (TEA, 10'4 M) the blocker of Ca2 + -activated K* channels but were enhanced in the presence of 3x10'4 M caffeine and reduced by the sodium-channel blocker pilsicainid ( W 7 M) significantly. When these procedures were repeated in the Ca2 + -free Solutions, the carbachol-induced contractions were smaller than that of obtained in normal medium and these responses were enhanced by cooling. These results suggest that, intracellular Ca2 + pools and memb- ranal Na+ channels but not Ca -activated /C channels may play a functional role in the cooling-induced cont ractions of rabbit detrusor smooth muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Ahmet Kaya, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
PrImary HyperparathIroIdIsm And SurgIcal Treatment
S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1986-1992 yılları arasında primer hiperparatiroidi tanısı ile ameliyat edilen 8 olgu sunulmuştur. 7 olguda serum kalsiyum ve parathormon seviye-si yüksekti. 1 olgu dışında digerlerinde serum kreati-nin seviyesi normaldi. Preoperatif dönemde 2 olguda US ile, 5 olguda US+CT ile bir paratiroid bezinde büyüme saptandı. 1 olguda herhangi bir paratiroid bezinde büyüme saptanamadı. Adenom olduğu düşünülen 7 olguda paratiroid gland eksizyonu uygu-landı ve nodüler guatr da saptanan 3 olguda aynı za-manda subtotal tiroidektomi de yapıldı. Iliperplazi düşünülen 1 olguda 3112 paratiroid bezi çıkartılarak subtotal paratiroidektomi uygulandı. Histopatolojik tatlılar tüm olgularda benign olarak saptandı.
In University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 8 cases operated with diagnosis of primary hyperparathyroidism between 1986-1992 were presented. The level of the serum calcium and parathormon were high in 7 cases. Except one case, the level of serum creatinin were normal. In preoperative period, it was found enlarged one parathyroid gland by US in 2 cases and by US+CT in 5 cases. It was not found any enlarged parathyroid gland in one case. It was performed parathyroid gland excision in 7 cases considered as adenoma and also performed subtotal thyroidectomy in 3 cases with nodular goitre. In one case considered as hyperplasia, it was performed subtotal parathyroidectomy by exicision of 3 112 parathyroid glands. The results of hystopathologic studies were benign in all cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Abdurrahman Kutlu, Recep Memik, Erhan Yıldırım, Necmettin Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalça Çıkığının 0-18 Aylar Arasındaki Konservatif Tedavisi
Treattnent Of CongenItal DIslocatIon Of The IlIp From BIrdh Tü EIghteen Monllıs Of Age
Doğuştan kalça çıkığının teşhis ve tedavisi bakımından ilk 18 aylık dönem çok önemlidir. Bu dönem de erken tedavi halinde çok iyi sonuçlar alınabilir, Tedavinin gayesi femur başı ile asetabulum arasındaki normal ilişkinin sağlanması, devamı v. epatolojik değişikliklerin düzeltilmesidir. Yaşları 6 gün ile 17 ay arasında değişen 97 hastanın 164 kalçasına ait klinik ve radyolojik erken sonuçlar gözden geçirildi. Bunlardan yaşları .6 gün ile 6 ay arasında olan 68 hasta ara beni, Frejka yastığı ve Von Rosen cihazı ile tedavi edildiler, 1,5 ay ile 17 aylar arasındaki 29 hastaya ise kapalı redüksiyon ve alçı immobilizasyonu uygulandı. Tedavi sonrası klinik muayenelerinde bütün kalçalar normal bulunurken, radyolojik incelemede bir kalçada sublukzasyon, üç kalçada avasküler nekroz tespit edildi.
İn the manegement of CDH, the first 18 monhs of lıfe i,r by far the most critical period. The ezcellent results that can be obtained by early treatment. The goal of treattnent is to return the femoral head to its normal relationship within the acetebulum and rnaintain 'his position until pathologic change reverse... The early results of 164 CD1-1 in 97 patients have been reviewed between 1983 and 1987. 68 patients who were between 6 days and 6 monihs old were treated by triple diapers, Wrejka pillows and vonRosen splints. 29 patients who were between 1,5 months and 17 months old. were treated by closed reduction under general anesthesia and immobolization in a hip-spica cast. All of the hips were normal clinically. Radiologically there were subluxation in one hip and avascular necrosis in three hips.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Abdulkadir Yasir Bahar, Ülkü Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Ebv IncIdence In DIffuse Large B-Cell Lymphoma: A SIngle Center DescrIptIve Study
ÖZET
Amaç: Diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) hastalarında klinik ve prognostik heterojenite gözlendiğinden prognostik ve prediktif faktörlerin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu faktörlerin sıklığı coğrafi ve etnik farklılıklar göstermektedir. WHO 2017 revize 4. baskısına dayanarak merkezimizde R-CHOP ile tedavi edilen DLBCL hastalarının prognostik, prediktif faktörlerini ve EBV insidansını yeniden değerlendirmeyi ve tartışmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2017 yılları arasında tanı almış ve R-CHOP ile tedavi edilmiş DLBCL-NOS'lu hastalar çalışmaya dahil edildi. 104 hastada; CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67 ve p53 ekspresyonlarını immünohistokimyal olarak ve EBV encoded RNA (EBER) in situ hibridizasyon ile değerlendirildi. Revize Uluslararası Prognostik İndeks (R-IPI) skoru ve genel sağkalım süresi hesaplandı.
Bulgular: Çalışmada 56 erkek (% 53,8) ve 48 kadın (% 46,2) mevcuttu. Ortanca yaş 64,5 idi. Hastaların % 59,6'sında hastalık nodal başlangıcı iken, % 40,4'ünde ekstranodal başlangıç mevcuttu. GCB subtipin % 26,5’inde, non-GCB subtipin % 43,6’sında ileri stage (III-IV) mevcuttu (p = 0,049). Yüksek R-IPI skor, GCB subtipte % 40 ve non-GCB subtipte % 54,5 oranında gözlendi (p = 0,028). Non-GCB subtipte sağkalım anlamlı olarak düşüktü (log-rank testi p = 0,003). Batı popülasyonlarında bildirildiği gibi EBV sıklığı yaklaşık % 3 idi. Double ekspressör lenfoma (DEL) sıklığı % 8,7 idi ve bu durumun inferior sağkalım ile ilişkili olduğu gösterildi (p = 0,045). De novo CD5 + DLBCL oranı % 13 olarak bulundu ve aynı zamanda inferior sağkalım ile de ilişkili idi (p = 0,013). CD30 + DLBCL oranını da % 11,5 olarak bulundu, ancak prognoz ile anlamlı bir ilişki kurulamadı.
Sonuç: DLBCL-NOS’da ayrıntılı alt tipleme ve prognostik faktörlerin detaylandırılmasını gerekmektedir. Çalışmamızda DEL durumu ve De novo CD5 + DBBHL sıklığı ile düşük sağkalım arasında ilişki gösterilirken. CD30 + DLBCL ile prognoz arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ayrıca EBV pozitif 3 olgu saptanmış olup bunlardan 2’si yeni sınıflamaya göre ‘EBV pozitif büyük B hücreli lenfoma’ olarak sınıflanması uygundur.
Anahtar kelimeler: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma; Prognostik faktörler; Sağkalım
Abstract
Aim: Since clinical and prognostic heterogeneity is observed in diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL) patients, it is vital to determine its prognostic and predictive factors. The frequency of these factors varies geographically and ethnically. We aimed to reevaluate and discuss the prognostic and predictive factors of DLBCL patients who have been treated with R-CHOP in our center based on the WHO 2017 revised 4th edition. We also investigated the incidence of EBV in DLBCL-NOS.
Patients and Methods: Patients with DLBCL-NOS diagnosed previously in our hospital between 2007-2017 and treated with R-CHOP were included in the study. We evaluated the expressions of CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67, and p53, by immunohistochemistry, and EBV encoded RNA by in situ hybridization in 104 cases of DLBCL-NOS. The Revised International Prognostic Index (R-IPI) score and the overall survival time was calculated.
Results: The study included 56 men (53.8%) and 48 women (46.2%). The median age was 64.5 years. In 59.6% of the patients, the disease had a nodal beginning, whereas in 40.4% of the patients it had an extranodal presentation. High stage (III-IV) was present in 26.5% of the GCB subtype and 43.6% of non-GCB subtype (p=0.049). A high R-IPI score was observed in 40% of GCB subtype and 54.5% of non-GCB subtype (p=0.028). Survival was significantly lower in the non-GCB subtype (log-rank test p=0.003). The EBV frequency was about 3% as it is reported in Western populations. The frequency of DEL status was 8.7%, indicating that it was associated with inferior survival (p=0.045). De novo CD5+ DLBCL ratio as 13% and it was also associated with inferior survival (p=0.013). We also found CD30+ DLBCL ratio as 11.5%, but we could not establish a significant relationship with prognosis.
Conclusion: DLBCL-NOS requires detailed subtyping and elaboration of prognostic factors. The frequency of DEL status and De novo CD5+ DLBCL indicated that it was associated with inferior survival. However, we could not establish a meaningful relationship of CD30+ DLBCL with prognosis. Three EBV positive cases were identified and two of them were classified as ‘EBV positive large B cell lymphoma’ according to the WHO 2017 revised 4th edition.
Keywords: Diffuse Large-Cell Lymphoma; Prognostic Factors; Survival
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akcıger Tuberkulozunun Tanısında Serolojık Bır Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Akcıger Tuberkulozunun Tanısında Serolojık Bır Test
A Test For SerodIagnosIs Of Pulmonary TuberculosIs
Bu yazıda tüberkülozun serolojik tantst icin yeni bir antijenin kullanzlmastyla yaptlan latex ag-lu resti tarif edilrni§ ye sonuclart takdim Araglrma 47'si aktif akciger tii-1.)erkillozitt, 8'i inaktif titherkiiloz lezyonlu, 32'si ce-Sitli harici akciger hastaltklt ye 20`si sag-ltklz 107 p2hts iizerinde yapilmutzr. Antijen, agarla solidifiye Sauton vasatz iizerinde iiretilen basillerinin cam boncuklarla mekanik ola-rak parcalanmaszyla elde Test sonucu 47 aktif tiiberkiilozlunun 34 (% 72.3)iinde miisbet, 13 (% 27,7)`iinde menfi ol-ntuour. inaktif tiiberkilloz lezyonlu 8 vakantn 7 (% 87.5) sinde test sonucu menfidir. Tiiberkidoz harici akciger hastalzklz 32 vak.antn hepsinde ve keza 20 sagltklt kontrol vakalannzn hepsinde test sonucu menfi k:alnuotr. Bu sonuclara gore testin duyarldigt •% 72,3 ye spesifikligi % 98,3 bulunmuctur.
In this article, a latex agglutination test using a new antigen for serodiagnosis of pulmonaty tuberculosis has been described and test results have been presented. Research has been conducted with 107 people including 47 with active pulmonary tuberculosis, 8 with inactive tuberculous lesions, 32 with non-tuberculous pulmonary diseases, and the remaining 20 healthy subjects. The antigen used in the test has been obtained by the mechanical breakdown with glass beads of the tuberculosis bacilli cultured on Sauton medium solidified with agar. Test result have been positive in 34 of the 47 active tuberculosis patients (72,3 %), and negative in 14 (27,7 %). Test results have been negative in 7 (87,5 %) out of the 8 cases with inactive lesions. For all 32 with non-tuberculous pulmonary diseases, as well as the 20 healthy subjects tests have given negative results. Based on these results the sensitivity of the test has been calculated as 72,3 % and its specificity as 98,3 %.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrahepatik Kolestaz
Ömer Karahan, Adnan Kaynak, Adil Kartal, Mustafa Şahin, Şakir Tekin, Serdar Yol, Ahmet Candan Durak
Araştırma makalesi
Özeti
İntrahepatik Kolestaz
IntrahepatIc CholestasIs
Kliniğimizde intrahepatik kolestazlı 11 hasta tedavi edildi. 6'st bayan, 5"i erk.ekti ve yaş orialam-alan 46.1 (23 ile 69 arasında) idi. Bu hastaların şikayet ve fizik muayene bulgulan ekstrahepatik tıkanma sarılığını anderıyordu. Hastaların hepsinde özellikle direkt bilirubin olmak üzere toial bilirubin değerleri yüksekti. Alkalen fosfataz 11 hastanın 10'unda yüksekti. SGOT 7 hastada, SGPT 8 hastada yüksekti. Hastaların ultrasonografik incelemesinde, hepsinde intrahepatik safra yolları normaldi. 10 hastada ekstrahepatik safra yolları normal, birinde ise şüpheli safra taşı imajı elde edildi. Perkutan transhepatik kolanjiografi (PTK) 8 hastaya uygulandı, 6'sında uygulama başardı idi. 6 hastanın Tinde ekstrahepalik safra yolları ve duodenwrıa safra akışı norınaldi. Bir hastada ise fonk-siyon gösteren koledokoduodettostorni saptandı. Hastaların hepsine medikal tedavi uygulandı, biri hepatorenal sendromdan öldü. • Intrahepatik kolestaz ekstrahepatik kolestaıla kanşabilir ve gereksiz operasyona gidilebilir. Oysa ultrasonografi ve PTK gibi görüntüleme yöntemlerinin kullanılması ile intrahepatik kolestazı teşhis etmek kolaydir.
Eleven patients with ıntrahepatic c:holestasis were treated in our clinic. Sir patıents were female and 5 mala, the mean age was 46.1 (23 to 69). The complainis and physical findings of patients 'vere compatable with obstructive jaundica. To-laf bilirubin was high lt al! patients, especially direci bilirubin levefs. Alkaline phosphatase was high in 10 patients and normal in 1 patient. SGOT was high in 7 patients and SGPT was high in 8 patients. Ultrasonographic examination revealed that intrahepaiic bile ducts were normal in all patients and extrahepatic bile ducts were normal in 10 patients and suspicious bile stone iınage was obtained in 1 patient. Percutaneous transhepatic cholangiography (PTC) was performed in 8 patıents and we were suc-cessful in 6 of (hem. In 5 of 6 patients, extrahepatic bile ducts and bile flow to duodenum was nor-mal. In 1 patient, functional chaledochoduodenosiomy was determined. Ali pıotisıtts received rnedical therapy and one patient died due to hepatoremal syndrome. In‘rakepasic cholestasis olay be confu.sed with extrahepatic cholestasis and resmit in unnecessary operation. It is easy to diagmose intrahepatic cholestasis if imaging technıcs such as ultrasonography and PTC tire used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Özlem Ekiz, Filiz Canpolat, Fuat Ekiz, İlhami Yüksel, Şahin Çoban, Ömer Başar, Elife Erarslan, Osman Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazisli Hastalarda Helikobakter Pylori Enfeksiyonu Sıklığı Ve Hastalık Aktivitesi Arasındaki İlişki
Prevalence Of HelIcobacter PylorI InfectIon In PatIents WIth PsorIasIs, AssocIatIon Between DIsease ActIvIty And InfectIon
Psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori enfeksiyonu sıklığı ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Birçok çalışmada sık tespit edilmiş olmasına rağmen, bazılarında ise aynı sonuçlar elde edilmemiştir. Bu çalışmada biz, psöriyazisli hastalarda Helikobakter pylori sıklığını ve hastalık aktivitesi ile enfeksiyon arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık. Çalışmaya dispeptik yakınmaları olan, 8 erkek ve 3 kadın olmak üzere toplam 11 psöriyazisli hasta alındı. 18 erkek ve 5 kadın olmak üzere 23 sağlıklı kişi kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Helikobakter pylori enfeksiyonu mide orta kısmı ve antrumdan alınan endoskopik biyopsiler veya üre nefes testi ile tespit edildi. Hasta grubunda, Helikobakter pylori tedavisi öncesi ve sonrası hastalık aktivitesi (psoriasis area severity index: PASI) ile değerlendirildi. Helikobakter pylori eradikayonu için ardışık tedavi rejimi tercih edildi. Eradikasyonu değerlendirmek için üre nefes testi yapıldı. Helikobakter pylori, psöriyazisli 11 hastanın 9’unda pozitif olarak tespit edilirken (% 82), kontrol grubundaki 23 kişiden 11’inde (% 47,8) Helikobakter pylori pozitif olarak tespit edildi. Hasta grubunda, tedavi sonrası 9 hastanın 6’sında Helikobakter pylori negatifleşti. Helikobakter pylori eradikasyonu sonrası, kontrole gelen 4 hastanın sadece birinde anlamlı bir PASI iyileşmesi gözlenirken diğer 3 hastada anlamlı bir düzelme izlenmedi. Sonuç olarak bu çalışmada hasta sayısı az olmakla birlikte, Helikobakter pylori enfeksiyonunun psöriyazisli hastalarda sık olduğu gözlenmiş olup, hastalık aktivitesi arasındaki ilişki gösterilememiştir. H.P ile psöriyazis şiddeti arasındaki ilişkiyi göstermek için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
It has been reported different results about the prevalence of Helicobacter pylori infection in patients with psoriasis. In several studies, although the prevalence of Helicobacter pylori was reported to be increased, in some studies it could not be shown same results. In this study, we aimed to evaluate the prevalence of Helicobacter pylori infection and the association between disease activity and infection in patients with psoriasis. A total of 11 (8 male, 3 female) patients with psoriasis and 23 healthy controls (18 male, 5 female) were included in the study. Helicobacter pylori infection was diagnosed with biopsy which was obtained from the antrum and the body of stomach or with urea breath test. Before and after Helicobacter pylori eradication, disease activity was revealed with psoriasis area severity index. Sequential eradication regimen was preferred treatment for helicobacter pylori. Urea breath test was used to evaluate the eradication after the treatment Nine (% 82) of 11 patients with psoriasis had positivity for Helicobacter pylori while 11 subjects (% 47,8) of 23 had positivity for Helicobacter pylori in the control group. After the eradication treatment, Helicobacter pylori were negative in six patients. Four patients returned for follow-up visits and psoriasis area severity index had significantly resolved in only one of them. In conclusion, however the number of patients is so not much, in this study the prevalence of Helicobacter pylori was observed to be more frequent in patients with psoriasis but no association between disease activity and infection was found. Further studies are needed to show the association between disease activity and Helicobacter pylori infection.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Klor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş Hastalığı
Hüseyin Çiçek, Şerife Nur Sağmanlıgil, Savaş Yaşar, Oktay İmecik
Araştırma makalesi
Özeti
Klor Gazı İnhalasyonuna Bağlı Bronş Hastalığı
Klor, güçlü, bir oksidan ajandır. Değişik durumlarda klor gazına maruziyet olabilir. Endüstriyel artıklardan su arıtma ve taşınması sırasında, yüzme havuzlarından, ev temizlik maddelerinden inhalasyon olmaktadır. Solunum yollarına toksik etki gösterir ancak akut veya kronik maruziyetten sonra akciğer fonksiyonlanna kronik etkisiyle il-gili yeterli bilgi yoktur. Klor inhalasyonu sonucu minör mukozal cevaptan diffüz alveoler hasara kadar değişik klinik durumlar görülebilir. Hızla akciğer ödemi ve intertisyel pnömoniye yol açarak akut hipaksik solunum yetmeziiğine neden olabilir. lnhalasyondan sonra yapılan solunum fonksiyon testlerinde hava yolu obstrüksiyonu ve hava hapsi dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı klor gazı kurbanlannda yapılan takıplerde birçok kişide astma, kronik bronşit ve amfizem geliştiği görülmüştür. Bizim olgulanmızda klor gazı inhalasyonundan sonra yaygın bronş inf-lamasyonu ve hiperreaktivitesi ortaya çıkmış, hava yolu obstrüksiyonu geliştiği gözlenmiş, gelişen hava yolu obstrüksiyonu tedaviye cevap vermiştir.
Chlorine is a strong oxidizing agent. There are several forms of exposure: industrial leaks, environmental re-leases occurring prirnarily in transport or water purification swimming pool-related events and houselhold-cleaning product misadventures. The toxic effect of inhaled chlorine gas on the respiratory tract has been known but there is insufficient evidence ta conclude that there is a chronic impairment of pulmonary function after acute or chronic exposure. Chlorine inhalation may manifest any of the full spectrum of pulmonary irritant effects, from minor mucosal response ta diffuse alveoler damage, may rapidly cause pulmonary edema and interstitial pne-umania, leading to acute hypoxemic respiratory failure. Pulmonary function tesis obtained following inhalation were most notable for airflow obstruction and air trapping. Follow up studies of World War 1 chlorine gas victims indicate that many of the survivors were subsequently disabled by asthma, chronic bronchitis and emphysema. fn aur cases, following chlorine gas inhalation widespread bronchial inflammation and hyperreactivity, and airway obstruction occurred. Airway obstruction resporıded to medicai treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
Ömer Karahan, Yüksel Tatkan, Serdar Yol
Araştırma makalesi
Özeti
Beslenmenın Kanser Üzerıne Etkısı
The NutrItIon And Cancer
Normal hücrede ortaya çıkan bir "mutasyon" sonucu geliştiği kabul edilen kanserin oluşumunda bir tek değil, değişik faktörlerin rol oynadığı bilinmektedir. Kanserin geliştiği doku veya organ için bu faktörler de farklılıklar göstermektedir. Oluşan bir kanserin etiyolojisinde etkili olan faktörlerin tespit edilmesi kompleks yaklaşım ve çalışmaları gerektirir. Ancak genel olarak kanserle ilgili faktörleri, kanser riskini artıranlar, kanser riskini azaltanlar ve kansere sebep olanlar şeklinde gruplandırmak mümkün olmaktadır. Diyet her üç grupla da ilişkisi bulunan bir "faktörler topluluğunu" oluşturur. Bu derleme çeşitli organ kanserleri üzerine diyetin etkisini araştırmak ve elde edilen bilgiler ışığında alınabilecek tedbirleri ortaya koymak amacıyla hazırlanmıştır.
It is known that different factors, not a single one, play a role in the formation of cancer, which is accepted to develop as a result of a "mutation" in a normal cell. These factors also differ for the tissue or organ in which the cancer develops. Determining the factors that affect the etiology of a cancer requires complex approaches and studies. However, in general, it is possible to group cancer-related factors as those that increase the risk of cancer, those that reduce the risk of cancer, and those that cause cancer. Diet constitutes a "community of factors" associated with all three groups. This review has been prepared to investigate the effect of diet on various organ cancers and to reveal the measures that can be taken in the light of the information obtained.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Laparoskopik Kolesistektomi Sırasında Laparoskopik Kolanjiografi
Cemil er
Araştırma makalesi
Özeti
Laparoskopik Kolesistektomi Sırasında Laparoskopik Kolanjiografi
LaparoscopIc CholangIography DurIng LaparoscopIc Cholecystectomy
Amaç: Laparoskopik kolesistektomi (LK) sırasında şüpheli koledok taşlarını selektif intraoperatif kolanjiografi ile tespit etmektir. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde uygulanan 100 LK olgusundan koledok taşı şüphesi olan 16 olguya selektif laparoskopik kolonjiografi (LKG) çekildi. Bu işlem için klasik intraoperatif kolonjiografi endikasyonları baz alındı. Bulgular: Çekilen 16 LKG’nin yalnızca bir tanesinde koledok taşı tespit edildi. Diğer olgular normal olarak değerlendirildi. Bunun yanında, ekstrahepatik safra yollarındaki varyasyonlar hakkında fikir sahibi olundu. Sonuç: Peroperatif laparoskopik kolanjiografi intraduktal taşlar ve safra yollarının anatomik varyasyonlarının belirlenmesinde güvenilir bir metoddur.
Aim: To determine the susceptible choledocholithiasis during laparoscopic cholecystectomy via selective intraoperative cholangiography. Materyal and Method: It has been obtained laparoscopic cholangiography for susceptible choledocholithiasis in 16 of 100 cases during the laparoscopic cholecystectomy. It has been based clasical intraoperative cholangiography criteria for this process. Results: We found that only one case had a stone in common bile duct and the others were normal. Besides, it has been had some ideas about the variations of the extrahepatic bile ducts. Conclusion: Peroperatuar laparoscopic cholangiography is a reliable method to see intraductal stones and the anatomic variations of bile ducts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alumınyum Sulfatın Insan Perıferal Kan Lenfosıt Kulturlerınde Mıkronukleus Uyarımı Uzerıne Etkıler
Aynur Acar, Hatice Gül Dursun, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi
Özeti
Alumınyum Sulfatın Insan Perıferal Kan Lenfosıt Kulturlerınde Mıkronukleus Uyarımı Uzerıne Etkıler
Effects Of AlumInIum Sulphate On MIc-Ronucleus InductIon In Human PerIpheral Blood Lymphocyte Cultures
Mevcut caltimada; genii hir kulantm alanina sahip olan aliiminyum sultann mutajenik etkikrini incelemek amaciyla 10 kn ye 10 erkek olgunun Stan-dart metodlarla hazirlanmii lenfosit kiiltiirlerine 10, 20 ve 40 pgirn1 konsantrasyonunda aliiminyum sulfa! soliisyonu ilave edilmic ye degerler kontrol gruhu ile karirlaittrilmtittr. Sonucta laz ye erkek olgulartn kontrol ve aliiminyum siilfat ile muamele edilmii kiil-tiirlerinde gozlenen ortalama mikronukleus (MN) degerleri arastndaki Parkin istatistiksel olarak einem-li bulunmuitur (PADS). Toplam 20 al-guda ise konsantrasyon gruplarinda gozlenen or-. talarna MN deg erlerinin, kontrol grubunda gozlenen ortalama MN degerinden Onemli derecede yiiksek oldugu tespit edilmiitir (P<0.005).
In this study, aluminium sulphate solutions at 10, 20 and 40 pgInil of the concentrations were added to the lymphocyte cultures from ten female and ten male subjects by standard protocols to examination the mutagenic effect of aluminium sulphate. have a wide usage. The obtained data were then compared to that of control group. Consequently, it was found that the difference between the mean micronucleus (MN) values in controls and aluminium sulphate-treated cultures from the female and male subjects was not to he statistically significant (P>0.05). Ar total twenty subjects, it was observed that the mean MN value from concentration groups are con-siderably higher than the mean MN value from cont-rol group (P<0.005).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşanlarda Oluşturulan Deneysel Sepsis Modelinde Düşük Doz N-Asetilsistein Tedavisinin Etkinliği
Arif Duran, Ertuğrul Kafalı, Mustafa Şahin, Öznur Köylü, Adil Gökalp, Uğur Arslan, Hatice Toy
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşanlarda Oluşturulan Deneysel Sepsis Modelinde Düşük Doz N-Asetilsistein Tedavisinin Etkinliği
EffIcacy Of Low Dose N-AcetylcysteIn Theraphy On ExperImental RabbIt SepsIs Model
Amaç: Deneysel sepsis modelinde N-asetilsistein’in(NAC) serbest oksijen radikalleri ve plazma düzeylerine olan etkilerini, organ fonksiyon bozuklukları ve doku hasarını önlemedeki rolünü belirlemektir. Materyal ve metod: 30 dişi tavşan 10’arlı gruplara ayırdılar. Tavşanlarda çekum ligasyon perforasyon (ÇLP) yöntemiyle sepsis oluşturuldu. Sham grubu, sepsis grubu ve sepsis + NAC (10 mg/kg/gün) şeklinde gruplar oluşturulup, ilaçları ÇLP’den hemen sonra, 12. Ve 24. Saatte verildi. Aynı saatlerde kan gazları, plazma glutatyon (GSH), malondialdehid (MDA), biyokimyasal tetkik için kan örnekleri alındı. Doku örnekleri alındı. Bulgular: Sepsis grubuyla kıyaslandığında NAC grubunda plazma GSH artmış (P<0.05) ve MDA değerleri azalmış bulundu (P<0.05). NAC grubunda karaciğerin histopatolojik incelenmesinde apopitoz derecesi incelemesinde sepsis grubuna göre anlamlı düzeyde azalmış olarak bulundu (P<0.05). Sonuç: Deneysel sepsis modelinde antioksidan bir ajan olan NAC’in düşük doz uygulanmasında plazma MDA, GSH düzeylerine ve akciğer fonksiyonlarına olumlu etkileri mevcuttur. Daha kapsamlı ve yeni çalışmalarla NAC’in değişik dozlarda verilmesiyle sepsis tedavisinde NAC tedavisinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Purpose: To determine the effect of NAC therapy on plasma levels the protective role of tissue injury and organ dysfunction of free oxygen radicals in experimental sepsis model. Material and method: 30 female rabbits were divided into 3 groups, each composed of 10 rabbits. Sepsis was constituted by caeucum ligation perforation tecnique. Groups named sham, sepsis and sepsis + NAC (10mg/kg/day) were formed and medication was given 12 and 24 hours after caeucum ligation and perforation. At the same time blood samples to measure blood gases, plasma glutathion (GSH), malondialdehyde (MDA) and biochemical diagnosis were collected. Tissue samples were obtained. Findings: Plasma GSH levels were elevated in NAC group with respect to sepsis group (P<0.05). Plasma MDA levels were decreased in sepsis group when compared to NAC group (P<0.05). Liver tissue MDA levels were found to be same in both groups. AST, ALT and creatinine values were elevated significantly in NAC group when compared to sepsis group (P<0.05). Apoptosis in liver tissue was significantly decreased in NAC group when compared to sepsis group (P<0.05). Degree of mononuclear infiltration in kidneys were decreased in NAC group when compared to sepsis group (P<0.05). Conclusion: Application of low dose NAC an antioxidative agent in experimental sepsis model has beneficial effects on pulmonary functions and plasma MDA, GSH levels. More and comprehensive studies which tests different NAC doses are needed to determine the role for NAC in experimental sepsis model.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Karın Duvarı Fıematomları
Yalçın Kekeç, Erol Aksungur, Mahmut Oğuz, Erol Atilla, Mehmet Altay
Araştırma makalesi
Özeti
Karın Duvarı Fıematomları
AnterIor AbdomInal Wall Hematomas
Şiddetli karın ağrısı ve palpahl hassas abdominal kitle bulgular, vererek, akut karını taklit edebilen karın ön duvar hematomlart oldukça nadir görülen palolojilerdir. Akut karın veya şüpheli abdominal kitle ön tatlılar-0,1a ultrasonografi (USG) veya bilgi-sayarlı (BT) tomografi tetkikleri istenilen altı hastada karın ön duvarı hematomu saptanmıştır. USG ile tam konan hastalarda hematomun kesin lokalizasyo-ııu, ekstansiyonu ve eşlik eden ilave patolojilerin araştırılması için bilgisayarlı tomografi incelemesi yapılmıştır. Bu çalştmada oldukça nadir görülen karın ön duvarı hematomlarının USG ve BT ile akut karın tanısında,' kolayca ayırdedildigi görülmektedir.
Anterior abdominal wall hematoma is a rare pat-hological condition.It may simulate the acute surgi-cal abdomen. Ilematoma was diagnosed by utilizing ultrasonography (USG) and computerized tomogra-phy (ST) in six patients who vere thouht to have acute abdomen orland abdominal mass. Although the diagnosis was made by USG, CT had been used to investigate localization, extension and associated pathological conditions of the hematoma. In !his article,differential diagnosis of andominal wall hematomas from acute surgical abdomen in six patients by using USG and CT are presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Mehmet Arslan, Kadir Yılmaz, Mehmet Kılınç, Celal Sönmez, Ahmet Öztürk, Atilla Semerciöz, Halim Bozoklu
Araştırma makalesi
Özeti
Subtotal Sistektomide İleal Artifisyel Mesane (interstisyel Sıstitde Ileosistoplasti Uygulaması Nedenıyle)
Subtotal Cystectomy Andal Artıfıcal Bladder (due To Ileocystoplasty Applıcatıon In Interstıtıal System)
Kronik interslisyel sistit, tüberküloz sistit ve diğer nedenlere bagh olarak ortaya çıkan, ağrılı semptomlar gösteren ve medikal tedaviye cevap alınamayan kontrakte mesane vakalarındaareterokiiteneostorni, coofey operasyonu, ileal loop, enterosisioplasti v.b. uygulanmakta ve ileosistoplasti operasyonu bu hastaların yaşam kalitesini yükseltmektedir. interstisyel sistit nedeniyle kliniğimizde uyguladıgımız bir ileosistoplasiinin sonuçları gözden geçirilmiş ve bu vakalarda uygulanmasının yararı ortaya konmuştur.
Chronic interstitiel cystilis, tuberculous cystilis and related coniracted bladder causes a coditien which can not be itnprove by medication and bladder irrigation and patients suffer from persistent vesical pain. Ureterocuianeostomy, ileal loop, sigınoid conduiı and enterocysıoplasty can be used for this patienis. Augmentation cystoplasty improve the quality of life considerably. The result of an augtnentation cystoplasty done and its usefulness is presented bere irt this article.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya'da Kan Transfüzyonları Konusunda Halkın Bilgi, Tutum Ve Davranışları
Selma Çivi, Zafer Budak
Araştırma makalesi
Özeti
Konya'da Kan Transfüzyonları Konusunda Halkın Bilgi, Tutum Ve Davranışları
The Effects Of Knowledge, BehavIour And ExperIence Of Person On Blood TransfusIon In Konya.
Kan verme olayında tek ve esas kaynak insandır. Kan veren kişilerle ilgili faktörlerin iyi değerlendirilmesi, kanın devamlı ve taze biçimde elde edilmesi için zorunludur. Konya'da yapılan bu çalışmada bir kişinin diğer bir kişiye kan verme isteği gençlerde ve erkeklerde önemli ölçüde fazla bulundu. Ayrıca kişilerin eğitim düzeyleri istemli kan vermeyi etkilemekte idi. Deneyimli kişilerde bu sosyal olaya katılım davranışı daha fazla idi (p <0.01).
The only and main source in blood donation is human. It is imperative to evaluate the factors related to blood donors well to obtain the blood continuously and freshly. In this study conducted in Konya, the desire of one person to donate blood to another person was found to be significantly higher in youth and men. In addition, the education levels of the individuals affected voluntary blood donation. The behavior of participating in this social event was higher in experienced people (p <0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
Tuğrul Çakır, Arif Aslaner, Erdem Can Yardımcı, Umut Rıza Gündüz, Burhan Mayir, Uğur Doğan, Mehmet Tahir Oruç
Araştırma makalesi
Özeti
Dual Mesh İle Açık Ve Laparoskopik V Entral İnsizyonel
fıtık Onarımı Karşılaştırılması
ComparIson Of Open Versus LaparoscopIc Ventral IncIsIonal HernIa RepaIr WIth Dual Mesh
İnsizyonel fıtıklar karın cerrahisi sonrası sıkça karşılaşılan ve
tekrar cerrahi tamir gerektiren bir komplikasyondur. Biz, Dual Mesh ile
açık ve laparoskopik ventral insizyonel herni onarımı (LVHR) yapılan
hastaları geriye dönük değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamızda
Aralık 2008 ile Şubat 2015 tarihleri arasında kliniğimize başvuran ve
ventral insizyonel fıtık tanısı konulup açık veya laparaskopik olarak
Dual Mesh ile tamir edilen hastaların yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi,
fıtığın lokalizasyonu ve boyutu, uygulanan cerrahi işlem (açık/
laparaskopik), eşlik eden diğer cerrahi patolojiler, hastanede kalış
süresi, mortalite ve morbidite oranları elde edildi ve değerlendirildi.
Toplam 28 hastanın 15’i kadın ve 13’ü erkekti. Yaş ortalaması 57.78±
12.39 yıl (38-78) idi. Ventral insizyonel herni tamiri için operasyona
alınan hastaların 12’si laparaskopik olarak geriye kalan 16’sı açık
olarak ameliyat edildi. Fıtık boyutu ortalama 12.0±2.6 (5-32) cm
idi. Hastanede kalış süresi ortalama 5.75±5.25 (1-21) gündü. Her
iki grupta ikişer hastada cerrahi alan enfeksiyonu ve birer hastada
insizyon altında seroma haricinde başka bir komplikasyon görülmedi.
Dual Mesh ile LVHR ventral insizyonel herni tanılı vakalarda açık
cerrahiye kıyasla hastanede daha az kalış ve morbiditenin daha az
olması nedeniyle etkin ve güvenilir bir tedavi seçeneğidir.
Incisional hernia is a frequently encountered complication
after abdominal surgery and require repeat surgical repair. We
were retrospectively evaluated the patients underwent open and
laparoscopic ventral incisional hernia repair (LVHR) with Dual Mesh.
Between December 2008 and February 2015, age, gender, body mass
index, the location and size of the hernia, surgical procedure (open/
laparoscopic), accompanied which other surgical pathology, length
of hospital stay, mortality and morbidity rates were obtained and
evaluated of the patients who were admitted to our clinic and repaired
open and or laparoscopic surgery with Dual Mesh. A total of 28
patients, 15 were female and 13 were male. The mean age was 57.78±
12:39 (38-78) years. 12 patients were operated laparoscopically,
remaining 16 with open psurgery. Hernia size was 12.0±2.6 (5-32)
cm. The average length of hospital stay was 5.75±5.25 (1-21) days.
Except the two surgical site infection and one seroma in both groups,
no other complications or recurrences were seen. Ventral incisional
hernia repair with Dual mesh at LVHR compared to open surgery was
effective and safe treatment option with its short hospital stay and
less morbidity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
Meryem Aktan, Gül Kanyılmaz, Berrin Benli Yavuz, Mehmet Koç
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Gradlı Glial Tümörlerde Prognostik Faktörler Ve Tedavi Sonuçlarımız: Tek Merkez Deneyimi
PrognostIc Factors And Treatment Results In HIgh Grade GlIal Tumors: SIngle Center ExperIence
Amaç: Yüksek gradlı glial tümör tanısıyla cerrahi sonrası radyoterapi ve kemoterapi uygulanan hastaların genel özelliklerini, sağkalım sürelerini ve buna etki eden prognostik faktörleri incelemek amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Dosya takip bilgileri olan 166 olgunun verileri geriye dönük olarak incelendi. Çalışmaya grad 3 Anaplastik astrositom ve grad 4 Glioblastome multiforme tanısı histopatolojik olarak doğrulanmış olgular dahil edildi. Hastalara küratif radyoterapive eşzamanlı±adjuvan Temozolamid kemoterapisi uygulandı. Bulgular: Hastaların %73’ü erkek, %27’si kadındı ve ortanca yaş 57 idi. %21 hasta anaplastik astrositom, %79 hasta ise glioblastome multiforme tanılıydı. %40 hastaya total, %49 hasta subtotal olarak opere edilmiş, %11 hastadan ise tanı amaçlı sadece biopsi alınmıştı. Radyoterapi öncesi hastaların ortanca Karnofski performans değeri 90 idi. Hastaların %37 sine 3 boyutlu konformal radyoterapi uygulanırken %63 hasta yoğunluk ayarlı radyoterapi tekniğiyle tedavi edildi. %92 hastaya radyoterapiyle eşzamanlı Temozolamid uygulandı. Hastaların takip süresi ortanca 15 aydı. Genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için ortanca 82 ay, glioblastome multiforme için 15.5 aydı (p <0.001). 1,2 ve 5 yıllık genel sağkalım oranları anaplastik astrositom için sırasıyla %77, %59 ve %55, glioblastome multiforme için ise sırasıyla %59, %33 ve %4 bulundu. <50 yaş hastalarda ortanca genel sağkalım 39.3 ay iken ≥50 yaşda 12.4 ay bulundu (p<0.001). Operasyon şekline göre genel sağkalım, total çıkarılanlarda 33.2 ay, subtotal çıkarılanlarda 13.8 ay, biopsi alınanlarda 4.9 ay bulundu (p=0.00). Performansı < 70 olanlarda genel sağkalım 8.1 ay iken, ≥70 olanlarda genel sağkalım 22.3 aydı (p=0.00). Üç boyutlu konformal radyoterapi uygulananlarda genel sağkalım 12.9 ay iken yoğunluk ayarlı radyoterapi uygulananlarda 21.5 aydı (p=0.005). Radyoterapi dozu < 60 Gy uygulananlarda genel sağkalım 7.8 ay iken 60 Gy verilenlerde 21.7 aydı (p=0.00). Eşzamanlı Temozolamid kullananlarda ortanca sağkalım 18.4 ay, kullanmayanlarda ise 7.2 ay olarak bulundu (p=0.03). Sonuç: Sonuç olarak hastanın tanısı, yaşı, operasyon şekli, performansı, radyoterapi dozu, kemoterapi kullanımı sağkalım üzerine olumlu etkisi gösterilmiş olup sonuçlarımız literatür ile uyumludur.
Aim: The aim of the present study was to evaluate the general characteristics, survival time and prognostic factors affecting the high grade glial tumor after radiotherapy and chemotherapy. Patients and Methods: Data of 166 patients were retrospectively analyzed. Included histopathologically confirmed cases were grade 3 anaplastic astrocytoma and grade 4 glioblastoma multiforme. Patients were treated with curative radiotherapy and simultaneous ± adjuvant Temozolamide. Results: 73% of the patients were male, 27% were female and the median age was 57 years. 21% were anaplastic astrocytomas, 79% were glioblastom multiforme. 40% of the patients were total, 49% of the patients were subtotally operated and 11% of the patients had only biopsy for diagnostic purposes. The median Karnofski performance score of the patients before radiotherapy was 90. 3-dimensional conformal radiotherapy was applied to 37% of the patients, 63% of the patients were treated with intensity-adjusted radiotherapy technique. Simultaneous Temozolamide was administered with 92% of patients’ radiotherapy. The median follow-up time was 15 months. Overall survival rates were 82 months for anaplastic astrocytoma and 15.5 months for glioblastome multiforme (p <0.001). Overall survival rates at 1, 2, and 5 years were 77%, 59%, and 55% for anaplastic astrocytoma and 59%, 33%, and 4% for glioblastome multiforme, respectively. Median overall survival in patients aged <50 years was 39.3 months, while age ≥50 years was 12.4 months (p <0.001). Overall survival according to operation pattern was 33.2 months in total exposures, 13.8 months in subtotal resections, and 4.9 months in biopsies (p = 0.00). Overall survival was 8.1 months with a performance of <70, while overall survival was 22.3 22.3 months with ≥70 (p = 0.00). Overall survival was 12.9 months in patients who underwent three-dimensional conformal radiotherapy and 21.5 months in patients undergoing intensity-adjusted radiotherapy (p = 0.005). Overall survival was 7.8 months when applied to radiotherapy dose <60 Gy and 21.7 months when given 60 Gy (p = 0.00). Median survival was 18.4 months and 7.2 months, respectively, using concurrent Temozolamide (p = 0.03). Conclusion: In conclusion, the patient’s diagnosis, age, operative form, performance, radiotherapy dose, chemotherapy usage and survival were positive and our results are compatible with the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
Nizamettin Dalkılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Çift Puls Yönteminde İki Uyaran Arasındaki Gecikme Süresinin İletim Hız Dağılımı Histogramına Etkisi
The Effect Of The Delay TIme Betvveen Pulses On ConductIon VelocIty DIstrIbutIon HIstograms In Double Pulse Method
Aynı noktadan çift puls ile uyarılan sinirlerde oluşan birinci ve ikinci bileşik aksiyon potansiyelleri (BAP1 .BAP2), "suction” tekniği ile kaydedildi. İki uyaran arasındaki gecikme süreleri küçültülerek BAP2'de meydana gelen değişimler gözlendi. BAP'dan lif çapı dağılım histogramlarını elde etmek için, önceki çalışmalarımızda oluşturduğumuz model BAP1 ve BAP2 kayıtlarına uygulandı, iki puls arasındaki gecikme süresinin küçültülme- siyle, 2BAP histogramlarında meydana gelen değişimler BAP1 histogramlarıyla karşılaştırıldı, BAP1 ile BAP2 his- togramları arasındaki anlamlı farklılaşmanın, "suction"yönteminde 3.4’üncü ms'de başladığı tespit edildi. Çift puls ile uyarma yöntemi, yavaş ileten liflerin refraktör dönem büyüklüklerini saptamada kullanılabilir olduğu görüldü, ancak İki uyaran arasındaki gecikme süresinin küçülmesiyle B A P l’in gecikmiş fazı BAP2'nin erken fazına karışması nedeniyle tüm liflerin aktivitelerinin tespit edilmesine çok da uygun olmadığı düşünülmektedir.
The first and the second compound action potentials (CAP1 ,CAP2) arisen from the double stimulation of the nerve on the same polnt were recorded using the suction techniçue. The changes in CAP2 signals were observed as the delay time between two stimuli was reduced. İn order to obtaln the CAP fiber diameter distribution histograms, a model developed in our previous work was applied to CAP1 and CAP2 recordings. The changes in CAP2 histograms were compared to CAP1 histograms’ as the delay times got shorter. As inter-stimu/i delay time gets shorter, significant difference betvveen CAP1 and CAP2 histograms appears at 3.4th ms after CAP1. Although double pulse stimulation techniçue is essential for determining the refractor period duration, it is unsatisfactory for deducing vvhole nerve activity, since the late phase of CAP1 interferes into early phase of CAP2 as the delay time gets shorter.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Eksploratif Timpanotomi
Bedri Özer, Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Kayhan Öztürk, Kazım Çayır
Araştırma makalesi
Özeti
Eksploratif Timpanotomi
Exploratory Tympanotomy
Kulak hastalıklarında preoperatif araştırmalar, yapılacak cerrahi öncesinde temel hastalığı tanımlar. Ancak bazı hallerde tüm klinik ve radyolojik araştırmalara rağmen klinisyen doğru tanıyı koymada tereddüde düşer. Eksploratif timpanotomi orta kulak yapılarını gözkemede emniyetli yegane cerrahi girişimdir. Bu makalede, işitme kaybı nedeniyle eksploratif timpanotomi uyguladığımız 13 hastanın klinik bulguları ile birlikte eksploratif timpanotomi endikasyonları tartışıldı.
Preoperative clinical evaluation remains the basis in determination of an appropriate surgical procedure for the patient with otologic disease. Sometimes, howereri after a most complete clinical and radiogical work-up, the clinician will be in doubt about the correct diagnosis. Explarotary tympanotomy provides a unique and helpful, safe and minor surgical procedure that allows direct visualization of contents of the middle ear. In this article, thirteen patients who had exploratory tympanotomy for hearing loss and contemporary indications for exploratory tympanotomy were discussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre Iı Sarkoidoz’lu Hastalarda Ana Pulmoner Arter Çapının Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi İle Değerlendirilmesi
Pınar Didem Yılmaz, Sevinç Kalın, Mevlüt Hakan Göktepe
Araştırma makalesi
Özeti
Evre Iı Sarkoidoz’lu Hastalarda Ana Pulmoner Arter Çapının Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MaIn Pulmonary Artery DIameter By MultIslIce Computed Tomography In PatIents WIth Stage Iı SarcoIdosIs
Amaç: Non- kazeifiye granülomlar ile karakterize sistemik granülomatöz bir hastalık olan sarkoidozun tanısında ve
prognozunu belirlemede akciğer grafisi ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) önemli bir yer tutmaktadır. Hastalığın
nadir bir komplikasyonu olan pulmoner hipertansiyon tüm evrelerde görülebilmektedir. Pulmoner hipertansiyon
(PH) ile ana pulmoner arter çapındaki (APAÇ) artış arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu çalışmamızda evre
II sarkoidozlu hastalarda erken dönemde PH tanısı için çok kesitli BT incelemesi ile APAÇ’ ı değerlendirmeyi
amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Görüntülemelerinde hiler lenfadenopati ve parankimal değişikliklerin olduğu, ocak-2018 ile
aralık-2021 tarihleri arasında hastanemizde sarkoidoz tanısı ile takip edilen Evre II sarkoidozlu hastalarda toraks
BT’de ana pulmoner arter çapını ölçerek akciğer grafisi normal olup nonspesifik semptomlarla toraks BT çekilmiş
kontrol grubu ile karşılaştırdık. Evre II sarkoidozlu hastaların Ekokardiyografi (EKO) ile elde edilmiş pulmoner arter
basınçları ile ana pulmoner arter çapı arasındaki ilişkiyi değe rlendirdik.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda kontrol grubuna kıyasla APAÇ artışı ve EKO ile ölçülen pulmoner arter basıncı
ile bu grup hastalardaki BT’den ölçülmüş olan pulmoner arter ça pı arasında anlamlı bir ilişki tespit ettik.
Sonuç: Sarkoidozlu hastalarda BT ile pulmoner arter çapının değerlendirilmesinin PH gelişimi konusunda yol
gösterici olabileceği dolayısıyla erken dönemde müdahele fırsat ı sunacağı kanısındayız.
Aim: Chest radiography and thoracic computed tomography (CT) play an important role in the diagnosis and
prognosis of sarcoidosis, a systemic granulomatous disease characterized by non-caseating granulomas.
Pulmonary hypertension, a rare complication of the disease, can be seen in all stages. There is a strong
correlation between pulmonary hypertension (PH) and an increase in the diameter of the main pulmonary
artery (MPAD). In this study, we aimed to evaluate MPAD with multislice computed tomography (CT)
examination for the early diagnosis of PH in patients with stag e II sarcoidosis.
Patients and Methods: We measured the diameter of the main pulmonary artery on thorax CT in patients
with stage II sarcoidosis, who were followed up in our hospital with a diagnosis of sarcoidosis between
January-2018 and December-2021, with hilar lymphadenopathy and parenchymal changes in their imaging,
and compared them with the control group, whose chest X-ray was normal and thorax CT scan was performed
with nonspecific symptoms. We evaluated the relationship between the pulmonary artery pressures obtained
by echocardiography and the diameter of the main pulmonary arte ry in patients with stage II sarcoidosis
Results: We found a significant correlation between the increase in MPAD and pulmonary artery pressure
measured by ECHO in patients with sarcoidosis compared to the control group, and the pulmonary artery
diameter measured by CT in this patient group.
Conclusion: We think that CT evaluation of pulmonary artery diameter in patients with sarcoidosis can guide
the development of PH and therefore of fer an opportunity for early intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
Kamil Çıra, Kağan Çeken, Mehmet Sedat Durmaz, Hakan Demirtaş, Cemil Göya, Cihad Hamidi
Araştırma makalesi
Özeti
Canlı Vericilerde Renal Arterlerin Digital Subtraksiyon
anjiyografi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Renal ArterIes In LIvIng Donors WIth DIgItal SubtractIon
angIography
Canlı böbrek verici adaylarında renal arterlerin Digital
Subtraksiyon Anjiyografi (DSA) ile değerlendirilmesi ve bulguların
cerrahi sonuçlar ile karşılaştırılması amaçlandı. DSA yapılan 180
böbrek verici adayı retrospektif olarak değerlendirildi ve bulgular
cerrahi operasyon bulguları ile karşılaştırıldı. Arşiv sisteminden
çağrılarak elde edilen böbrek verici adaylarının DSA görüntüleri,
çalışma istasyonlarında bu konuda deneyimli iki radyolog tarafından
retrospektif olarak, hasta bilgilerinden kör olarak ve randomize olarak
incelendi. DSA yapılan 180 böbrek verici adayının DSA bulgularına
göre 158’inde (% 87,8) tek renal arter, 22’inde (% 12,2) multipl renal
arter, operasyon notlarına göre ise 156’sında (% 86,6) tek renal arter,
24’ünde (% 13,3) multipl renal arter saptandı. DSA ile operasyon
notları karşılaştırıldığında 154 verici adayında bulguların aynı
olduğu görüldü. Altı böbrek verici adayında ise bulgularda farklılıklar
mevcuttu. Bu bulgular doğrultusunda doğruluk oranımız % 96 olup,
operasyon notlarına göre multiple renal arter saptanmasındaki
duyarlılık ve özgüllük oranlarımız sırasıyla % 83 ve % 98 olarak
hesaplandı. Canlı böbrek vericilerinde, özellikle sol taraf renal
arterlerin doğru şekilde ortaya konması, varyasyonlarının belirtilmesi
çok önemlidir. DSA böbrek damar yapısının görüntülenmesi için altın
standart kabul edilmektedir, renal arterlerin seyrini, normal anatomisi
ve varyantlarını bütün ayrıntılarıyla, yüksek doğruluk oranıyla ortaya
koymaktadır.
The objective of this study was to evaluate renal arteries in
living kidney candidate donors through DSA as well as compare
and contrast the findings with surgical findings. 180 kidney donor
candidates were evaluated through retrospective analysis and
findings were compared and contrasted with surgical operation notes.
DSA images of kidney donor candidates collected from the back-up
service were randomly and independently from patient credentials
examined in laboratory stations through retrospective analysis by two
experienced radiologists. According to DSA findings of 180 kidney
donor candidates, 158 donors (87,8%) were diagnosed with single
renal artery and 22 donors (12,2%) were diagnosed with multiple
renal artery while 156 donors (86,6%) were diagnosed with single
renal artery and 24 donors (13,3%) were diagnosed with multiple
renal artery according to surgical operation notes. Comparing and
contrasting DSA findings with those of surgical operation notes,
it was marked that 154 donors owned the same findings while 6
donors were diagnosed with different findings. In accordance with
these findings, our accuracy rate was 96% and our sensitivity and
specificity ratios in multiple renal artery diagnosis were measured as
83% and 98% respectively based on operation notes. It is of great
significance to evaluate left side renal arteries accurately as well as
to identify their variations in living kidney donors. DSA is regarded as
golden standard in imaging vascular structure of kidney and it proves
the pace, normal anatomy as well as variations of renal arteries
accurately and in great detail.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
Hatice Gül Dursun, Ayşegül Zamani, Aynur Acar, Mehmet Cengiz Çolakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Spontan Abortuslarda Kromozomal Düzensizliklerin Rolü
The Role Of Chromosomal AbnormalItIes On Spontaneous AbortIons
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Laboratuvarına gönderilen düşük materyalleri üzerinde gerçekleştirilen bu çalışmada; düşük materyallerindeki kromozom düzensizliklerinin tip ve insidansının belirlenmesi amaçlandı. Bu amaçla 54 düşük materyali geleneksel sitogenetik tekniklerle kültüre alındı ve karyotiplendi. 15 materyalde (%27.8) kromozomal düzensizlik tespit edildi. Bu düzensizlikler arasında en çok trizomilerin yer aldığı saptandı (%53.4). Trizomileri, %26.6 ile poliploidiler ve %20.0 ile monozomi X izlemiştir. Trizomiler; 15, 18 ve 21. kromozomların trizomilerini kapsarken, poliploidilerin yarısını triploidi, yarısını da tetraploidi oluşturuyordu. Çalışmadan elde edilen bulgular; kromozomal düzensizliklerin spontan abortusların etyolojisinde önemli bir paya sahip olduğunu ve bu nedenle düşük materyallerinin sitogenetik değerlendirmesinin hem hasta hem de hekim açısından önem taşıdığını göstermektedir.
İn this study that was performed on spontaneous abortions refferred to Department of Medicial Genetics of Medical Faculty of Selçuk University, detection of the incidence and type of chromosomal abnormalities in spontaneous abortions was aimed. With this aim; the specimens from 54 spontaneous abortions were successfully cultured and karyotyped by using conventional cytogenetic techniques. 27.8 % of karyotyped abortions were found to have a chromosomal abnormality. Autosomal trisomy was the predominant chromosomal abnormality and accounted for 53.4 % ali abnormal abortions, followed by poliploidy (26.6 %) and monosomy X (20.0 %). Trisomies were consist of trisomy 15, 18 and 21. One mosaic marker was observed in one aborted specimen. Detected poliploidy comprised two triploidy and two tetraploidy. The obtained findings revealed that chromosomal abnormalities have an important role on etiology of the spontaneous abortions and that for this reason cytogenetic examination of aborted specimens is useful for parent of abortions and for physicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
Çağatay Han Ülkü, Ziya Cenik, Bilge Çakır
Araştırma makalesi
Özeti
Larenks Kanserlerinin Lokalizasyonlarının Değerlendirilmesinde Bilgisayarlı Tomografinin Değeri
The Value Of The Computed Tomography In EvaluatIng The LocalIzatIon Of LarIngeal CarcInomas
Bu çalışmada kliniğimizde Kasım 1994-Haziran 7996 tarihleri arasında larenks karsinomu tanısı almış 30 yaka preoperafif dönemde çekilen bilgisayarlı tomografi, larengoskobik muayene ve makroskobik piyes bulgulari ile karşılastınIch. Larengoskopi sadece mukozal yüzeyi ve kord vokal hareketlerini değerlendirebilmektedir. Kord ha-reketlerinde sinirlilik derin invazyon şeklinde yorumianabilmekte, ancak tümörün gerçek boyutlannın ve sınırlarının belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.Konvansiyonel radyolojik tetkikler de larengoskopiye ilave bilgi ver-memektedir. BT, klinisyenin cerrahi tedavi yönetrnini belirleyecek olan tümörün gerçek anatomik lokalizasyanu ve derin yayılımını tespitte karşılaştığı bu belirsizliğin çözümüne önemli katkılar sağlamaktadırLarengoskopi ve kon-vansiyonel radyolojik tekniklerle değerlendirilemeyen preepiglottik aralık, paraglottik aralık, subglottik alan, kitle sebebiyle değerlendirilemeyen larenksin alt bölümleri ve kartilaj tutulumunu belirlemede bilgisayarlı tomografinin etkin bir tanı yöntemi olduğunu tesbit ettik.Ancak kartilaj tutulumunda irregüler kalsifikasyon ve mikroinvazyonlar sebebiyle yanlış değerlendirmeler olabileceğini belirledik. Küçük mukozal lezyonların değerlendirilmesinde de Binin yalancı (-) sonuç verebileceğini ve bu lezyonları belirlenmesinde larengoskopinin daha duyarlı olduğunu tesbit ettik. Konservatif cerrahi yönteminin belirlenmesinde BT, klinisyene tümörün deri yayılımı hakkında çok önemli bilgiler vermekte ve larengoskopiyi tamamlayıcı rol oynamaktadır.
In this study, thirty cases af laringeal carcinoma which diagnosed in our clinic between November-1994 June-1996 are compared by preoperative CT, laryngoscopy and postoperative speciemen findings. By laryngoscopy one could evaluate the status the mucosal lining and vocale cord motility. Lımitations of the cord vocale motility is attributed to deep invasion of the tumour but, the exact dimensions of the tumour could not be estimated. The conventional radiologic examination methods da not add any useful knowledge to the laryngoscopy. The com-puted tomograpic examination is useful to determine the precise anatomic localization and spread of the tumour which is very useful ta surgeon to choose the surgical treatment method. We concluded that CT is valuable di-agnostic method in evaluating the preepiglottic area, paraglottic area, subglottic area and the inferior areas of the larynx which is obstructed by the large laryngeal masses and the cartilage invasion which could not be evaluated by laryngoscopy and other conventional radiological methods. Also we concluded that there may be wrong de-cisions about the cartilage invasion due to the irreguler calcifications and microinvasions by CT examination. In the evaluation of the small mucosal lesions CT could yield false negative results and these lesions could be more accurately determined by laryngoscopy. CT evaluation of the laryngeal carcinoma patient prior to surgical in-tervantion is an additional diagnostic tool to the laryngoscopy and very useful for the determination of the best conservative surgical method.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Obezite Ve Gzersiz
Gülden Gedikoğlu, Neyhan Ergene, Tülin Bilgili
Araştırma makalesi
Özeti
Obezite Ve Gzersiz
ObesIty And ExercIse
Obezite, en yalın anlamı ile vücutta yağ fazlasının bulunması demektir. Vücut ağırlığının normal sınırlarda tutulması, alınan ve harcanan kalorinin eşit olmasıyla, yani enerji dengesinin kurulmasıyla sağlanabilir ve "Kalorik denge = Besinlerle elde edilen Kcal - Metabolizmada sarf edilen Kcal (Bazal metabolizma + iş metabolizması) + İdrar, dışkı gibi boşaltılan maddelerle kaybedilen Kcal" şeklinde ifade edilir (1)
Obesity, in its simplest meaning, must be raised in body fat. Keeping the body weight within normal limits can be achieved by establishing the energy balance by having blackberries and calories spent, and it is expressed as "Caloric balance = Kcal obtained with food - Kcal consumed in metabolism (Basal metabolism + work metabolism) + Urine, consumed as feces and Kcal" (one)
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
Gülperi Çelik, Murat Tumuklu, Ali Başcı, Ercan ok
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hemodiyaliz Hastalarında Arteriyal Sertliğin Değerlendirilmesi Ve İlişkili Risk Faktörleri
EvaluatIon ArterIal StIffness In ChronIc HemodIalysIs PatIents And The Related RIsk Factors
Amaç: Arteryel sertliğin göstergelerinden olan nabız dalga hızı (NDH) ve artırma göstergesi (AG), vasküler hasarın şiddetini belirlemede kullanılan invaziv olmayan yöntemlerdir. Geniş hasta sayısı içeren bu çalışmada, kronik HD hastalarında NDH ve AG değerlendirilerek, ilişkili olduğu risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Kronik HD programında olan toplam 881 hasta (%44’ü kadın) çalışmaya dahil edildi. Hastaların NDH ve AG ölçümleri nabız dalga analizi cihazı (Sphygmocor) kullanılarak, tek operatör tarafından yapıldı. NDH analizi karotid-radyal mesafeden ölçüldü. Aortik AG radyal arterden derive edilen aortik nabız dalga formlarından elde edildi. Tüm hastaların ekokardiyografi ile sol ventrikül geometrisi ve bioimpedens cihazıyla volüm durumu değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun ortalama NDH değeri 10.0 ±2.5 m/s, ortalama AG % 27±11 idi. AG’nin kalp hızı ile düzeltilmiş şekli olan AG -KH75 ise %29±11 olarak saptandı. NDH hastaların %29’da, AG ise %67’de sınır değerin üstünde bulundu. AG ve NDH arasında pozitif ilişki saptandı. AG yüksek ve normal olan hastalar karşılaştırıldığında; AG yüksek olan grupta, albumin değerleri daha düşük, ortalama kan basıncı değerleri, kardiyotorasik oranları (KTO) daha yüksek ve ejeksiyon süreleri daha uzun saptandı. AG boy ve kilo negatif ilişkili idi. AG 75 kilo ve boy ile negatif ilişkiliydi. AG 75 yüksek olanlarda, sol ventrikül hipertrofili (LVH ) hasta oranı daha çoktu. NDH değeri yüksek olan grupta erkek hasta oranı ve ortalama kan basıncı değerleri yüksek bulundu. Alt grup analizinde (n:408 hasta) NDH değeri ≥ 11. 5 m/sn olan grupta, < 8. 5 m/sn olana göre belirgin artmış interdiyalitik ağırlık artışı vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında, NDH ve AG gibi damar sertliğinin göstergesi olabilecek ölçümler, ortalama arter kan basıncı, kardiyotorasik oran, hipoalbuminemi, interdiyalitik ağırlık artışı ile ilişkiliydi. Bu parametrelerin kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkisi hemodiyaliz hasta topluluğumuzun takipleri sırasında açıklık kazacağını düşünüyoruz.
Aim: Pulse wave velocity (PWV) and augmentation index (AI) are indicators of arterial stiffness and non invasive methods of detecting the severity of vascular injury. This study included large sample size and evaluated PWV and AI in chronic hemodialysis (HD) patients to detect the related risk factors. Method: 881 patients on chronic HD program (44% females) were included in this study. PWV and AI of the patients measured by single operator using pulse wave analysis device (Sphygmocor). Pulse wave was measured from carotid-radial distance. Aortic AI was obtained from aortic pulse wave forms derived from radial artery .for all patients, left ventricular geometry was evaluated by echocardiography and volume status was evaluated by bioimpedence device. Results: The average PWV in patient group was 10.0± 2.5 m/s, average AI was 27±11%. AI -HR75, the heart rate corrected form at 75 beat/minute of AI was found to be 29±11%. PWV and AI were found above limit value in 29% and 67% of the patients respectively. A positive relation was found between PWV and AI. when patients with high and normal AI were compared, albumin values were lower while average blood pressure values, cardiothoracic ratio(CTR) were higher and ejection time longer in patients with high AI. AI had a negative relation with height and weight. AI 75 was also negatively related to height and weight. In patients with high AI75 Araştırma Yazısı 151 more patients had left ventricular hypertrofy (LVH). Male patients percentage and average blood pressure was higher in patients with high PWV. In the analysis of PWV of the subgroup (n:408 patients), evident interdialytic weight increase was present in the group with PWV of ≥ 11.5 m/ sc compared to the group of < 8.5 m/sc. Conclusion: measures that can be used to evaluate vascular stiffness like PWV and AI are related to average arterial blood pressure, cardiothoracic ratio, hypoalbuminemia, interdialytic weight increase. We think that the relation between these parameters and cardiovascular morbidity and mortality will become clear in the follow up of our hemodialysis patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
İlknur Karalezli, Ayşegül Zamani, Yunus Emre Göger, Hüseyin Osman Yılmaz, Giray Karalezli
Araştırma makalesi
Özeti
Prostat Kanserlerinde Sentromer H Protein (cenp-H) Ekspresyonunun Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of Centromer H ProteIn (cenph) Gene ExpressIon In Prostate Cancers
Amaç: Bu çalışmada amacımız, prostat kanserinde (PCa) sentromer H protein (CENPH) gen ekspresyon düzeylerinin değişip değişmediğini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada 40 primer prostat kanserli hastanın prostat doku örneği kullanıldı. Bu nedenle, prostat kanseri teşhisi konmuş hastalardan çıkarılan toplam parafine gömülü prostat dokularında CENPH geninin transkripsiyonel analizi gerçekleştirildi. Ekspresyon analizleri, aynı hastanın prostat dokusundaki tümöral ve tümöral olmayan alanlardaki ekspresyonların karşılaştırılmasından elde edildi.
Ayrı RNA izolasyonu yapıldı. Sonraki qRT-PZR analizleri üç kez tekrarlandı ve elde edilen veriler üzerinde Ct değerlerinin kalite kontrolleri yapıldı. Housekeeping geni GAPDH ve hedef gen CENPH ' ın Ct değerleri doku (tümör ve normal) ve teknik tekrar gruplarında karşılaştırıldı.
Bulgular: Prostat kanserinde tümör ve normal doku örnekleri arasında CENPH ekspresyonunda istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca ölüm nedenleri araştırılırken hastaların hiçbirinde PCa' ya bağlı ölüm saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda, CENPH gen ekspresyon anomalilerinde prostat kanseri tümörogenezi ile herhangi bir ilişki bulamadık. Bununla birlikte, yüksek CENPH gen ekspresyonuna sahip bazı kanserler (küçük hücreli olmayan akciğer kanseri, kolon kanseri vb.), tümör invazyonu, kötü prognoz ve ilaç direnci ile ilişkilidir. CENPH gen ekspresyonu ve prostat kanseri üzerindeki etkisi hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Aim: In the present study, the aim is to determine whether centromere protein H (CENPH) gene expression levels change in prostate carcinoma (PCa).
Materials and Methods: Prostate tissue sample of 40 patients with primary prostate cancer was used in the study. Hence, transcriptional analysis of the CENPH gene was conducted in the total paraffin embedded prostate tissues extracted from patients diagnosed with prostate cancer. The expression analyses were obtained from the comparison of the expressions within the tumoral and non-tumoral areas in the prostate tissue of the same patient.
Results: Separate RNA isolation was performed. Subsequent qRT-PCR analyzes were repeated three times and quality controls of the Ct values were performed on the obtained data. The Ct values of the expression of the housekeeping gene GAPDH and the target gene CENPH gene were compared in tissue (tumor and normal) and technical repeat groups. There was no statistically significant difference in CENPH gene expression between tumor and normal tissue specimens in prostate cancer. Moreover, on investigating the causes of death, in none of the patients PCa related death was determined.
Conclusion: In our study, we could not find any relationship with prostate cancer tumorogenesis in CENPH gene expression anomalies. However, some cancers (non-small cell lung cancer, colon cancer, etc) with high CENPH gene expression are associated with tumor aggressiveness, poor prognosis and drugresistance. More studies are needed on CENPH gene expression and its effect on prostate cancer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
Said Bodur, Yasemin Durduran, Hasan Küçükkendirci
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bilgisi Dersi Veren Öğretmenlerin Sağlık Bilgi Düzeyinin Değerlendirilmesi
The Assesment Of Level Of Health Related Knowledge Of Teachers Of Health EducatIon
Bu çalışmada, ortaöğretim kurumlarında sağlık bilgisi dersine giren ve girmeyen öğretmenlerin sağlıkla ilgili temel konulardaki bilgi düzeyinin karşılaştırılması amaçlandı. Bu kesitsel çalışma, 2011 yılında Konya il merkezindeki tüm ortaöğretim okullarında yapıldı. Örneklem, sağlık bilgisi dersine giren ya da sağlıkla ilgili kulüplerde rehberlik yapan tüm öğretmenler ile en az aynı sayıda diğer derslere giren öğretmenlerden oluşturuldu. Veriler anketör gözetiminde kendi kendine doldurulan bir anket yardımıyla toplandı. Anketin ilk bölümü demografik bilgilerle ilgili olup ikinci bölüm sağlığı koruma, geliştirme, aşılar, bulaşma, beslenme, sağlıklı davranış biçimleri, ergen sağlığı, sık karşılaşılan sağlık problemlerinde ilk yaklaşım, gibi konulardaki bilgileri değerlendiren 35 sorudan oluşturuldu. Genel sağlık bilgi düzeyi, her konu için “bilen 2”, “kısmen bilen 1” ve “bilmeyen/boş 0” olacak şekildeki kodlanıp yüzlük puana dönüştürülerek değerlendirildi. Veri analizinde t testi ve varyans analizi kullanıldı. Çalışmaya katılan 314 öğretmenin yaş ortalaması 39±8 yıl olup % 55’i erkek, % 45’i kadın ve % 90’ı evli idi. Katılımcıların % 39’u sağlık bilgi dersine giren ya da sağlıkla ilgili bir kulüpte rehber öğretmenlik yapan, % 61’i ise diğer derslere giren öğretmenlerdi. Ortalama puan; sağlık bilgisi dersine giren grupta (56±16) diğer öğretmenlere (43±14) göre daha yüksekti (P
This study was aimed to compare the knowledge levels of health education teachers with others in basic health subjects. This crosssectional study was performed in all high schools in Konya city center in 2011. The sample consisted of teachers who taught health education or counseled in health related clubs and same number of teachers of other lessons. Data were obtained by a questionnaire filled by teachers themselves under the supervision of interviewer. First part of the questionnaire was about demographic information while the second consisted of 35 questions evaluating the knowledge about protection, improvement, vaccines, contagion, diet, healthy behavior, adolescent health, first approach to frequently encountered health problems, etc. Overall level of health knowledge was assessed by summing the points for each subject, 2 for known, 1 for partially known and 0 for unknown/blank, and converting them to percentage. T test and variation analysis were used for data analysis. The mean age of 314 teachers participated in the study was 39±8, 55% of them were males, 45% were females and 90% were married. 39% of the participants consisted of health education teachers and guide teachers of health related clubs, 61% were the teachers of other lessons. The average score was higher in health education group (56±16) than the other teachers (43±14). The knowledge score was also higher in female teachers and graduates of health related faculties (biology, physical education, child development). Teaching health education or counseling in a health related club increases the general knowledge level of teachers. In writers’ opinion, improving the knowledge level of teachers in health might help students to acquire positive behaviors about health as the current level is not adequate and significant number of wrong answers was present.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
Aslı Akyol Gürses, Figen Güney, Bülent Oğuz Genç, Betigül Yürüten
Olgu sunumu
Özeti
16 Yıllık Presenkop Öyküsü: Myotonik Distrofinin Atipik Bir Prezentasyonu
16 Years Hıstory Of Presyncope: An Unexpected Presentatıon Of Myotonıc Dystrophy
Miyotonik distrofi, erişkin çağın en sık görülen musküler distrofisidir. Hastalığın nörolojik bulguları tipik olmakla birlikte; kardiyak ve sistemik semptomların baskın olduğu olgularda tanı güçleşebilir. 16 yıldır süregelen presenkop atakları nedeniyle ilk olarak kardiyoloji bölümüne başvuran 46 yaşındaki erkek hasta, son dönemde belirginleşen yürüme güçlüğü şikayeti tanımlaması üzerine nöroloji bölümüne yönlendirilmişti. Detaylı nörolojik muayene ve elektrofizyolojik inceleme sonrasında hasta tip 1 miyotonik distrofi tanısı aldı. Mevcut olgu, sebebi bilinmeyen kardiyak ileti defekti, aritmi ve kardiyomiyopatiyle prezente olan hastalarda; özellikle de eşlik eden silik veya aşikar nörolojik şikayetler varlığında, nörolojik değerlendirmenin önemini ve gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu tip olguların ayırıcı tanısında nöromuskuler hastalıklar da akılda tutulmalıdır ve doğru tanısal değerlendirme için multidisipliner yaklaşım esastır.
Myotonic dystrophy is the most common muscular dystrophy of adulthood. Neurological manifestation of the disease is typical, however diagnosis could be challenge in patients presentig with predominant cardiac or systemic symptoms. 46 year old male was suffering from presyncope attacks for 16 years, and first examined by a cardiologist. Because of the recent complaints including walking difficulty, he was referred to neurology department. Following a detailed neurological examination and electrodiagnostic workup, he was finally diagnosed myotonic dystrophy type 1. The case highlights the necessitiy of neurological consultation in patients who present with conduction defects, arythmias or cardiomyopathies of unknown origin, accompanied by overt or subtle neurological symptoms. In such patients, neuromuscular disorders should be considered in the differential diagnosis; and in order to provide thorough diagnostic evaluation, multidisciplinary approach is essential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Apandisitli Hastalarda Kalsiyum Ve Serum Fosfat
düzeyinin Klinik Önemi
Hakan Buluş, Ömer Akyürek, Erdem Akbal, Mustafa Doğan, Ahmet Koyuncu
Araştırma makalesi
Özeti
Akut Apandisitli Hastalarda Kalsiyum Ve Serum Fosfat
düzeyinin Klinik Önemi
The ClInIcal SIgnIfIcance Of CalcIum And Serum Phosphate In
patIents WIth Acute AppendIcItIs
Bu çalışmanın amacı, laboratuar test sonuçlarında öncelikli
değişiklikleri değerlendirmek ve bunların akut apandisit hastalarında
rüptür riskini nasıl değiştirdiğini değerlendirmektir. Buna ek olarak,
olası bir erken teşhis sağlamak için, bu sürecin gelişimini analiz
etmek amaçlanmıştır. Bu çalışmaya genel cerrahi kliniğinde acil
apendektomi uygulanan 110 (58 bayan ve 52 erkek) hasta alınmıştır.
Hastaların serum Ca, P ve CRP düzeyleri WBC ile birlikte ölçüldü.
Çalışmaya alınan hastalar perfore (n=30) ve perfore olmamış (n=80)
olarak iki gruba ayrıldı. Preoperatif P düzeyi perfore olmamış
grupta (2.66±0.58 mg/dl) perfore gruba (2.95±0.46 mg/dl) göre daha
düşük saptandı ve istatiksel olarak her iki grup arasında fark vardı
(p=0.024). Ameliyat öncesi ve sonrası dönemlerde perfore olmayan
gruptaki lökosit sayımı ve CRP düzeylerinde anlamlı düşüşler vardı.
Ayrıca, operasyon öncesi ve sonrası dönemlerde perfore grubunda
lökosit sayımı ile birlikte P ve CRP düzeylerinde istatistiksel olarak
anlamlı değişiklikler vardı. Operasyon öncesi ve sonrası dönemlerde
oluşan P düzey değişikliği perfore grubta istatiksel olarak daha
belirgin olarak saptandı (p=0.045). P seviyelerindeki artış tek başına
akut apandisit tanısı koymak için yeterli değildir. Ancak, serum P
düzeyleri perfore apandisitin erken tanısı için öngörü sağlar.
The aim of this study was to evaluate the primary changes in
laboratory test results and assess how this alters the risk of rupture
for patients with acute appendicitis. In addition, we sought to analyze
the evolution of this process in order to provide a possible early
diagnosis. This study was comprised of 110 patients (58 females and
52 males) who underwent emergency appendectomies at the general
surgery clinic. Serum calcium (Ca), phosphate (P) and C-reactive
protein (CRP) levels of the patients were measured along with the
white blood cell (WBC) count. The prospektif study participants were
placed into the perforated (n=30) or non-perforated (n=80) group.
The preoperative P value in the non-perforated group was lower (2.66
± 0.58 mg/dl) than the perforated group (2.95 ± 0.46 mg/dl), and this
was statistically significant (p=0.024). While there were no significant
changes in the Ca and P levels in the non-perforated group in the
pre- and postoperative periods, there were significant decreases in
the WBC count and CRP levels. Furthermore, there were statistically
significant changes in the P and CRP levels along with the WBC
count in the perforated group, but the changes in the Ca levels did
not reach significant levels in either the pre- or postoperative periods.
With regard to the changes in laboratory values versus those during
surgery, the P levels in the perforated group were significantly higher
(p=0.045). An increase in P levels alone is not sufficient to make the
diagnosis of acute appendicitis. Nevertheless, serum P levels are
valuable for the early diagnosis of perforated appendicitis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
Kemal Balcı
Araştırma makalesi
Özeti
Bazı Ciddi Hastalıkların Ayırılması İçin Yeni Ve Basit Bir Test
A New And Sımple Test For Dıfferentıatıon Of Some Serıous Dıseases
Son 20 yılda tüberkülozun serolojik teşhisi üzerinde çalışırken, bir kişide tüberküloz, kanser, lösemi ve lenfoma dahil olmak üzere ciddi bulaşıcı ve süpüratif hastalıklardan herhangi birine sahip olup olmadığını bir dakika içinde gösterebilen çok basit bir test geliştirdim. Bu test temel olarak, yüzgeçten elde edilen bir damla kanın bir lam üzerine yerleştirilmesi, içine iki farklı çözeltinin her birinin bir damlasının eklenmesi ve karışımda küçük kırmızı bir reçetenin olup olmadığının gözlemlenmesinden oluşur.
While working on the serological diagnosis of tuberculosis over the last 20 years I developed a very simple test that can show in one minute whether a person has any of the serious infectious and suppurative dis-eases including tuberculosis, cancer, leukemia and lymphoma or not. This test basically consists of placing a drop of blood obtained from the fin-gertip on a slide, adding a drop of each of two different solutions into it and observing whether a small red presipitations occur in the mixture or not.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
Sennur Demirel, Hatice Gül Dursun
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara Kullanma Alışkanlığının İnsan Lenfositlerindeki Mikronükleus Oluşumuna Etkileri
The Effects Of CIgarette SmokIng On MIcronucleus Frequency In Human Lymphocytes
Bu çalışmada, sigara kullanma alışkanlığının mikronükleus (MN) oluşumuna etkisini incelemek amacıyla, sigara kullanan, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek ile kontrol grubu olarak yaşları sigara kullananlara yakın seçilen, hiç sigara kullanmamış, bilinen bir mutajene maruz kalmamış, sağlıklı 10 kadın ve 10 erkek bireyden hazırlanan periferal kan lenfosit kültürlerinde Sitokinezi-Blok metoduyla MN oranları araştırılmıştır. Bulgularımız, sigara kullananların oluşturduğu kadın ve erkek grubunda gözlenen ortalama MN oranının, kontrol grubunu oluşturan kadın ve erkeklerde gözlenen ortalama MN oranından önemli derecede yüksek olduğunu ortaya koymuştur (P<0.001). Sonuçta; sigaranın insan genetik materyalinde hasar oluşturan önemli mutajenik faktörler den biri olduğu gösterilmiştir.
İn this study, with the aid of the Cytokinesis-Blocked method, MN ratios were investigated in the peripheral blood lymphocyte cultures obtained from healthy donors consisting of 10 male and 10 female cigarette smokers, who v/ere never exposed to any known mutagens versus 10 male and 10 females, v/ho have never smoked cigarette before and never exposed to any of the known mutagens as age matched control group. Our findings showed that the mean MN ratio of the cigarette smokers is significantly higher than the mean MN ratio of the control group (PcO.001). This findings showed that cigarette smoking is one of the important mutagenic factors which caused damage to human genetic materials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Parsiyel Kulak Amputasyonunda Kopan Parçanın Temporoparietal Fasya Aracılığı İle Adaptasyonu
Mustafa Keskin, Mustafa Sütçü, Çiğdem Karadağ, Nedim Savacı
Olgu sunumu
Özeti
Parsiyel Kulak Amputasyonunda Kopan Parçanın Temporoparietal Fasya Aracılığı İle Adaptasyonu
AdaptatIon Of The Severed Ear WIth TemporoparIetal FascIa Flap In A PartIal Ear AmputatIon
Mikrovasküler anastomoz ile replantasyonun uygun olmadığı kulak amputasyonlarında kompozit greft uygulanmasının etkinliği azdır. Ampute parçanın retroauriküler bölgeye gömülerek yaşatılmaya çalışılması ise estetik açıdan başarısız sonuçlara neden olmakta ve en az iki seans gerekmektedir. Bu vaka sunumunda ise fasyal flep transpozisyonu ile kompozit greftin yaşaya bilirliğini artırtmak yöntemi denenmiştir. Ellidört yaşındaki erkek hastada insan ısırığına bağlı olarak kulak ampütasyonu meydana gelmiştir. Ampute parça kompozit greft gibi orijinal yerine dikildi. Daha sonra ampute kulak parçasının arka cildi ile kıkırdağı arasına temporoparietal fasya transpoze edildi. Vakada ampute parça tam olarak vaskülarite kazandı. Kıkırdakta herhangi bir distorsiyon meydana gelmedi. Estetik açıdan oldukça tatmin edici görüntü elde edildi. İnsan ısırığı nedeni ile ampute olan kulak parçası tarif edilen teknikle implante edilmesi halinde tek seansda başarılı sonuç almak mümkündür.
Nonmicrovascular replantation of an avulsed auricula as a composite graft is an unreliable solution. The use of retroauricular pocket to enhance survival of the composite ear graft is a multistage procedure and aesthetic results are poor. In this case report the vascularity of the composite graft is attempted to be increased by transposing fascial flap. Fifty-four year old man had an amputation of his ear due to a human bite. The amputated ear was reattached to its original position as a composite graft. Afterwards a temporoparietal fascia flap has been transposed between the posterior skin and the cartilage of the amputated ear. Amputated ear had been revascularised completely without any distorsion at the cartilages. Acceptable aesthetic result was obtained. An ear amputation can succesfully be replanted as a composite graft by using the described technique in a single stage.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Peptik Ülser Perforasyonunda Değişen Cerrahi Yöntemler
Murat Çakır, Tevfik Küçükkartallar, Ahmet Tekin
Araştırma makalesi
Özeti
Peptik Ülser Perforasyonunda Değişen Cerrahi Yöntemler
ChangIng SurgIcal Methods In PeptIc Ulcer PerforatIon
Peptik ülser hastalığında cerrahi tedavinin yeri komplikasyonlarının tedavisi dışında giderek azalmaktadır. Son yıllarda sıkça kullanılmakta olan H2 reseptör antagonistleri ve proton pompa inhibitörleri (PPI) ile helikobakter pilori eradikasyonu bu azalmada önemli rol oynamaktadır. Koruyucu ilaçlara rağmen peptik ülserin en sık karşılaşılan komplikasyonlarından birisi halen perforasyonlardır ve cerrahi aciller içerisinde oldukça sık rastlanır. Kliniğimize 2000-2010 tarihleri arasında ülser perforasyonu nedeni ile müracaat eden 311 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Kliniğimize müracaat eden peptik ülser perforasyonlu hastalar yaş, cinsiyet, mevsimsel ilişki ve uygulanan cerrahi teknik açısından irdelendi. Hastaların 206’sı erkek ve yaş ortalamaları 52.8, 105’i kadın ve yaş ortalamaları 65.2 idi. Hastaların 266’sına primer sütür ile onarım, 35’ine bilateral trunkal vagotomi (BTV)+Piloroplasti ve 10’una laparoskopik onarım yapıldı. Ortalama hastanede kalış süreleri 7 gün idi. Hastaların 25’inde yara yeri enfeksiyonu, 8’inde evisserasyon gelişirken 9 hasta kaybedildi. Kliniğimizde son 10 yıl içerisinde peptik ülser perforasyonların tedavisinde definitif girişimlerden primer onarıma ve laparotomiden laparoskopik yöntemlere doğru bir seyir izlenmiştir.
The place of surgical treatment, except for the treatment of complications, in peptic ulcer gradually decreases. Helicobacter pylori eradication with proton pump inhibitors (PPI) and H2 receptors that have been used frequently recently have played important role in this decrease. One of the most common complications of peptic ulcer, though protective medicines, is still perforations and they are very common among surgical emergencies. The files of 311 patients with peptic ulcer perforation accepted to the clinic between 2000-2010 were examined retrospectively. The patients applied to our clinic with peptic ulcer perforation were examined in terms of age, sex, seasonal relation, and applied surgical technique. 206 of the patients were male with 52.8 mean age and 105 of them were female with 65.2 mean age. 266 of the patients were fixed with primary suture, 35 of them had bilateral truncal vagotomy+pyloroplasty and 10 were fixed laparoscopically. Average hospitalization time was 7 days. While wound infection developed in 25 of the patients, evisceration was developed in 8 patients, 9 patients were exetus. Over the last ten years there has been a change from definitive attempts to primary fixation and from laparotomy to laparoscopic methods for treatment of peptic ulcer perforations our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pedıyatrik Anestezıde Intraosseoz Ketamın Uygulamasının Intravenoz Ye İntramuskuler Yol Ile Karsılastırılması
Sadık Özmen, Lütfi Yavuz, Alper Yosunkaya, Alaaddin Dilsiz, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Pedıyatrik Anestezıde Intraosseoz Ketamın Uygulamasının Intravenoz Ye İntramuskuler Yol Ile Karsılastırılması
The ComparIson Of Intraosseous KetamIne WIth Intravenous And Intramuscular Routes In Pe-DIatrIc AnesthesIa
Bu çalışmada genel anestezi planlanan damar yolu bulamadtgunt: pediyatrik vakalarda, snit-elektrolit tedavisi ye anestezi indiiksiyonu icin int-raosseoz yolun etkinligini degerlendirmeyi amaçladık. 1-6 yac grubtindan 48 pasta 3 gruba ayrtldt. In-diiksiyonda; I. gruba intraosseoz (10) 2 mglkg ket-min; 11. gruba intrayeitoz (117) 2 mg/kg ketamin; grubs- ise intramuskiiler (iM ) 6 mg/kg ketamin uy-gadandt.. :Name; her iii' grupta da % 1.5 isoflurane ye N20 ile saglandi. indiiksiyonda ketaminin etki baclama siiresi, nistagmus baylama siiresi olarak kabul edilip kaydedildi. Operasyon suresince Kalp Awn Hut (K II). Sistolik Arter Basznct (SAB) ye Di-aStolik Arter Bastnct (DAB) degerleri tespit edildi. Operasyon saresince SAB, DAB ye KAH de-gerleri her iic grupta karplavirtldiginda, ara-larinda istatistiksel bir fark tespit edilmedi. Post-operatif herhangi bir komplikasyima rastlanilmadt. Sow olarak, genel anestezi alacak pediyatrik vakalarda damar yolu bulunamadtgt takdirde, gerek sivi-elektrolik tedayisi gerekse de anestezi in-diiksiyonu ye idamesi icin ketamin uygularken, 16 yolun gavenilir Ye alternatif bir yontem oldugu ka-ntsina vardik.
In our study; we tried to evaluate the int-raosseous route for water-electrolyte replacement and anesthetic induction with ketamine in children. 48 patients whose ages are between I and 6 years, were divided into three groups. 2 mg/kg ke-tamine intraosseous (10) in group 1; 2 mglkg ke-tamine intravenous (IV) in group II, and 6 mgike ke-tamine intramuscular (IM) in group II was used for induction. The maintenance of anesthesia in all three groups were administered with 1.5 % tsof lurane and N20. Nystagmus was considered as the begining time of induction for ketamine. During the operation the heard rate (HR), systolic arterial blood pressure (SABP) and diastolic arterial blood pressure (DABP) was recorded and the comp-lications of the intraosseous route were evaluated. When we have compaired the SABP, DABP and HR values of each group recorded during operation, it was found that there were no significant sta-tistically difference among them. As a conclusion; if the intravenous approach is impossible, the intraosseous route is a safe al-ternative for water-electrolyte replacement and in-duction with ketamine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
Bilge Burçak Annagür
Olgu sunumu
Özeti
Olanzapin İle Tedavi Edilen Bir Monosemptomatik Hipokondriyak Psikoz Olgusu
A MonosymptomatIc HypochondrIacal PsychosIs Case Treated WIth OlanzapIne
Sanrısal bozukluk; kalıcı ve ısrarlı bir veya birden çok sayıda garip olmayan sanrılı düşüncenin klinik görünüme egemen olduğu psikiyatrik tanıdır. Sanrısal bozukluk bedensel alt tipi monosemptomatik hipokondriyak psikoz olarak adlandırılır. Bu bozuklukta kişi bir hastalığı olduğuna inanır ve bu sanrısal inancına uygun olarak varsanıları bulunabilir. Midesinde ülser olduğu düşüncesi ve karın ağrısı nedeni ile hastanenin acil servisine, dâhiliye kliniğine ve genel cerrahi kliniğine her gün birkaç kez başvuruda bulunan ve yapılan çok sayıda tetkikin normal olmasına rağmen ısrarla ameliyat olmak isteyen bir monosemptomatik hipokondriyazis olgusunun psikiyatriye yönlendirilişi sunulmuştur. Olanzapinin bu olgularda kullanılabilecek etkili bir tedavi seçeneği olabileceği gösterilmiştir. Bu az görülen hastalığın özellikle psikiyatri dışı hekimler tarafından göz önünde bulundurulması, hem hastanın psikiyatriye erken başvurması açısından hem de diğer hekimlerin gereksiz işlemler yapmaması açısından oldukça önemlidir.
Delusional disorder is a psychiatric diagnosis that one or more persistent and insistent nonbizarre delusional belief is dominant in clinical feature. The delusional disorder somatic subtype is called as monosymptomatic hypochondriacal psychosis. In this disorder one believes that he/she has a disease and has hallucinations pertinent to this delusional belief. In this report, a monosymptomatic hypochondriacal psychosis case which directed to psychiatry clinic because she presented to emergency service, internal medicine clinic and general surgery clinic of our hospital several times every day with stomachache due to the belief of presence of gastric ulcer, and insisted to be operated despite large number of examinations done were normal, was presented. It was shown that olanzapine is an effective treatment option that can be used in these cases. It is important to be taken into consideration this rare disease especially by non psychiatry clinicians both for early presentation of these patients to psychiatry clinic and to prevent unnecessary interventions by other clinicians.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
Oktay Sarı, Buğra Kaya, Faruk Aksoy, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Radyoiyot Taramada İzlenmeyen, Fakat Pet/bt’de Saptanan Diferansiye Tiroid Karsinom Rekürrensi Olgusu
A Case Of DIfferantIated ThyroId CarcInoma Not Detected WIth RadIoIodIne Scan, But Detectable WIth Pet/ct
Yüksek tiroglobülin (Tg) düzeyi olan, ancak tüm vücut taramada fizyolojik radyoiyot tutulumu izlenen, FDG PET/BT ile lenf nodu metastazı saptanan tiroidektomili bir olguya yaklaşımı sunmayı amaçladık. Altı yıl önce tiroid kanseri nedeniyle total tiroidektomi yapılıp radyoiyot tedavisi alan, ancak uzun süredir takip edilmeyen 31 yaşındaki kadın hastanın Tg değerinin yüksek olması, ancak tüm vücut radyoiyot taramasının negatif olması nedeniyle PET/BT yapıldı. Boyunda artmış metabolik aktivite gösteren lenf nodlarının tespit edilmesi üzerine minimal invaziv cerrahi ile lenf nodları eksize edildi. Patoloji sonucunun papiller karsinom metastazı gelmesi üzerine radyoaktif iyot tedavisi de uygulandı. Tg’in yüksek olduğu, buna rağmen radyoiyot taramanın negatif olduğu diferansiye tiroid karsinomlu olgularda PET/BT tanıya katkı sağlayabilir.
We aimed to propose a management in a patient with thyroidectomized and high thyroglobulin (Tg) level, but negative radioiodine scan, whose lymph nodes detected with PET/CT. PET/CT was done to a patient, 31 years-old, with thyroidectomized and given radioiodine treatment, but not followed for a long time, for high Tg level and negative radioiodine scan. Metabolically active lymph nodes were detected in the cervical region. So, lymph nodes were excised with minimally invasive surgery. Radioiodine treatment was done because of papillary carcinoma metastasis. PET/CT may contribute to diagnosis in cases of high Tg levels, but negative radioiodine treatment in differentiated thyroid carcinoma.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Romatoid Artritli Kadın Hastaların Akciğerlerinin Değerlendirilmesinde Yüksek Rezolüsyonlu Bilgisayarlı Tomografi Ve Solunum Fonksiyon Testlerinin Önemi
Nazife Güyen, Hüseyin Uysal, Yahya Paksoy
Araştırma makalesi
Özeti
Romatoid Artritli Kadın Hastaların Akciğerlerinin Değerlendirilmesinde Yüksek Rezolüsyonlu Bilgisayarlı Tomografi Ve Solunum Fonksiyon Testlerinin Önemi
The Importance Of HIgh ResolutIon Computed Tomography And Pulmonary FunctIon Tests In EvaluatIon Of Lung Of Female PatIents WIth RheumatoId ArthrItIs
Amaç: Bu çalışmada, Yüksek Rezolüsyonlu Bilgisayarlı Tomografi (YRBT) değerlendirmesine göre patolojik akciğer bulguları olan ve olmayan Romatoid Artrit (RA)’H kadın hastaların solunum fonksiyonları karşılaştırılarak YRBT ve solunum fonksiyon test sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Çalışmaya yaşları 16-66 arasında değişen 32 kadın RA’li hasta ve 19 kontrol olmak üzere toplam 51 gönüllü katıldı. Katılanlara önce so lunum fonksiyon testleri (SFT) yapıldı. Akciğer YRBT’leri çekildi. Bulgular: YRBT’de patolojik görüntü olup olma masına göre RA’li hastaların SFT’leri kontrollerle karşılaştırıldı. Patolojik görüntüsü olan hastalar olmayanlarla kıyaslandığında FVC, FEV1, FEFo^g.yg, FEFo/o5q, FEF^-yş.gş değerlerinde anlamlı farklılık görülürken (p<0.05), patolojik görüntüsü olmayan hastalar, kontrollerle karşılaştırıldığında anlamlı değişiklik olmadığı görüldü. Sonuç: RA’li kadın hastaların YRBT inceleme sonucunda, akciğerlerinde patolojik görüntüsü olan RA’li hastaların SFT’de de bozukluklar görüldü. SFT’nin de YRBT tetkiki gibi değerli sonuçlar verebileceği kanaatine varıldı.
Objective: Evaluation of pulmonary function of female patients with rheumatoid arthritis (RA) with or without pathological findings and comparision made according to high resolution computed tomography (HRCT) were also included to the study. Methods: Total 51 volunteers thirty-two female RA patients and 19 control subjects ali ranged from 16 to 66 years of age were studied. AH patients and subjects first performed pulmonary function test (PFT). Chest x-ray films, HRCT of lung were obtained for both patients and Controls. Results: Patients with RA were divided into two groups: the ones who had pathologic findings on their lung according to HRCT, and the ones who had not. PFT values of both groups were compaired with Controls. FVC, FEV-f, FEF25-75% a n d F E F 75-85% values were significantly different in patients with pathologic findings as compared with the ones who had no pathologic findings (p<0.05). There were no significant difference between the patients with no pathologic findings and the Controls. Conclusion: Following the HRCT inspection of RA patients some changes of PFT were observed in RA patients with some pathological findings on their lungs. İt has been concluded that PFT should give as useful criteria as HRCT.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
Mustafa Kursat Evrenos, Mehmet Emin Mavili
Araştırma makalesi
Özeti
Gelişen Tavşan Kalvaryumunda Kritik Boyutlu Defektin Titanyum Meş İle Rekonstrüksiyonu
ReconstructIon Of CrItIcal SIze Defect WIth TItanIum Mesh In DevelopIng RabbIt CalvarIum
\r\n Amaç: Gelişen kalvaryum defekt rekonstrüksiyonu hala zorlu bir prosedürdür. Kullanılan materyaller sağlamlık ve koruma sağlamalı; hafif, kimyasal olarak inert, kanserojen olmayan, estetik sonucu arttırmak için kolay şekillenebilir olmalı, manyetik rezonans görüntülemeye izin vermek için demir içermemelidir ve osteokondüktif ve osteojenik olmalıdır. Ayrıca, alloplastik materyal, donör alan morbiditesine yol açmaz ve sınırsız bir tedarik sağlar. İdeal bir implant hala tanımlanmamış olsa da, titanyum meş kabul edilebilir alternatiflerden biridir. Bu çalışmada, titanyum meş implantın gelişen kalvaryumdaki defektlerin rekonstrüksiyonunda kullanılabileceği ve implantın rijid veya semirijid fiksasyonu ile sekonder asimetri deformitesine yol açıp açmadığı değerlendirildi.
\r\n
\r\n Gereç ve Yöntem: 6 haftalık 24 Yeni Zelanda tavşanı ve dört eşit gruba ayrıldı. Birinci grup normal popülasyon grubuydu. İkinci, üçüncü ve dördüncü gruplarda her bir tavşanın pariyetal kemiği üzerinde 15 mm. çaplı kritik boyutlu defekt oluşturuldu. İkinci grup kritik boyutlu defekt için sham grubu olarak belirlendi. Üçüncü grupta defektler 0.3 mm ile kalınlıkta titanyum meşin 4.0 polipropilen sütür ile semirijid olarak fikse edilmesiyle; 4. Grupta ise aynı kalınlıkta titanyum meşin 4 mm. çaplı titanyum vidalarla rijit fiksasyonuyla rekonstrükte edildi. Başlangıçta, tavşan kalvaryumu kraniyal bilgisayarlı tomografi ile tarandı ve üç boyutlu rekonstrüksiyonlar oluşturuldu. Deney, tavşanlar 18 haftalıkken sonlandırıldı. Tüm gruplarda her tavşan için sakrifikasyon ve kraniyal BT taraması yapıldı ve standart fotoğraflar alındı. Uzunluk ölçümleri referans noktalarından gerçekleştirildi ve gruplar arasında karşılaştırmalar yapıldı.
\r\n
\r\n Sonuçlar: 6 haftalık üç boyutlu bilgisayarlı tomografi ölçümlerine göre, grupların dengeli dağıldığı değerlendirildi. 18 haftalık 3D BT ölçümlerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p <0,017). Ayrıca her grupta defekt tarafı ve karşı taraf ölçümlerinde istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p <0.008).
\r\n
\r\n Tartışma: Titanyum meşin, büyüme gösteren kalvaryumda herhangi bir deformiteye neden olmadığını ve meş fiksasyon tekniğinin sonucu değiştirmediğini değerlendirdik. Dolayısıyla pediatrik kalvaryum defektlerinde, otojen kemik grefti ile rekonstrüksiyonun mümkün olmaması durumunda, titanyum meş ile rekonstrüksiyon kabul edilebilir bir seçenek olabilir.
\r\n
\r\n Aim: Defect reconstruction of growing calvarium is still challenging procedure. The materials should provide strength and protection, be lightweight, chemically inert, noncarcinogenic, malleable to enhance aesthetic outcome, nonferrous to allow utilization of magnetic resonance imaging, and osteoconductive and osteogenic. In addition, the benefits of alloplastic material avoid donor site morbidity and provide an unlimited supply. Although an ideal implant is not still defined, titanium mesh is one of the acceptable alternatives. In this study, we evaluated that if titanium mesh implant can be used for reconstruction of defects in growing calvarium and caused a secondary asymetry deformity with rigid or semirigid fixation of implant.
\r\n
\r\n Material and Method: 6 week-old 24 New Zealand rabbits were used and divided into four equal groups. First group was normal population group. 15 mm. diameter critical size defects were created on parietal bone of each rabbit in second, third and fourth groups. Second group was decided as sham group for critical size defect. Defects were reconstructed with 0.6 mm. thickness titanium mesh and fixed with 4.0 polypropylene sutur in the third group as semirigid fixation and with 4 mm. long titanium screws as rigid fixation in the fourth group. At the beginning, rabbit calvarias were scanned with cranial CT and 3D reconstructions were created. Experiment finished when rabbits were 18 weeks old. Sacrifisation and cranial CT scan performed and standart photographs were taken for each rabbit in all groups. The length measurements were performed from reference points and comparisons were made between groups.
\r\n
\r\n Results: According to 6 week 3D CT measurements, groups were well-balanced. According to 18 week 3D CT measurements there was no statistically difference between groups. Also measurements of defective side and opposite side in each group were not different.
\r\n
\r\n Discussion: We evaluated that the titanium mesh did not cause any deformity in growing calvarium and fixation technique of the mesh did not change the result. So in defects of pediatric calvarium, if reconstruction with autogen bone graft is impossible, reconstruction with titanium mesh can be an acceptable choice.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Formol Ve Polivinil Prilidon (pvp)'un Skolosidal Etkısı
Nahit Ökesli, Mehmet Metin Belviranlı, Erşan Aygün, Adnan Kaynak, Mustafa Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Formol Ve Polivinil Prilidon (pvp)'un Skolosidal Etkısı
ScolIcIdal Effects Of Form& And PolyvInyl PyrrolIdone
Hidatik kist hastalığının cerrahi tedavisinde skol-osidal ajan olarak çeşitli maddeler kullanılmaktadır. Bunların etkinlik ve yan etkileri çeşitli araştırmalarda ortaya konmuştur. Biz bu çalışmada formül ile polivinil pirolidon (PVP)Iun in vitro ve in vivo skolosidal etkinliğini karşılaştirdık. Yeni kesilmiş koyun karaciğerinden alınan hidatik kist sıvısında skolekslerin mikroskop altında mobil oldukları ve eozin testi ile tümünün canlı oldukları belirlendi. %10'luk formül ve PVP canlı skoleks içeren kist sıvısı ile %10, 20 ve 50 oranlarında ayrı ayrı karşılaştırıldı. 3, 5 ve 10. dakikalarda skolekslerin mikroskop altında hareketliliği izlendi ve eozin ile canlılık testi yapıldı. n vivo çalışmada ise 10Par ratlık 5 grup oluşturuldu. Canlı skoleks içeren 1 Ini kist sıvısinın intraperitoneal inoküle edildiği kontrol grubunun tatnamında 8 hafta sonra peritoneal kavitede hidatik kist görüldü. Deney gruplarında değişik Oran ve sürelerde formül ve PVP kullanıldı. Sonuçta PVP'nin düşük konsantrasyonlarda bile etkili bir skolosidal ajan olduğunu, formülün ise kulanılışlı olmadığı tespit edildi.
Many scolicidal agents are used in surgical treat-ment of hydatid disease. The efficiency and side ef-fects of these agents are known and in this study we compared scolicidal elliciency of formol and polyvin-yl pyrolidone (PVP) in vivo and in vitro. Ilydatid liquid was obtained from sheep liver and living scolex were observed by eosin test and micro-scopically. 10% formül and PVP mixed with hydatid liquid in 10%, 20% and 50% concentrations. The vi-ability of the scolices were determined by eosin test and microscopically after 3, 5, and 10 minutes. In vivo study, we forrned 5 groups each containing 10 rats. The control group was inoculated with ,1 mi of living hydatid liquid intraperitoneally and hydatid cysts were observed in peritoneal cavity of alt rats after 8 weeks. In the study group formül and PVP were used in dijfererıt concentrations and durations. We concluded that PVP is effective as a scolicidal agent even in low concentrations but formül is not useful.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer İnfertil Kadınlarda Prolaktin Testosteron Kortizol Ve Dehidroepiandrosteron Sulfat Hormonlarına Çinkonun Etkisi
Mehmet Cengiz Çolakoğlu, A. Vahap Özen, İrfan Karslıoğlu, Tijen Erçal
Araştırma makalesi
Özeti
Primer İnfertil Kadınlarda Prolaktin Testosteron Kortizol Ve Dehidroepiandrosteron Sulfat Hormonlarına Çinkonun Etkisi
Effect Of ZInc On ProlactIn, Testosteron, CortIzol, DehIdroepIandrosteron Suı,fat Hormones Who Had PrImary Infertılıty
Primer infertilitesi bulunan ve serum çinko değerleri düşük 11 vakaya çinko verilerek serum çinko düzeyleri normale döndürülmüştür. Çinko düzeyleri düşükken ve normale döndükten sonraki PRL, Testosteron, Kortizol ve DHEAS hormon miktarları tayin edilmiştir. Çinko verildikten sonraki serum çinko düzeyindeki artış istatistiki olarak anlamlı, çinkodan önceki ve sonraki hormon değerleri arasındaki fark anlamsız bulundu. Çinko değerinin yükselmesinin kısa sürede hormon değerlerini değiştirmeyeceği kanaatine varıldı. Kontrol grubu çinko değeri primer infertilite grubundan yüksek olmasına rağmen yine de normal serum çinko düzeyinin altında idi.
We invesitgated eleyen patients who had primary infertility and deficiency. Zinc were giyen to those patients and normal serum consantrations were obtained. Prolactin, Testosteron, Cortisol 132hydroepiandrosteron sulphate hormones iwere estimated before after zina treatment, and there were no differences observed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Sklerozlu Hastalarda Serum Homosistein, Asimetrik Dimetil Arginin Ve Nitrik Oksit Düzeyleri
Zehra Akpınar, Sevil Kurban
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Sklerozlu Hastalarda Serum Homosistein, Asimetrik Dimetil Arginin Ve Nitrik Oksit Düzeyleri
Serum NItrIc OxIde, HomocysteIn, AsymmetrIc DImethylargInIne Levels In PatIents WIth MultIple SclerosIs
Multipl skleroz(MS), santral sinir sisteminin otoimmünnörodejeneratif
bir hastalığıdır. Kronik inflamatuvar bir süreçle
karekterizedir. Demiyelinizasyon-remiyelinizasyon, aksonal ve
nöronal hasarla giden MS’in doğası tam olarak aydınlatılamamıştır.
Patofizyolojisinde oksidatif stresin de rol oynadığı MS’de nitrik
oksit(NO), homosistein(HCY), asimetrik dimetilarjinin(ADMA) gibi
ajanların rolü araştırılmaktadır. Bu çalışma ile relapsing remitting
seyirli MS’lilerde NO, HCY, ADMA düzeylerini ölçerek sağlıklı
kontrollerle karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmaya 28 kadın, 15 erkek
43 MS hastası ve aynı yaş grubunda olan 18 kadın, 11 erkek sağlıklı
gönüllü dahil edildi. Serum HCY seviyeleri kromosistem kit kullanılarak
ve serum ADMA seviyeleri Chen ve arkadaşlarının tariflediği metod
kullanılarak HPLC tekniği ile ölçüldü. NO ölçümü kat no: 1 756 281
kit kullanılarak gerçekleştirildi. Elde edilen verilerin istatistiksel
analizinde SPSS 16.0 paket programı kullanıldı. Serum ADMA düzeyi
ortalamaları MS hastalarında kontrollerinkinden düşük, HCY ve NO
ortalamaları ise MS lilerde kontrollerinkinden yüksek bulundu, fakat
bu farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı değildi(p>0.05). Hastalık
süresi ve özürlülük skorları(EDSS) ile ADMA, NO, HCY ortalamaları
arasında da anlamlı bir korelasyon bulunamadı. Gelecekte bu
parametrelerin değişik MS form ve evrelerindeki hastalarda özellikle
de akut atak döneminde araştırılmasının tedavi stratejileri açısından
yol gösterebileceği düşünüldü.
Multiple Sclerosis (MS) is an autoimmune-neurodegenerative
disease of the central nervous system. It is characterized by a
chronic inflammatory process. The nature of MS, continuing with
demyelination and remyelination, axonal and neuronal damage, has
not been enlightened precisely. The oxidative stress plays role in the
pathophysiology of MS. Along with this; the role of agents such as
nitric oxide (NO), homocystein (HCY), asymmetric dimethylarginine
(ADMA) has been researched. In this study, we aimed to compare
patients of relapsing remitting MS with healthy controls by measuring
NO, HCY, ADMA levels. 43 MS patients of whom are 28 females and
15 males along with 18 healthy female, 11 healthy male volunteers
with the same age group have been included to the study. Their serum
HCY levels have been measured with chromsystem kit ( fluorescence
detector) and their serum ADMA levels have been measured with
HPLC technic by using the method described by Chen and his
friends. The NO measurement has been realized by using kit (level
no: 1 756 281). The SPSS 16.0 package program has been used
for the statistical analysis of acquired data. While the averages of
serum ADMA level have been found lower than their controls among
MS patients, the HCY and NO averages have been obtained higher
than their controls. However, these differences were not statistically
significant (p>0.05). A meaningful correlation cannot be obtained
between the period of disease and disability score (EDSS) along
with the ADMA, NO, HCY averages, either. It has been thought that
the research of these parameters among patients with various form
and phases of MS, especially in the acute attack periods, might be
indicative in terms of treatment strategies in future.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesı
Nesrin Hadimli, Sennur Demirel, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi
Özeti
Adolesan Donemindeki Ogrencılerde Boy Uzunlu6u, Vccut Agırlı6ı, Hemoglobın Ye Serum Demir Duzeyı 15lcumlerinin Karsılastırmalı İncelenmesı
Adolescence HeIght, WeIght, HemoglobIn, And Serum Iron Levels A ComparatIve InvestIgatIon
Bu calışmada. Kadıköy Anadolu Lisesi giirrdiizlri re Gii:el Sanatlar Anadolu Lisesi yattlt. 16 ya,y grubu. ve erkek 35'er ogrencide boy, kilo, he-moglobin ve serum demir dikeylerilerek. de-:Oder karplaittrmali olarak incelenmictir. ve yank kr: ve erkek ogrencilerin boy. ve hemoglobin degerkri m-astndaki farkm istalistiksel olarak onem taltmadigt (P>0.05). sadece t`• atrlt erkek Orencileri► serum demir dfizeyleri arasmda anlamh bir farklatk oldubt belirlenmivir (P<0.001).
Teenagers. 16 years age groups; 35 male and female students each from Kadtkay Anatolian High School and Fine-Art Anatolian Boarding High Scho-ol were included for this study. Their heights. body weights. hemoglobin. arm serum iron levels were de-termined. The values were compared for boarding and regular students. Except the serum iron levels (P<0.001) the other measurements did not differ each other significantly (p>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
Mustafa Kösem, Bülent Özbay, Deniz Rençber, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Balgam Ve Bronş Lavajı Sitolojilerinin Akciğer Kanserlerinde Tanısal Değeri
The DIagnostIc Value Of Sputum And BronchIal Lavage CytologIes In The Lung Cancers
Bu çalışma ile fakültemizde değerlendirilen balgam ve bronş lavajı sitolojilerinin, tanı dağılımını belirlemek ve malign ön tanısı olanlarda, biyopsi materyalleri ile karşılaştırılarak tanısal değerlerini ortaya çıkarmak amaçlandı. Ocak 1990-Aralık 2000 tarihleri arasında YYÜ. Tıp Fakültesi Patoloji AD’a gönderilen balgam ve bronş lavajı sitolo- jileri ile bronş biyopsileri saptandı, sitolojik tanı dağılımının yanı sıra, malign akciğer sitolojileri ve biyopsileri karşılaştırıldı. İncelenen 1140 balgam sitoloji materyalinin %8.7’si malign tanı almıştı. Tek balgamlı hastalarda malign tanı oranı %2.2, multipl balgamlılarda ise %18.1 idi. 283 bronş lavajı materyalinin %8.6’sı malign tanı almıştı. Tek lavajlı hastalarda malign tanı oranı %6.8, multipl lavajlılarda ise %24.2 idi. Balgam ile malign tanı alan ve biyopsi ile tanı konulamayan hasta sayısı 31, aynı şekilde lavaj tanısı malign olan ise 10 kişi idi. Her üç materyali olan biyopsi ile malign tanı alan 63 hastanın, 41 inde sitolojik tanılar negatifti. Bu hastalarda balgam ve bronş lavajı birlikte değerlendirildiğinde pozitif tanı oranı %34.9, tek başına balgam ile pozitif tanı oranı %30.2, tek başına bronş lavajı ile pozitif tanı oranı ise %17.5 idi. malignite düşünülerek gönderilen 185 hastaya ait materyalde ise, biyopsi ile %62.7, balgam ile %29.8, lavaj ile %11.4 ve üçü birlikte %84.9’luk bir pozitiflik vardı. Sonuç: Balgam tekrarı pozitif tanı oranını sekiz katına, bronş lavajları ise 3.5 katına çıkarmaktadır. Malign ön tamlı olgularda her üç yöntemin birlikteliği ile pozitif tanı oranındaki artış, istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Biyopsinin yetersiz olduğu durumlarda balgam ve bronş lavajının tanısal önemi daha da artmaktadır.
The aim of this study was to evaluate the cytologic and histopathologic results of sputum, bronchial lavage fluid, and biopsy materials and to compare their diagnostic Utilities especially in the patiets with malignity. Sputum and bronchial lavage cytologies and bronchial biopsies send to the pathology department of medical faculty between January 1996 and December 2000 were reevaluated by archive scanning. Malign lung cytologies and biopsies were compared with each other, as well as diagnostic distribution of cytology. Of the 1140 sputum cytology mate rial, 8.7% had malignant diagnosis. For the patient having single sputum specimen, the rate of malign diagnosis was 2.2%, and for those multipl sputum specimens 18.1%>. Of the 283 bronchial lavage material, 8.6% had malig nant diagnosis. The rates of malignant diagnosis were 6.8% and 24.2% for the patient having single lavage spec imen and multipl specimens respectively. The number of the patient with negative malignity for biopsy and posi tive malignity for sputum was 31 and similaly lavage positive and biopsy negative was 10. Cytologic diagnoses were negative in 41 of the 63 patients who having both each material (sputum, lavage biopsy) and diagnosed with biopsies. İn this patients when sputum and bronchial lavage are evaluated with together the rate of positive diag nosis was 34.9°/o, for sputum it self 30.2%> and for bronchial lavage 17.5%>. İn the 185 patient considered to have malignity positive results were obtained in the rates of 62.7%, 29.8%, 11.49% and 84.9% for biopsy, sputum, lavage and ali, respectively. As conclusion, repeated sputum cytologies increases the rate of positive diagnosis as much as 8 times, and bronchial lavage 3.5 times. Positive diagnoses will significantly increases if three diagnos tic methods are evaluated with together (p<0.001). İn the case of biopsy failure, the diagnostic importance sputum and bronchial lavage is further increasing.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Sinüzitli Olguların Sinüs Aspirasyon Örneklerinden İzole Edilen Mikroorganizmalar
Ömür Ertuğrul, Bülent Baysal, Duygu Fındık, Kayhan Öztürk
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Sinüzitli Olguların Sinüs Aspirasyon Örneklerinden İzole Edilen Mikroorganizmalar
MIcroorganIsms Isolated From SInüs AspIratIon SpecImens Of Cases WIth ChronIc SInusItIs
Kronik sinüzit tamlı 21 hastanın sinüs aspirasyonu ve sinüs lavajı ile elde edilen örnekleri mikrobiyolojik olarak incelendi. Toplam 10 (%47.6) hastada 15 mikroorganizma etken olarak belirlendi. 5 Hastada infeksiyon etkeni olarak tek tip mikroorganizma ürerken, diğer 5 hastada infeksiyon etkeni olarak iki farklı mikroorganizma üredi. İzole edilen mikroorganizmaların 117 aerop bakteri, 2 ’si maya mantarı, 1 ’i anaerop bakteri idi. Üreyen aerop bakteriler; alfa hemolitik Streptokok, Neisseria spp., Difteroid basil, Streptococcus pneumoniae, koagulaz negatif Stafilokok, Enterobacter cloacae, Proteus mirabilis; mayalar ise Candida albicans olarak tanımlandı.
Specimens obtained with sinüs aspiration from 21 patients with chronic sinusitis were microbiologically examined. Fifteen microorganisms from 10 (47.6%) patients were isolated as causative agents. From the samples of five patients only one type of microorganism isolated but from the samples of the other patients 2 different types of microorganisms isolated. 12 Of the microorganisms isolated were identified aerobes, 2 of them as yeasts and one of them anaerobe. Bacterias were İdentified as alpha hemolytic Streptococcus, Neisseria spp., Diphteroid rod, Streptococcus pneumoniae, coagulase negative Staphylococcus, Enterobacter cloacae, Proteus mirabilis and fungus were Candida albicans.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tiroid Ameliyatlarında Nervus Laryngeus Rekurrens Ve Dığer Tiroidektomi Komplikasyonları
Şükrü Bülent Özer, Şakir Tavlı, Mikdat Bozer, Adnan Kaynak
Araştırma makalesi
Özeti
Tiroid Ameliyatlarında Nervus Laryngeus Rekurrens Ve Dığer Tiroidektomi Komplikasyonları
The Recurrent Laryngeal Nerve In ThyroId O PeratIons And Other ComplIcatIons Of ThyroIdectomy
Bu makalede tiroid ameliyat: yapılan ve 621'i kadın, 71'i erkek olan 692 vakabildirilmiştir. Hasta-ların 19 unda nodül çıkarılması, 532'sinde subtotal çıkarma (157 bir taraflı 375 iki taraflı), 141'inde to-tal çıkarma (30 bir taraflı, 96 bir taraf tela! + karşıtaraf subtotal, 15 iki taraflı) uygulanmıştır. Postoperatif mortalite oranı %0.0 dır. 692 hastanın 292'sinde 508 sinir disseksiyonu yapılmış ve 276 kez nervus laringeus recurrens ve ar-teria tiroidea inferior ilişkisi ortaya konmuştur. Sinir-arter disseksiyonu yapılan 292 hastanın sa-dece birinde geçici hipoparatiroldizm görülmüştür. Zorunlu olmadıkça inferior tiroid arterin trunkusu iki taraflı baglanmamalı, arterin dalları paratiroidlerin ilerisinde baglanırsa karşı tarafta baglanmamasına dikkat edilmelidir.
In this article, 692 patients in whom thyroid op-erations were made have been reported. Of these cas-es, 621 were female and 71 mal e. Enucleation was petformed in 19 patients, subtotal excision in 532 cases (157 unilateral, 375 bilateral) and total exci-sion in 141 patients (30 unilateral, 96 total on one side+subtotal on the other side, 15 bilateral). The postoperative mortality rate was %0.0. 508 nerve dissections were carried out in 292 of 692 pa-tients and the relations of the recurrent laryngeal nerves to the inferior thyroid arteries were found in 276 dissection. Only one transient hypoparatiroidism was found in one of 292 patients in whom nerve and artery dis-section were peıformed. Bilateral ligation of the trunk of the inferior thy-roid artery must not be carried out ıf it is not neces-sary, the branches of this vessel should be ligated be-yond the parathyroid glands. If the trunk of the artery is ligated on one side for hemorrhage atention is paid not to ligate it on the other side.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Transarteriyel Kemoembolizasyon Öncesi Hepatik Arteriyel Değerlendirmede Çok Kesitli Bt’nin Yeri
Mustafa Koplay, İhsan Yüce, Mecit Kantarcı
Olgu sunumu
Özeti
Transarteriyel Kemoembolizasyon Öncesi Hepatik Arteriyel Değerlendirmede Çok Kesitli Bt’nin Yeri
MultIdedector Ct In Evaluate Of HepatIc Artery Before The TransarterIal ChemoembolIzatIon
Son yıllarda, karaciğer transplantasyonu ve transarteriyel kemoembolizasyon planlanan olgularda hepatik arteriyel varyasyonların değerlendirilmesi oldukça önem kazanmıştır. Hepatik arteriyel anatominin değerlendirilmesinde birçok yöntem kullanılmaktadır. Bu yazımızda transarteriyel kemoembolizasyon planlanan bir olguda, nadir görülen sol hepatik arterden ayrılan gastroduedenal arter varyasyonunun çok kesitli bilgisayarlı tomografi anjiyografi bulgularını tanımladık.
Recently, evaluation of hepatic artery variations has become quite important in cases planned transarterial chemoembolization and liver transplantation. To evaluate hepatic artery anatomy can be used multiple diagnostic methods. In this article, we described multidedector computed tomography angiography findings of a rare variation of gastroduodenal artery, which is originated from left hepatic artery in a case planned transarterial chemoembolization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
Gülay Turan, Akın Usta
Araştırma makalesi
Özeti
Endometrial Karsinom Tanısında Papanicolaou Testinin Rolü
The Role Of PapanIcolaou Test In The DIagnosIs Of EndometrIal CarcInoma
Amaç:
Pap smear testi, serviks kanseri ve öncü lezyonlarını taramak için en sık kullanılan ve etkili bir tarama yöntemidir. Endometrial karsinomların tanısında Pap smear testinin kullanımı ile ilgili çok az çalışma vardır.
Biz bu çalışmada endometrial karsinom tanısı almış hastaların Pap smearlerinde atipik endometrial hücrelerin bulunma oranını ve klinikopatolojik parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2015-Eylül 2017 yılları arasında endometrial karsinom tanısı konulmuş ve aynı zamanda Pap smear örneklemesi yapılmış hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Endometrial karsinom olgularının histolojik tip, nükleer derece ve Pap smear sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen endometrial karsinom tanısı konulmuş 97 hastanın 59’una aynı zamanda smear örneklemesi yapılmıştı. Smear örneklemesi yapılan hastaların yaşları 42-82 yaş aralığındaydı (ortalama57,43±9,08). Hastaların menopoz durumu değerlendirildiğinde 12’si (%20.3) premenopozal ve 47’si (%79.7) postmenopozal durumdaydı. En sık görülen histolojik tip endometrioid olup 51 hastada izlendi (%86.4). 6 hastada seröz (%10), 1 hastada şeffaf hücreli (%1.8) ve 1 hastada müsinöz karsinom (%1.8) mevcuttu. Pap smear sonucu 24 hastada atipik iken (%40.7), 35 hastada normaldi (%59.3). Nükleer derece değerlendirildiğinde 24 hastada derece 1 (%40.7), 25 hastada derece 2 (%42.3), 10 hastada derece 3’tü (%17). Tümör derecesi arttıkça Pap smearlerde atipik endometrial hücre görülme oranı artmaktaydı.
Sonuç: Endometrial karsinomlarda pap smear de atipik hücre saptama oranlarının azımsanmayacak kadar yüksek olduğu görüldü. Nonendometrioid ve yüksek dereceli karsinomlarda atipik hücre görülme oranları daha fazlaydı.
Objective: Pap smear test is a commonly used and effective screening method in detection of cervical cancer and its precursor lesions. There is a very limited number of studies on use of Pap smears in diagnosis of the endometrial carcinomas. We have aimed to investigate the incidence rate of atypical endometrial cells in Pap smears of the patients diagnosed with endometrial carcinoma and the correlation between these cells and clinicopathological parameters.
Material and methods: In this study, patients who were diagnosed with endometrial carcinoma and who had smear sampling between January 2015 and September 2017 were examined retrospectively. Histological type, nuclear grade and Pap smear results of endometrial carcinoma cases were evaluated.
Results: Pap smear sampling was concurrently performed in 59 of the 97 patients diagnosed with endometrial carcinoma. The ages of the patients who underwent smear sampling ranged between 42 and 82 years (mean 57.43±9.08 years). The menopausal status evaluation of the women revealed that 12 (20.3%) and 47 (79.7%) patients were premenopausal and postmenopausal, respectively. Endometrioid type carcinoma was encountered in 51 (86.4%) patients as the most commonly found histological type. Serous, clear cell and mucinous carcinomas were determined in 6 (10%), 1 (1.8%) and 1 (1.8%) patients, respectively. The results of Pap smear tests were atypical in 24 (40.7%) patients whereas normal results were obtained in 35 (59.3%) patients. Nuclear grade assessment of the carcinomas showed that grade 1, grade 2 and grade 3 carcinomas were discovered in 24 (40.7%), 25 (42.3%) and 10 (17%) patients, respectively. The rate of the atypical endometrial cells encountered by Pap smears has increased as grade of the tumors increased.
Conclusion: We have concluded that the detection rate of atypical cells by Pap smear in endometrial carcinomas is considerably high. The incidence of atypical cells is higher in nonendometrioid and high-grade carcinomas.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Jinekolojik Pelvik Patolojilerde Us Ve Bt Nin Tanı Değerı
Saim Açıkgözoğlu, Kemal Ödev, Oktay Işık
Araştırma makalesi
Özeti
Jinekolojik Pelvik Patolojilerde Us Ve Bt Nin Tanı Değerı
The DIagnostIc Values Of Us And Ct In GynecologIcal PelvIc PathologIes
Pelvik kitle tanısı ile pelvik ultrasonografi (US) yapılan olgulardan 41'inde hastaya US ile pelvik patoloji tanısı konuldu. Bu olgulara pelvik bilgisayarlı tomografik (BT) inceleme yapılarak US ve BT nin bulgu ve tanılarını literatür ışığında tanıştık.
Definitive diagnosis was made on 41 female patienıs diagnosed to suffer from pelvic ınassa and subjected to US. CT examination of these cases were ıncıde and the US CT findings obtained discussed lin the light of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Talamik Kanamada Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
Betigül Yürüten, Zehra Akpınar
Araştırma makalesi
Özeti
Talamik Kanamada Göz Kırpma Refleksi Değişiklikleri
BlInk Reflex Changes In ThalamIc Hemorrhage.
Supraorbital sinirin elektrikle uyarımı aynı tarafta erken R1 ve bilateral geç R2 cevaplarını doğurur (R1,R2k). R1’in santral yolağının pons olduğu bilinmektedir; ancak R2'nin santral yolağı tam olarak anlaşılamamıştır. Uyarının, karşı taraf talamus ve/veya kodekse çıkarak aşağıya, bilateral fasial çekirdeklere projeksiyonu ile geç cevapların odaya çıktığı düşünülmektedir. Bu çalışmada 12 normal, 13 talamik kanamalı hastada göz kırpma refleksi elektrofizyolojik olarak değerlendirildi. R1 latansı her iki taraftan uyarım ile normaldi. Ancak kanamanın karşı tarafından (paretik taraf) uyarım ile elde edilen direkt (R2) ve konsensuel (R2k) cevapların latansları, kanama tarafı uyarımı ile ve normallerdeki cevaplarla karşılaştırıldığında uzun bulundu. Bu bulgular refleksin ikinci komponentinin santral yolağının talamus olduğunu göstermekten çok bu komponent üzerine talamusun modulatör etkisi olduğunu düşündürdü.
Electrical stimulation of the supraorbital nerve on one side evokes early reflex contraction of the orbicularis oculi muscle ipsilaterally (R1) and late reflexes bilaterally (direct-R2 and consensual-R2c). The Central pathway of the R1 may conduct through the pons but the exact Central pathvvay of the R2 is not entirely understood. İt has been presumed that the stimulus goes up to the opposite thalamus and/or cortex, than project down to bilateral facial nuclei. İn this study, the blink reflex was investigated in 13 patients with thalamic hemorrhage and in 12 normal subjects. R1 was normal on both side stimulation but R2 and R2c obtained by stimulation on the paretic side slo- wer in latency compared with responses of the non paretic side and the values of the normal subjects. İt is pre sumed that the thalamus may modulate the second component of the blink reflex.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tavşan Aortunda Endotele Bağlı Gevşemede Kalsiyum (ca++) Ve Magnezyum (mg++) İyonlarının Rolü
Kısmet Esra Nurullahoğlu Atalık, Ekrem Çiçek, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Tavşan Aortunda Endotele Bağlı Gevşemede Kalsiyum (ca++) Ve Magnezyum (mg++) İyonlarının Rolü
The Role Of CalcIum (ca++) And MagnesIurn (mg++) Lons On The EndothetIum-Dependent RelaxatIon Of RabbIt Aorta
Tavşan aortunda yapılan bu in vitro çalışmada, endotelli ve endotelsiz dokuda, noradrenalin (NA)'e bağlı kasılmalar üzerine kürnülatif konsantrasyonda uygulanan asetilkolin (ACh) cevaplarının ortamdaki Ca++ ve Mg++ iyonlarına ne ölçüde bağımlı olduğu araştırıldı. Endoteli sağlam dokuda Ca++ 7u ve Mg++1u ortamda uygulanan ACh, 10-9M NAte bağlı kasılmaları büyük ölçüde inhibe etli. Besleyici sıvıdaki bu iyonların, yarıya indirilmesi ile söz konusu inhibisyon anlamlı ölçüde azaldı. Her iki iyonun ortamdan uzaklaştırılması ile inhibisyon görülmedi. Endotelsiz dokuda ise, ACh ilavesi NA'e bağlı kasılrnaları her üç ortamda da anlamlı ölçüde artırdı. Bulgular, tavşan aortunda NA'e bağlı kastimaların ACh tarafından inhibe edilebilmesi için endotelin sağlam olmasının gerektiğini göstermiştir. Ayrıca endoteli sağlam dokuda da ACh'in gevşeme yapabilmesi için ortamda Ca++ ve Mg++ iyonlarının gerektiği ortaya konmuştur.
In this in vitro study it was investigated how much the ACh responses, which obtained after NA contractions in rabb it thorasic aorta preparations with endothelium or withouz endothelium, depends on the concentrations of Ca++ and Mg++ ions in the medium. in peraparation with intact endothelium, Ach inhibited the contractile effect of 10-9M NA on a large scala. When these ions' concentrations were reduced to halt, this inhibition decreased significantly. In Ca+ +-free er Mg++-free solution there was no inhibition. However, in preparations without endothelium and in also three mediurn, addition of ACh increased the contractile response to NA, significantly. The results suggest that there must be an intact endothelium in rabbit aorta for inhibition of . NA-mediated contractions, by ACh. Furthermore, iris demonstrated that, also preparations wıttz intact endothelium Ca++ and Mg++ ions are necessary for relaxation by ACh.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kasık Fıtığı Ameliyatlarında Lokal Anestezinin Yeri
Hüsnü Alptekin
Araştırma makalesi
Özeti
Kasık Fıtığı Ameliyatlarında Lokal Anestezinin Yeri
Local AnesthesIa Usage At InguInal HernIa RepaIr
Amaç: Kasık fıtığı ameliyatlarının lokal anestezi altında yapılmasının olguların hastanede kalma süreleri, postoperatif ağrı skorları ve gelişen komplikasyonlar üzerindeki etkilerini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Ekim 2000-Aralık 2005 tarihlerinde tek taraşı kasık fıtığı nedeniyle lokal ve genel anestezi ile ameliyat edilen tek taraşı kasık fıtığı olan 193 hastada gerçekleştirilmiştir. Lokal anestezik madde olarak 0.5 cc/kg %1’lik prilokain solüsyonu kullanıldı. Genel anestezi için thiopentone sodium (6 mgr/kg), sucsinilycholine chloride (1 mgr/kg), atracurium besylate (0.4 mgr/kg), isoşurane kombinasyonu kullanıldı. Postoperatif dönemde analjezi, diklofenak sodyum (75 mgrx2/gün i.m.) kullanılarak sağlandı. Olgularda kullanılan anestezi yöntemi ile hastanede kalış süresi, postoperatif dönemde hissedilen ağrı, postoperatif komplikasyonlar ve hasta memnuniyeti arasındaki ilişki araştırıldı. Elde edilen sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: 193 hastanın %81.87’si lokal anestezi, %18.13’ü genel anestezi altında ameliyat edildi. Lokal anestezi ile ameliyat edilen hastaların %69.7’si postoperatif birinci günde taburcu edilirken, genel anestezi ile ameliyat edilen hastaların ancak %20’si postoperatif ikinci günde taburcu edilebildi. Postoperatif 6. saatteki ağrı skoru ortalaması lokal anestezi ile ameliyat edilen hasta grubunda 2.82±0.93 iken, bu skor genel anestezi ile ameliyat edilen grupta 6.62±1.57 olarak bulundu (p<0.05). Genel anestezi ile ameliyat edilen grupta, postoperatif dönemde üriner retansiyon ve bulantı gibi komplikasyonlar daha sık görüldü. Sonuç: Kasık fıtığı onarımlarının, kolaylıkla uygulanabilen lokal anestezi altında yapılması; hastanede kalış süresini kısaltmakta, postoperatif dönemde daha az ağrı hissedilmesini sağlamakta ve üriner retansiyon ve bulantı gibi komplikasyonları azaltmaktadır.
Aim: We aimed to investigate probable effects of inguinal hernia repairing under local anesthesia on duration of hospital stay, postoperative complications and pain. Material and Method: This prospective study was conducted between October 2000 and December 2005. In 193 patients with unilateral inguinal hernia. Prilocain 1% solution was used as local anesthetic maretial. Thiopentone sodium (6 mg/kg), sucsinilycholine chloride (1 mg/kg), atracurium besylate (0.4 mg/kg), isoflurane olumcombination was used for general anesthesia. Analgesia was obtained with diclofenac sodium (75 mg x 2 per day) in postoperative period. The length of hospital stay, postoperative pain, postoperative complications, satisfaction were recorded and relation between used anesthesia method was investigated. The results obtained were compared. Results: A total 193 patients were operated under general or local anesthesia (respectively 18.13%-81.87%). Sixty-nine point seven percent of patients were discharged postoperative first day in operated under local anesthesia group but only 20% of patients were discharged postoperative second day in operated under general anesthesia group. Postoperative pain scores at sixth hour was 2.82±0.93 in local anesthesia group and 6.62±1.57 in general anesthesia group (p<0.05). In the group oparetod under general anesthesia, the postoperative complicaties such as urinery retantion and nausea were recorded more often. Conclusion: Inguinal hernia repairment under local anesthesia is suitable with less length of hospital stay, reduced postoperative pain scor and less complications such as urinary retantion and nausea.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölsan Çaöındaki Alışkanlıklar Ve Bunların Önlenmesı
İbrahim Erkul, Sevim Karaarslan, Ümran Çalışkan, Dursun Odabaş, Sadettin Açar, Gülay Reis, Fatih Toksöz, Ruhuşen Kutlu, Abdurrahman Üner
Araştırma makalesi
Özeti
Adölsan Çaöındaki Alışkanlıklar Ve Bunların Önlenmesı
AddIctIons DurIng Adolescence And The PreventIon Of Them
Araştırmamızın yapıldığı Konya Endüstri Meslek Lisesinde okuyan 1030 öğrenci arasında sigara içme alışkanlığı %22.04, içki alışkanlığı %0.68 ve uyuşturucu kullanma alışkanlığı %0.097 olarak bulunmuştur. Okulda okuyan öğrenciler arasındaki sigara alışkanlığı nisbeti Türkiye'nin diğer illerinde yapılan benzer çalışmalardaki sonuçlara uygunluk göstermiştir. Gerek öğrenciler ve gerekse babaları arasında içki içme alışkanlığı oranı diğer illerden elde edilen değerlerden düşük bulunmuştur. Ebeveynleri arasında sigara ve içki alışkanlığı bulunan çocuklar arasında sigara ve içki alışkanlığına istatistiki olarak anlamlı bir şekilde daha fazla rastlandığı gösterilmiştir.
Among 1030 students studying at Konya Industrial Vocational High School where our study was conducted, smoking habit was 22.04%, drinking habit 0.68% and drug use habit 0.097%. relatively smoking habits among students studying at the school showed compliance with the results of similar studies in other provinces of Turkey. The rate of drinking habit among both students and their fathers was found to be lower than the values obtained from other provinces. It has been shown that among children whose parents have smoking and drinking habits, there is a statistically significant higher rate of smoking and drinking.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuklarda Yüzme Egzersizinin Bazı Solunun Parametrelerine Etkisi
Abdulkerim Kasım Baltacı, Neyhan Ergene, Yıldız Divanlı, Hüseyin Uysal, Gülden Gedikoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuklarda Yüzme Egzersizinin Bazı Solunun Parametrelerine Etkisi
The Effects Of SwImmIng ExercIse On Some RespIratory Parameters On ChIldren
Bu araştırmada, çocuklarda yüzme egzersizinin bazı solunum parametreleri üzerine olan etkilerinin ortaya konulması amaçlandı. Çalışma, Konya Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'nün kapalı yüzme havuzunda, yaz yüzme kursuna katılan 6-14 yaş grubu çocuklar üzerinde gerçekleştirildi. Deney ve kontrol gruplarını oluşturan çocukların 6 haftalık yüzme egzersizinin başlangıç ve bitiminde olmak üzere solunum parametreleri spirometrede tayin edilerek, aradaki farklılığın mukayesesi yapıldı. Literatür bulgularla da paralellik gösteren bu çalışmanın neticesinde, çocuklarda yüzme egzersizinin bazı solunum parametreleri üzerine arttırıcı etkisinin olduğu kanaatine varıldı.
In this study the effect of swirn training on respiratory parameters, was investigated. The study was performed on the 6 to 14 years old children who were auending the swim training course in the siwimming pool of Konya. Respiratory parameters were tneasured al the beginning and the end of 6 weeks course and values were compared with each other. Consequently swirn training seemed to had increasing effect on the respiratory parameters. Results obtained in this study were comparable with previous experitnents
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pankreas Yaralanmaları
Rahmi Kaya, Adnan Özpek, İsmail Kabak, Süleyman Kalcan, Koray Koşmaz, Orhan Alimoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Pankreas Yaralanmaları
PancreatIc InjurIes
Bu çalışmada kliniğimizde künt travmaya bağlı gelişen pankreas
yaralanmalı olgularımızın tedavi ve takip sonuçlarını irdelemeyi
amaçladık. Pankreas yaralanmalarının büyük kısmı eksternal
drenajla tedavi edilebilen düşük dereceli yaralanmalardır. Pankreas
yaralanmalarının teşhisinde, Bilgisayarlı Tomografi %80 lik tanı
hassasiyetiyle en iyi yöntemdir. Pankreas yaralanmalarında, ana
pankreatik kanalın hasarlanmış olması mortalite ve morbiditeyi
artırmaktadır. Bu makalede, Nisan 2009 ve Aralık 2011 tarihleri
arasında kliniğimize yatırarak tedavi ettiğimiz künt travmaya bağlı
izole pankreas yaralanması bulunan ve hemodinamileri stabil 4 hasta
analiz edildi. Hastaların 3’ü erkek, 1’i kadın, yaş ortalaması 22 (17-
28) idi. Bunların 2’si opere edilirken, 2 hastaya non-operatif takip ve
tedavi uygulandı. Opere edilen hastalarda pankreas fistülü gelişirken,
non-operatif takip edilen hastalar herhangi bir komplikasyon
gelişmeden taburcu edildiler. Eksternal drenaj ve konservatif tedavi
düşük grade pankreas yaralanmalarında etkin tedavi yöntemleridir.
Most pancreatic injuries are minor and can be treated by external
drainage. CT represents the best noninvasive diagnostic method for
the detection of pancreatic injury, with sensitivity and accuracy of
at least 80%. Morbidity and mortality rates for isolated pancreatic
trauma are directly related to the presence of damage at the
pancreatic duct. This article is based on 4 patients who have applied
to our Department of General Surgery in Ümraniye Training and
Research Hospital between April 2009 and December 2011. Three of
the patients were men, and one of them was woman. The average age
of the patients was 22 (17-28). Two of them have undergone surgery
and drainage. Two patients have been treated with conservative
treatment. Pancreatic fistula was seen in two patients. External
drainage and conservative treatment are effective treatments for the
low grade pancreatic injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrakranial Anevrizmalarda Bt Ve Anjiografi İncelemelerinin Etkinliği
Serdar Karaköse, Aydın Karabacakoğlu, Yalçın Kocaoğulları, Mehmet Erkan Üstün, Kemal Ödev
Araştırma makalesi
Özeti
İntrakranial Anevrizmalarda Bt Ve Anjiografi İncelemelerinin Etkinliği
The DIagnostIc Value Of Ct And AngIography In IntracranIal Aneurysms
Subaraknoid kanamaların etyolojisinin tesbitinde çeşitli inceleme yöntemleri rutin olarak kullanılmaktadır. Bil gisayarlı tomografi (BT) subaraknoid kanama, intrakranial hematom ve intraventriküler kanamayı iyi demostre edebilmekle birlikte küçük anevrizmaların ve tromboze anevrizmaların tanımlanmasında yetersiz kalabilmektedir. Anjiografi ise invaziv bir yöntem olmakla beraber anevrizmaların saptanmasında ve cerrahi stratejinin be lirlenmesinde başarılı sonuçların alındığı bir inceleme yöntemidir. Akut nörolojik bulguları nedeniyle başvuran; BT ve anjiografik incelemeleri yapılan, anjiografide intrakranial anevrizması saptanan, 45’i erkek 53’ü kadın 98 hasta çalışma kapsamına alındı. 98 hastanın 96’sında (% 97.9) intrakranial kanama saptanırken, 98 hastadaki 103 anev rizma olgusunun ancak 24’ünde (% 23.3) BT incelemede anevrizma görüldü. BT incelemesinde intrakranial ka nama saptanan hastalarda cerrahi stratejinin belirlenmesi ve anevrizmaların ayrıntılı olarak değerlendirilmesi açısından anjiografik incelemenin yapılması gerektiği kanısındayız.
n determination the ethiology of subarachnoid haemorrhage some radiological diagnostic methods are used. Su- barachnoid haemorrhage, intracranial haemotoma and intravetricular bleeding can be correctly detected by com- puted tomography (CT), but in demostration of small aneurysm or trombosed aneurysm CT can be insufficient. Angiography which is an invasive examination also effective in the diagnosis of intracranial aneurysms and de termination of surgical strategy. 98 patients (45 M, 53 F) who have been admitted the hospital because of their acute neurological findings have intracranial aneurysms which were shown by angiography. Ali of these patients have been examined by CT also before angiography. 96 of 98 patients (97.9%) had subarachnoid haemorrhage and in 98 patients there were 103 aneurysms. Only 24 of 103 (23.3%) aneurysms were shown by CT exa- mination. We think that in patients with intracranial haemorrhage which are shown by CT examination, con- ventional angiography or digital substraction angiography remains the gold standart for detailed aneurysms de- tection and also for surgical planning.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
Sinan Kızılkaya, Aybars Tavlan, Gülçin Hacıbeyoğlu, Şule Arıcan, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
Elektif Sezaryende Kullanılan Anestezi Yönteminin Ağrı Anksiyete Ve Hasta Memnuniyeti Üzerine Etkisi
The Effect Of AnaesthetIc Method Used In The ElectIve Cesarean SectIon On PaIn, AnxIety And PatIent SatIsfactIon
Amaç:Çalışmada, primer olarak elektif sezaryen operasyonlarında seçilen anestezi yönteminin anksiyete, hasta memnuniyeti ve ağrı düzeyine etkisinin araştırılması sekonder olarak da hizmet kalitesi hakkında bilgi edinmek amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışma; Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda, Haziran 2017-Ağustos 2017 tarihleri arasında, Genel Anestezi (GA) veya Spinal Anestezi (SA) ile elektif sezaryen planlanan 18-45 yaş arasında 160 gönüllüde prospektifanket uygulaması şeklinde gerçekleştirildi. Hastaların yaşı, yaşadığı yer, eğitim düzeyi, çocuk sayısı gibi demografik verileri ve sezaryen deneyimleri kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde anksiyete düzeyleri DurumlulukAnksiyete Ölçeği (STAI-D) anketi ile, ağrı düzeyleri postoperatif6 ve 24. saatteVizüel Analog Skala(VAS) skorları ile, memnuniyet düzeyleri ise postoperatif 24. saatte Memnuniyet-Derlenme Kalitesi Ölçeği (Quality of Recovery: QoR 40 T) anketi ile değerlendirildi.
Bulgular:Hastaların preoperatif ve postoperatif dönemdeki anksiyete skorları ile demografik verileri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Daha önce sezaryen deneyimi olan hastaların preoperatifanksiyete düzeyi daha düşüktü (p<0,05). GA ve SA gruplarındaki STAI-D skorları ve anksiyetesi olan hasta sayıları benzerdi (p>0,05).Her iki grupta dapostoperatifanksiyete düzeyleri preoperatif döneme göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). SA uygulanan grubun 6. ve 24. saat VAS değerleri, GA uygulanan gruba göre anlamlı derecede yüksekti(p<0,05). SA uygulanan grubun 24. saat VAS değerleri 6. saat VAS değerlerinden yüksekti (p<0,05). GA uygulanan grupta ise 24. saat VAS değerleri 6. Saat VAS değerlerinden düşüktü (p<0,05). Postoperatif dönemde genel anestezi ve spinal anestezideki memnuniyet düzeyleri benzerdi (p>0,05). Baş ağrısı şikayetiSA grubunda, boğaz ağrısı şikayeti GA grubunda yüksekti(p<0,05). Anksiyete düzeyi, VAS değerleri ve memnuniyet düzeyi arasında korelasyon yok iken (p>0,05), her iki grupta da VAS değerleri ile memnuniyet anketinin alt grubu olan ağrı parametrelerinde ise negatif yönlü korelasyon saptandı (p<0,05).
Sonuç:Elektif sezaryen operasyonlarında tercih edilen anestezi yönteminin anksiyete ve memnuniyet üzerine etkisinin olmadığı ve postoperatif ağrı algoritmamızın gözden geçirilerek etkin analjezi sağlanmasıyla hasta memnuniyet düzeyi ve hizmet kalitesinin artırılacağı kanısına varıldı.
Aim: The aim of this study was to primarily investigate the effects of selected anesthesia method on anxiety, patient satisfaction and pain level in elective caesarean section, and secondarily obtain information about quality of service.
Materials and Methods: The study was carried out as a prospective questionnaire in the Department of Anaesthesiology and Reanimation the Meram Medical Faculty Hospital of Necmettin Erbakan University between June 2017 and August 2017, on 160 volunteers aged between 18 and 45 years for whom elective cesarean section under General Anesthesia (GA) or Spinal Anesthesia (SA) was planned. Demographic data of the patients such as age, place of residence, education level, number of children, and cesarean experiences were recorded. In the preoperative and postoperative period, anxiety levels were measured by State-Trait Anxiety Inventory (STAI-D), pain levels were measured by Visual Analog Scale (VAS) scores and satisfaction levels were evaluated at postoperative 6th and 24th hours by (Quality of Recovery: QoR 40 T) questionnaire.
Results: There was no statistically significant difference between the patients' preoperative and postoperative anxiety scores and demographic data (p> 0.05). Patients with previous cesarean experience had lower preoperative anxiety levels (p <0.05). The STAI-D scores and the numbers of patients with anxiety in the GA and SA groups were similar (p> 0.05).Postoperative anxiety levels were significantly lower in both groups than in the preoperative period (p <0.05). VAS values of the SA group at the 6th and 24th hours were significantly higher than the group treated with GA.(p<0.05). The 24th hour VAS values of the SA group were higher than the VAS values at the 6th hour (p <0.05). In the GA group, VAS values at 24th hour were lower than the VAS values at 6th hour (p <0.05). The satisfaction levels of general anesthesia and spinal anesthesia were similar in the postoperative period (p> 0.05). Complaint of headache was high in SA group while complaint of sore throat was high in GA group(p<0.05). While there was no correlation between anxiety level, VAS values and satisfaction level (p> 0.05), there was a negative correlation between VAS values and pain parameters, which are the subgroup of satisfaction questionnaire, in both groups (p <0.05).
Conclusion: It is concluded that the preferred anesthesia method in elective cesarean section has no effect on anxiety and satisfaction, and the patient satisfaction level and service quality will be improved by providing effective analgesia by reviewing our postoperative pain algorithm.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
Yavuz Atar, İlhan Topaloğlu, Abdullah Onur Göksel
Araştırma makalesi
Özeti
Tükrük Bezi Tümörleri: 110 Olgunun Histopatolojik Analizi
SalIvary Gland Tumors: HIstopathology AnalysIs Of 110 Cases
Tükrük bezi tümörü nedeniyle kliniğimizde ameliyat ettiğimiz olguların histopatolojik dağılımının ve özelliklerinin araştırılarak literatürdeki çalışmalarla karşılaştırması. Çalışmada 01.01.2000- 01.01.2007 tarihleri arasındaki yedi yıllık dönemde kliniğimizde ameliyat edilen 110 olgunun histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelendi. Olguların %51’i erkek, %49’u kadın, yaş ortalaması 44 idi. Tümörlerin, %82’i parotis bezinden, %13’ü submandibuler bezden, %5’i minör tükrük bezlerden gelişmekteydi. Parotis bezi tümörlerinin %80’u benign, %20’i malign, submandibüler bez tümörlerinin %80’i benign, %20’si malign, minör tükrük bezi tümörlerinin %50’si benign, %50’si malign yapıda olduğu saptandı. Literatürde histopatolojik tanımlamada ayrılıklar ve TBT oranları arasında anlamlı farklılıklar bulunmaktadır. Çalışmada, olguların histopatoloji raporları analiz edilerek literatür gözden geçirildi.
To investigate the characteristic findings and histopathologic evaluation of the patients underwent to operation due to salivary gland tumor in our clinic. In this study on seven years period and between 01.01.2000-01.01.2007 dates, 110 cases were evaluated histopathologically addmitted to our clinic retrospectively. Men %51 of the cases, %49 were women. The average age of the cases were 44 years old. Tumors were orginated from parotis glands %84, submandibuler glands %15, %1 minor glands. Tumors of parotis gland were %80 benign, %20 malignant, tumors of submandibular glands were %80 benign, %20 malignant, tumors of minor salivary glands were %50 benign, %50 were found to be malignant in nature. In this study, cases with salivary gland tumors analyzed by histopathologically and discussed with literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
Tülin Çora, Ayşegül Zamani, Mahmut Selman Yıldırım, Sennur Demirel
Olgu sunumu
Özeti
Bir Ailede Kromozom 9qh+ Segmentinin İnversiyonu
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sıçan Nasal Mast Hücrelerının Işım Mikroskopik Sevıyede Histolojik Metodlarla İncelenmesi
Aydan Canbilen, Refik Soylu
Araştırma makalesi
Özeti
Sıçan Nasal Mast Hücrelerının Işım Mikroskopik Sevıyede Histolojik Metodlarla İncelenmesi
LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of Nasal Mast Cells Of Rat UsIng HIstologIcal Methods
Bu çalışmada, sıçan nasal mast hücrelerinin moıfolojisi alsian mavisi- safranin 0 ve toluidin ma-visi boya rnetodları kullanılarak ışık mikroskopik se-viyede incelendi. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hay-vanları Laboratuvarından temin edilen 10 adet albi-no dişi ve erkek sıçan eterle bayıltıldı ve regio respiratoria rıasisdenfrontal kesilen alınarak Carnoy fiksatifinde oda ısısında üç gün bekletildi. Alkol ta-kibi yapılan. dokulardan 5 mikrometre kalınlığında kesitler alınarak alsian mavisi- safranin 0 ve tolui-din mavisi ile bovanarak incelendi. Yapılan çalışma sonunda, nasal mast hücreleri-nin mukozal ve bağ dokusu mast hücreleri olmak ü-zere iki alt grubunun olduğu, alsian mavisi -safranin 0 boyasının mukozal mast hücrelerini mavi, bağ do-kusu mast hücrelerini ise kırmızı ve kurnızımtrak-mavi renkte bovadığı, toluidin mavisinin ise bütün mast hücrelerini koyu menekşe mor bovadığı görül dü.
In this light microscopic study, morphology of nasal mast cells was investigated in rats using alcian blue- safranin 0 and toluidin blue staining methods. The investigation was performed on 10 mak and female albino rats which were obtained from the Ex-perimental Animal Laboratory of the Faculty of Me-dicine, Selçuk University. Rats were anestheti zed by ether and regio respiratoria nasi of rats were fron-tally excised. Tissues were fixed in Carnoy solution for three days at room temperature, dehydrated with absolute alcohol and embedded in paraffin. Five micrometer sections were cut from the paraffin blocks using rotary microtome and stained with al-cian blue-safranin 0 and toluidin blue solutions. In conclusion, this study revealed that there are two distinct mast cell population in the rat nose: mucosal most cells and connective tissue most cells. Mucosal mast cells stained blue with ağdan blue-safranin 0 solution while connective tissue mast cells stanied red and reddish- blue. Both mast cell popu-lations stained dark violet by toluidin blue solution.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğumsal Brakial Pleksus Paralizisinde Önkol Supinasyon Deformitesinin Restorasyon
Ömer Berköz, Erol Kozanoğlu, Safiye Özkan, Bora Edim Akalın, Türker Özkan
Araştırma makalesi
Özeti
Doğumsal Brakial Pleksus Paralizisinde Önkol Supinasyon Deformitesinin Restorasyon
RestoratIon Of Forearm SupInatIon DeformIty In BrachIal Plexus BIrth Palsy
Amaç: Doğumsal brakialpleksus paralizisi sonrası gelişen önkol supinasyondeformitesi, hem fonksiyonelliği
hem de görünümü olumsuz yönde etkileyen ciddi sekellerden biridir. Supinasyondeformitesinin erken
evrelerinin tedavisinde yumuşak doku girişimleri kullanılırken, geç dönemde kemik girişimlerine ihtiyaç
duyulur. Bu çalışmada farklı evrelerdeki önkol supinasyondeformitelerininrestorasyonu için kullanılan
yöntemler ve sonuçları incelenmiştir .
Hastalar ve Yöntem: Önkol supinasyondeformitesinin restorasyonu amacıyla opere edilen toplam 43
çocuk (ortalama yaş 8.2) çalışmaya dahil edildi.Bu hastalardan 18 tanesine yumuşak doku girişimleri,
25 tanesine kemik girişimleri uygulandı.Yumuşak doku girişimi olarak 14 hastada ise brakioradialis reroutingpronatoplasti,
4 hastada biseps re-routingprosedürü; kemik girişimleri olarak 10 hastada radius
rotasyon osteotomisi, 11 hastada radius başı eksizyonuve 9 hastadadistalradio-ulnarsinositoztercih
edildi. Tüm hastaların ameliyat öncesi ve sonrası aktif ve pasif önkol supinasyon ve pronasyon dereceleri
goniometrik olarak ölçüldü.
Bulgular: Brakioradialisreroutingpronatoplasti ve bicepsreroutingtekniği için ameliyat öncesi ve sonrası
ortalama aktif pronasyon açısı sırasıyla-32,8°’den 30,7°’ye ve -40°’den 42,5°’ye yükselmiştir. Radius
rotasyon osteotomisi, radius başı eksizyonuve distalradioulnarsinostozyapılan hastaların ameliyat öncesi
ve sonrası aktif pronasyon açıları sırasıyla; -70°’den -4°’ye, -53°’den 43°’ye, -80°’den-19°’ye ilerlemiştir .
Sonuç: Doğumsal brakialpleksus paralizisinin geç dönem önkol sekellerinden olan supinasyondeformitesinin
tedavisinde kullanılan gerek yumuşak doku gerekse de kemiğe yönelik palyatif cerrahi girişimler ile tatmin
edici düzeyde fonksiyonel ve postüral düzelme elde edilebilmekt edir.
Aim: Forearm supination deformity is a serious sequela of brachial plexus birth palsy(BPBP) that affects
both functionality and apperance. In the early phase, soft tissue procedures are preferred whereas bone
procedures are preferred in the late phase. In this study, the techniques of forearm supination deformity
restoration and their results were evaluated.
Patients and Methods: Forty three children (mean age of 8.2 years) were included in the study. Eighteen
patients had soft tissue procedures and 25 patients had bone procedures. For soft tissue procedures, 14
patients had bracioradialis re-routing pronatorplasty and 4 patients had biceps re-routing procedures. For
bone procedures, 10 patients had radius rotation osteotomies, 11 patients had radial head excisions and
9 patients had distal radio-ulnar synostosis. Preoperative and postoperative active and passive forearm
supination and pronation degrees were measured goniometrically .
Results: The mean preoperative and postoperative active pronation degrees for brachioradialis re-routing
pronatorplasty and biceps re-routing changed from -32.8° to 30.7° and from -40° to 42.5° respectively.
The mean preoperative and postoperative active pronation degrees for radius rotation osteotomy, radial
head excision and distal radio-ulnar synostosis changed from -70° to -4° and from -53° to 43° and -80°
to -19° respectively .
Conclusion: Satisfactory functional and postural improvements may be obtained with palliative surgeries
that involve either the soft tissue or the bone in the setting of forearm supination deformities that are late
sequelae of BPBP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplike Üriner Enfeksiyonlarda Sulbactam/cefoperazon'un Etkinliği
Şenol Ergüney, Ali Acar, Recai Gürbüz
Araştırma makalesi
Özeti
Komplike Üriner Enfeksiyonlarda Sulbactam/cefoperazon'un Etkinliği
EffectIveness Of Sulbactam / Cefoperazone In ComplIcated UrInary InfectIons
Altta yatan anatomik veya fonksiyonel bir üriner sistem patolojisine bağlı gelişen komplike üriner enfeksiyonu olan adult hastalarda sulbactam/cefoperazon'un etkinliği ve tolerabilitesi değerlendirildi. Rastgele seçilen 35 hastaya 10 gün 12 saatte bir 1 gr 1M/1V sulbactam/cefoperazon verildi. Hastalar klinik olarak değerlendirildi, tedavinin 4. günü ve tedavi kesildikten 10 ve 30 gün sonra idrar kültürleri alındı. Hastaların %79'unda küratif tedavi sağlandı. Sonuçlarımız, adult hastalarda komplike üriner enfeksiyon tedavisinde sulbaktam/cefoperazon'un etkin ve tolerabilitesi olan bir antibiyotik olduğunu gösterdi.
The efficacy and tolerability of sulbactam / cefoperazone was evaluated in adult patients with complicated urinary infections due to an underlying anatomical or functional urinary system pathology. Randomly selected 35 patients received 1 g of 1M / 1V sulbactam / cefoperazone every 10 days and 12 hours. Patients were evaluated clinically, and urine cultures were obtained on the 4th day of treatment and 10 and 30 days after cessation of treatment. Curative treatment was provided in 79% of the patients. Our results showed that sulbactam / cefoperazone is an effective and tolerable antibiotic in the treatment of complicated urinary infections in adult patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
Demet Kıreşi, Ganime Dilek Emlik, Olgun Kadir Arıbaş, Ahmet S. Poyraz, Kemal Ödev
Olgu sunumu
Özeti
Spontan Pnömotoraks İle Birlikte Epidural Pnömatozis
SpInal EpIdural PneumatosIs AssocIated WIth Spontaneous Pneumothora*
Spinal epidural hava nadiren spontan pnömotoraks ile birlikte görülebilir. Daha önceden hiçbir şikayeti olmayan, akciğer radyografisi ve bilgisayarlı tomografi ile pnömotoraks tesbit edilen olgunun spinal epidural alandaki hava odakları dikkat çekti. Bilgisayarlı tomografi ile görüntülenen bu bulgu literatür bilgileri ile birlikte tartışıldı.
Spinal epidural air associated with spontaneous pneumothorax is a rare condition. There was a pneumothorax in the patient had no history. Pneumothorax was demostrated chest X-ray and thorax CT. Moreover, CT showed also spinal air. This finding was discussed with literatüre
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
Yasemin Durduran, Lütfi Saltuk Demir, Mehmet Uyar, Hasan Küçükkendirci, Güllü Eren, Tahir Kemal Şahin
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Pandemi Sürecinde Toplumda Doğru Ve Yanlış Bilinenler
The Accurate And Inaccurate ConceptIons AcquIred By SocIety Throughout The Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu çalışmada; bir halk sağlığı problemi olarak ele alınan ve bulaş riski yüksek olan COVID-19 hastalığına ilişkin doğru ve yanlış bilinenleri tespit etmek amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma https://docs.google.com/forms adresinden online olarak Mayıs 2020 tarihinde gerçekleştirildi. Anket formu, sosyodemografik özellikler ve COVID-19 ile ilgili 40 sorudan oluşmaktadır. Çalışma sonrasında anket sorularına verilen cevaplar SPPS veri programına giriş yapılarak analiz edildi.
Bulgular: Araştırmaya katılan 580 kişinin 363’ü (% 62,6) kadındı. Katılımcıların ortanca yaşı 34,0 (18,0-77,0) idi. Anketi dolduranların 342'si (% 59,0) evli, 438'i (% 75,5) üniversite ve yüksek lisans mezunu idi. Araştırmaya dahil edilen bireylerin 497'si (%85,6) COVID-19 hakkında bilgi sahibi olmak için televizyon/haber kanallarını izlediklerini belirttiler. COVID-19 ile ilgili soruların çoğu katılımcılar tarafından doğru cevaplandı. En çok doğru yanıtlanan önerme oranı % 99,5 (577), en az doğru yanıtlanan önerme oranı %23,6 (137) idi. Önermelere verilen doğru yanıtlar açısından cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p <0.05).
Sonuç: Katılımcıların büyük çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili en az bir haber kaynağından yararlandığı belirlendi. Katılımcılar genellikle COVID-19 hakkında doğru bilgiye sahipti. Çoğunlukla yanlış bilinen konular hakkında toplumun farkındalığını artırmak için eğitim programları planlanabilir.
STUDY AIM: In this study, it was aimed to identify the accurate and inaccurate conceptions among the society on COVID-19 disease, which is considered as a public health problem and has a high risk of transmission.
METHODS: The research was performed online at https://docs.google.com/forms in May 2020. The questionnaire form was composed of 40 queries, which were on sociodemographic characteristics and COVID-19. Following the study, the answers obtained from the questionnaire were analyzed by inserting related data to the software of SPSS.
RESULTS: Of 580 participants involved in the study, 363 (62.6%) were female. The median age of the participants was 34.0 (18.0-77.0). Of the individuals who completed the questionnaire, 342 (59.0%) were married and 438 (75.5%) were university graduated and / or postgraduated. Of the individuals included in the study, 497 (85.6%) stated that they watched television / news channels to be informed about COVID-19. Most of the questions related to COVID-19 were answered accurately by the participants. The percentage of the premise, which was answered most accurately, was 577 (99.5%), whereas the lowest percentage of the accurately answered premise was 137 (23.6%). It was found that there was a statistically significant difference among the genders in terms of the percentage of accurate responses to the conceptions (p<0.05).
CONCLUSION: It was determined that the vast majority of the participants utilized from at least one news resource on COVID-19. Participants typically have accurate knowledge about COVID-19. Educational programs can be planned to enhance the awareness of the society about the conceptions, which were answered mostly inaccurately.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Kemal Balcı, Mehmet Gök, Bilge Çakır, Alaaddin Vural, Faruk Özer
Araştırma makalesi
Özeti
Yapay Pnomomediyastenli Bılgısayarlı Tomografı
Computed Tomograply WIth ArtIfIcIal Pne-UrnomedIastIznum.
1994 yilintn ilk 4 ayznda 15 inde retroksifoid, 5 inde transtrakeal yolla yapay pniimomediyasten (YP) yapnktan sonra mediyastenlerini bilgisayarlz tomografi (BT) ile inceledigimiz 20 olgu icinde il-ginc: giirdiigiimiiz iki akciger kanserli olgunun tak-dimini yaptyoruz. Bu iki olguda BT sonuclarzna gore turnorlerin operabl olup olmadtklarz hususunda te-reddiide du mu tiik. Birinci olguda YP li BT me-diyastende tumoral invazyonun olmadzginz giivenilir fekilde gosterdi. Ikinci olguda ise mediyasten in-vazyonunun indirekt helirtilerini ortaya koydu. Her iki olgudada yapilan torakotomi bu bulgulan dog-rulach. Sonuc olarak akciger kanserinde selektif va-kalarda YP ile komhine edilmi. BT nin operahilite tayininde yararlz olahilecegi kanzszna varildz.
In the first 4 months of 1994 we carried out, in 20 cases computed tomography (CT) after artificial pneumomediastinum (AP). In 15 cases for air in-sulation into the mediastinum was used the trans-tracheal route and in 5 cases retroxiphoid route. In this article aong them 2 cases with bronchial car-cinoma is presented because we could not reach a decision whether they were operable or not by cli-nical findings and available methods including CT. But, at the first case CT performed after AP proved clearly no tumoral invasion in the mediastinum, at the second case it showed indirect signs of the me-diastinal invasion. In both cases thoracotomy con-firmed these findings_ As a result, it can be put for-wad that in some cases with bronchial carcinoma CT combined AP may he useful to assess the pos-sibility or chirurgical intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hasta Kontrollü Analjeziye Ondansetron Veya Metoklopramid Eklenmesi
Remziye Gül, Nurettin Lüleci, Tuna Erniçler, Cüneyt Aksakal, Ahmet Tutan
Araştırma makalesi
Özeti
Hasta Kontrollü Analjeziye Ondansetron Veya Metoklopramid Eklenmesi
AddItIon Of Ondansetron Ot RnetoclopramIde To PatIent Controlled AnalgesIa
Bu çalışmada genel anestezi altında jinekolojik ameliyat veya laparoskopi yapılmış 60 kadın hasta rastgele 20şerlik üç gruba ayrılarak kendilerine ya sadece meperidin (plasebo)J veya meperidin + antlemetik kombinasyonu (1. ve Il. gruplar) ile hasta kontrollu analjezi uygulanmış, antiemetik olarak I. grupta ondansetron, Il. grupta metoklopramid kul-lanılmıştır. Meperidinin bolus dozları 20 mg, on-dansetron ve nıetoklopramidinkiler ise sırasıyla 0,5 ve 2,7 mg ve "lockout" 5 dakika olmak üzere ayar-lanmıştır_ Ameliyatta] sonraki ilk 24 saat zaıfinda kullanılmış olan otıdansetron dozlarmın 2,9 ± 0,9 mg ve nıetoklopramid dozlarının 14,5 ± 4,3 mg okhığu izlenmiştir (ortalama ve standart sapma). Antiemetik gruplarında hulantıdan şikayet eden hasta sayısının önemli derecede daha az olduğu (ondansetron grubtıncla P <0,01 ; metoklopramid grubunda p<0.05 plasebo ile karıştırma) sap-tannuştır. Hastalarda yan etkiler izlenmemiştir. Has-taların ifadelerine göre, hasta kontrollü analjezi ile antiemetiklerin kombinasyon U halinde daha mükemmel bir analjezi sağlanabildiği kanısma vaı-ilmıştir.
In this study, 60 women who had undergone gynecologic operations or laparo~ies ımder ge-neral anaesthesia allocated randonly into three groups (which had 20 patients each) ta receive patient-controlled analgesia with either meperidine combined 141th antiemetics (in group one with on-dansetron and group two with metoclopramide) m-meperidine alone (group 3-placebo). Bolus doses of meperidine 20 mg, and ondansetron 0,5 nig or me-toclopramide 2,7 mg ?vere used with a lockout time of 5 min. During the first 24 h after surgery the mean (range) dose of ondansetron in the on-dansetron group was 2,9 ± 0,9 nıg and me-toclopramide in the metoclopramide group 14,5 ± 4,3 mg. Signıficantly ftwer patients in ondansetron and mewclopramide groups had nausea (P<0,01 and 0,05 respectively). Side effects were not ob-served in any patient. Significantly More patient had the opinion that patient controlled analgesia had provided excellent analgesia when antiemetics were used.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
İsmail Öztok, Sadık Büyükbaş, Mehdi Yeksan, Süleyman Türk, Mustafa Yöntem, Bünyamin Kaptanoğlu, Mehmet Gürbilek
Araştırma makalesi
Özeti
Kronık Böbrek Yetmezlikli Hastalarda Alfa Tokoferol, Askorbik Asid, Triglıserid, Total Kolesterol, Hdl-Kolesterol, Ldl-Kolesterol, Ure Ve Kreatinin Düzeyleri
Serum Alpha Toeopherol, AscorbIc AcId, TrIglycerId, Tutal Cholesterol, Hdl-Cholesterol, Ldl-Cholesterol, Urea And CreatInIne Levels In ChronIe Renal FalIure PatIens
Kronik Böbrek Yetmezliği (KBY) olan 30 oll;uda ve 35 sağlıklı kontrol grubunda serıun affa iokoferol, askorbik asid, trigliscrid, totral kolesterol. IIDL-kolesterol, LDL-kolesterol, üre ve kreatinin düzeyleri çalışıldı. Bu parametreler kontrol grubunda sırası ile 1,10 ± 0.01 mgldl, 1.02 ± 0.07 mgldl, 92.2 ± 32.57 mgldl, 168 ± 27.09 ingIdl, 47.4 ± 5.23 mgI dl, 104.2 ± 27,94 !ngldl, 34.6 ± 5.18 nıgldl ve 0.48 ± 0.09 mg1d1 olarak ve KBY grubunda ise 1.104 ± 0.009 mgldl, 0.47 ± 0.17 mgldl, 204.2 ± 39.62 mgi dl, 199.3 ± 45.73 mgldl, 25.93 ± 7.01 mgldl, 125.6 ± 34.8 mgldl, 2235 ± 79.18 mgldl ve 10.24 ± 4.79 ingldl olarak saptandı. Bu sonuçlai-a göre KEY grubuna ait trigliserid, total ve LDL-kolesterol düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiki açıdan önemli derecede yüksek (Trigliserid için p<0,001 to-tal kolesterol için p<0.005, LDL-kolesterol için p<0.01, üre için p<0.001 ve kreatinin için p<0.001) Askorbik asid ve IIDL-kolesterol düşzeyleri ise düşüktü, (her ikisi içinde p<0.001). KBY olgularında alta tokoferol düzeyleri ise kontrol grubu değerlerine yakındır. Tozal kolesterol ile LDL-kolesterol arasında pozitif bir korelasyon saptanıruştır (r = 0.719, t = 5.48).
Serum Alpha Toeopherol, Ascorbic Acid, Triglycerid, Tutal Cholesterol, IIDL-Cholesterol, LDL-Cholesterol, Urea and Creatinine Levels in Chronie Reno! Faliure Patiens Chronic renal fidlure patients sera were analyzed for alpha tocopherol, rucorbic acid, totrıl cholesterol, triglycerid, IDL-cholesterol, LDL-cholesterol, urea and creatinine. These values were compared with those of healthy subjects. The serum samples were obtained from 35 normal healthy and 30 patients with chronic renal failure. Nortnal healthy peopk serum kvels were: alpha tocopherol 1.10 ± 0.01 mgidl, ascorbic acid 1.02 ± 0.07 mgldl, total cholestcrol 168 ± 27.09 mgidl, triglycerid 92.2 ± 32.57 ingldl, HDL-cholesterol 47.4 ± 5.23 mgldl, LDL-cholesterol 104.2 ± 27,94 urea 34.6 ± 5.18 nıglıll,. .creatinine 0.48 ± 0.09 ?right/. The serum levels of patients with chronic renal failure were: alpha tocopherol 1,104 ± 0..009 mgldl, ascorbic acid 0.47 ± 0.17 mgidl, triglycerid 204,2 ± 39.62 in►Idl, cholesterol 199.3 ± 45.73 ingidl, 11DL-cholesterol 25.93 ± 7.01 mgldl, LDL-cholesterol 125.6 ± 34.8 nıgidl, urea 223.5 ± 79.18 creatinine 10.24 ± 4.79 ingldl. The follo•ing values of patients were higher than those nf healthy subjects: iriglycerid (p<0.00I ), choksterol (p<0.005), LDL-chole►terol (p<0.01), urea (p<0.001), ceratinine (p<0.001). On the other hand, ascorbic acid and 11D1.-rholesterol values were lower (p<0.001). Alpha levels of the patients were normal. A po►itıı-t' correlation was found betwcen cholesterol and LDL-choksterol = 0.719, t =5.,48).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Altı Farklı Yüz Bölgesinden Epidermis, Dermis Ve Toplam Cilt Kalınlıklarının Ölçümü
Pembe Oltulu, Mahmut Tekecik, Zulal Taflioğlu Tekecik, Fahriye Kilinç, Bilsev İnce
Araştırma makalesi
Özeti
Altı Farklı Yüz Bölgesinden Epidermis, Dermis Ve Toplam Cilt Kalınlıklarının Ölçümü
Measurement Of EpIdermIs, DermIs, And Total SkIn ThIcknesses From SIx DIfferent Face RegIons
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yüzün altı farklı bölgesinin epidermis, dermis ve toplam deri kalınlıklarının belirlenerek cilt kalınlığı haritası oluşturmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Yaşları 30-80 arasında değişen 90 kadın ve 90 erkek hastanın yüz derisi, saçlı deri, alın, yanak, kulak, burun ve dudak bölgelerinden 9-10 mm sağlıklı doku içeren örnekler retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Örnekler incelendi ve ışık mikroskobu altında mikrometre ile epidermis ve dermiş kalınlıkları ölçüldü.
Bulgular: Çalışmaya alınan 90 kadın katılımcının 6 yüz bölgesinin epidermis kalınlıkları 65,91±14,44 µm ile 120,91 ±44,74 µm, dermis kalınlıkları 1150±217,43 µm ile 1498,33±388,56 µm ve toplam deri kalınlıkları 1234,83± 217,6 µm ve 1599,33±492,2 µm idi. Çalışmaya alınan 90 erkek katılımcının 6 yüz bölgesinin epidermis kalınlıkları 79,08±13,88 µm ile 122,75±32,5 µm, dermis kalınlıkları 1106,66±389,82 µm ile 1942,5±464,06 µm ve toplam deri kalınlıkları 1756±503,75 µm ve 2022,5±460,24 µm arasında bulundu.
Sonuç: Kadın hastalarda en ince epidermis saçlı deriden, erkek hastalarda ise en ince epidermis yanaktan ölçüldü. En kalın epidermis kadın ve erkek hastalarda üst dudak üstü bölgedeydi. Ancak dermiş kalınlığının en ince ve kalın olduğu bölgeler cinsiyete göre farklılık gösterdi. Daha ileri çalışmalarda, daha çok merkezli, çok ırklı materyaller kullanılarak yüzün daha fazla alt birime bölünmesiyle yüz derisi kalınlığının tam bir haritası elde edilebilir.
Aim: The aim of this study was to map the skin thickness by determining the epidermis, dermis and total skin thickness of six dif ferent regions of the face.
Patients and Methods: Samples containing 9-10 mm of healthy tissue from the facial skin, scalp, forehead, cheek, ear, nose and lip regions of 90 female and 90 male patients aged between 30 and 80 years were retrospectively included in the study, and epidermis and dermis thicknesses examined with a micrometer under a light microscope.
Results: Epidermis thicknesses of 6 facial regions of 90 female participants included in the study were between 65.91±14.44 μm and 120.91±44.74 μm, dermis thicknesses were between 1150±217.43 μm and 1498.33±388.56 μm, and total skin thicknesses were between 1234.83±217.6 μm and 1599.33±492.2 μm. Epidermis thicknesses of 6 facial regions of 90 male participants included in the study were between 79.08±13.88 μm and 122.75±32.5 μm, dermis thicknesses were between 1106.66±389.82 μm and 1942.5±464.06 μm, and total skin thicknesses were between 1756± 503.75 μm and 2022.5±460.24 μm.
Conclusion: In the female patients, the thinnest epidermis was measured on the scalp and the thinnest epidermis in the male patients was measured on the cheek. The thickest epidermis was on the upper lip in the male and female patients. However, the regions with the thinnest and thickest dermis thicknesses differed according to gender. In further studies, a full map of facial skin thickness can be obtained by dividing the face into more subunits using more multicentre, multiethnic materials.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
Alparslan Gökçimen, Özden Çandır, Mehmet Ali Malas
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Doz Florun Sıçan Dokularına Etkisi
The Effect Of HIgh Dose FlorId On Rat TIssue
Çalışmamızda, yüksek dozda uzun süreli flor zehirlenmesi oluşturulan sıçanların karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinde görülen etkileri araştırmayı amaçladık. VVistar Albino cinsi 20 adet sıçan eşit olarak deney ve kontrol grubu olarak iki gruba [10 (5 erkek + 5 dişi) + 10 (5 erkek + 5 dişi)] ayrıldı. Kontrol grubunun içme suyunda flor oranı 1 ppm olacak şekilde, deney grubuna ise 150 ppm flor içirecek şekilde 17 hafta süreyle verildi. Karaciğer, böbrek, dalak, ovaryum, testis ve pankreas doku örneklerinden alınan parçalar ışık mikroskobunda değerlendirildi. Deney grubunda; karaciğerde lobul periferinde fokal sinuzoidal dilatasyonlar, por- tal alanda yer yer lenfosit infiltrasyonu, hepatositlerde az miktarda hidropik ve vakuoler dejenerasyon gözlendi. Böbrekte ise, gerek proksimal gerekse distal tubuluslarda hafif hidropik dejenerasyon tespit edildi. Deney grubun daki dalak, ovaryum, testis ve pankreas kesitlerinde ise herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Yüksek doz verilen florun başta karaciğer olmak üzere daha sonra böbrek dokusu üzerinde minimal düzeyde yapısal değişikliklere yol açarken; testis, ovaryum, dalak ve pankreas dokusu üzerine ise önemli bir etkisinin olmadığı sonucuna varıldı.
İn our study, kVe have aimed to search the findings seen on the tissue specimens taken from the liver, kidney, ovary, testis and pancreas of many rats that have been poisoned by long- term high doses of florid. Twenty rats which belong to VVistar Albino species were being eçually separated into two groups, one is as the experimental group, the other as the control group [10 (5 male + 5 female) + 10 (5 male + 5 female)]. For a 17 weeks time, drinking water consisting of 1 ppm florid to control group and consisting of 150 ppm florid to experimental group has been given. Pieces taken from the tissue specimens of the liver, kidney, spleen, ovary, testis and pancreas were being examined under the light microscope. İn the experimental group, the following findings were being obtained: İn peripheral lobule of the liver, focal sinusoidal dilatations, in the portal area, lymphocyte infiltration; in hepatocytes a liftle hydropic and vacuolar degeneration; in the kidney either in proximal or distal tubule, a liftle hydropic degeneration were being determined. There hasn’t been seen any pathology in the spleen, ovary, testis and pancreas sections taken from the experimental group. As a result, it was determined that high doses of florid causes minimal structural changes primarily in the liver tissue and then in the kidneys, besides it has no considerable effect on the testis, ovary, spleen and pancreas tissue.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Ezgi Keser, Serpil Yüksel
Araştırma makalesi
Özeti
Cerrahi Hemşirelerinin Basınç Yaralarını Önlemeye Yönelik Bilgi Durumları Ve Tutumları
Knowledge And AttItudes Of SurgIcal Nurses Towards Pressure Ulcer PreventIon
Amaç: Bu araştırmada, hareketsizlik ve beslenme sorunları gibi basınç yarası risk faktörlerine maruz kalan cerrahi hastalarına bakım veren hemşirelerin basınç yaralarını önlemeye yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemek amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, XXXX’da bir üniversite hastanesinin cerrahi klinik ve yoğun bakım ünitelerinde çalışan ve meslekte çalışma yılı en az bir yıl olan 150 hemşire ile gerçekleştirildi. Araştırma öncesi etik kuruldan ve kurumdan gerekli izinler alındı. Veriler, hasta bilgi formu, Basınç Ülserini Önlemede Bilgi Değerlendirme Ölçeği (BÜÖBDÖ) ve Basınç Ülserini Önlemeye Yönelik Tutum Ölçeği (BÜÖYTÖ) ile 1 Ekim 2018-1 Şubat 2019 tarihleri arasında toplandı. Verilerin analizinde, bağımsız gruplarda t testi, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, korelasyon analizi ve çoklu regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Hemşirelerin yaş ortalaması 29.91±6.48 yıl olup, %65.3’ü kadın ve yarısı lisans mezunudur. BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasına (<%60) göre hemşirelerin basınç yarasını önlemeye yönelik bilgilerinin yetersiz olduğu, sadece %24’ünün bilgi puanının ≥%60 olduğu saptandı. Regresyon analiz sonuçları, hemşirelerin mesleki deneyim süresi, çalışma şekli, günlük bakım verdikleri hasta sayısı ve basınç yaralı hastaya bakım verme deneyimlerinin BÜÖBDÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilediğini ortaya koydu (p< 0.05). BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasına (≥%75) göre hemşirelerin basınç ülserini önlemeye yönelik tutumlarının olumlu olduğu saptandı. Hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinin BÜÖYTÖ toplam puan ortalamasını anlamlı olarak etkilemediği belirlendi (p>0.05). BÜÖBDÖ ile BÜÖYTÖ toplam puan ortalamaları arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Bu araştırma, cerrahi hemşirelerinin basınç yaralarını önlemeye yönelik tutumlarının olumlu, bilgilerinin ise yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular, hemşirelerin basınç yaralarını önleme girişimleri ile ilgili kanıt temelli bilgiye erişimlerini sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğine dikkati çekmektedir.
Aim: The aim of this study was to determine pressure ulcer prevention knowledge and attitudes among nurses who cared for surgical patients that were exposed to pressure ulcer risk factors such as immobilization and nutritional problems.
Materials and Method: This descriptive study was carried out with 150 nurses who were working in the surgical clinics and surgical intensive care units of a medical faculty hospital in XXXX and who had at least one year’s professional experience. Necessary permissions were obtained from the ethics committee and the institution prior to the research. Data were collected with a patient information form, the Pressure Ulcer Prevention Knowledge Assessment Instrument (PUPKAI) and the Attitude towards Pressure ulcer Prevention instrument (APuP) between October 1, 2018 and February 1, 2019. Data were analyzed with the independent-samples t-test, the Mann-Whitney U test, the Kruskal-Wallis test, the correlation analysis and the multiple regression analysis.
Results: The mean age of the nurses was 29.91±6.48 years, 65.3% were female and half of them had undergraduate degrees. According to the PUPKAI total mean score (<60%), the pressure ulcer prevention knowledge of the nurses was inadequate and only 24% had a knowledge score ≥60%. Regression analysis results showed that, nurses' professional experience duration, working style, number of patients per shift and the experiences of giving care to patients with pressure ulcers were found to have a significant effect on the PUPKAI total mean score (p<0.05). According to the APuP total mean score (≥75%), the nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention. It was also determined that the descriptive characteristics of the nurses did not significantly affect the APuP total mean score (p>0.05). There was no significant relationship between the total mean scores of the PUPKAI and APuP (p>0.05).
Conclusion: This study revealed that the surgical nurses had positive attitudes towards pressure ulcer prevention but they had inadequate knowledge about it. These findings highlight the need for institutional arrangements to ensure that nurses have access to evidence-based knowledge about pressure ulcer prevention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İntrakranial Menengiomlarda Lokalizasyon: Bilgisayarlı Tomografik Çalışma
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Kemal Ödev, Mehmet Emin Sakarya
Araştırma makalesi
Özeti
İntrakranial Menengiomlarda Lokalizasyon: Bilgisayarlı Tomografik Çalışma
LocalIzatIon Of IntracranIal AlenIngIom: A ComputerIzed ToınographIc Study
Bu çalışmadaki hastalar Cumhuriyet ve Selçuk Üniversiteleri Tıp Fakültelerinde. 1986-1988 ve 1990-1991 yılları arasıda görüldü. Hastalara ait bilgi, bilgisayarlı tomografik ve patolojik sonuçlardan elde edildi. Olguların ortalama yaşı 55±11 yıldır. Kadınlarda belirgin bir üstünlük vardır, 23 hastanın 16'sı (%69.5) kadındır.Menengiondarın 7'si (%30.4) orta fossada, (%21.7) kranial konveksitede, 4'ü (%17.4) parasagittal, 3'ü (%13) parasellar ve 2'si (%8.6) orbital lokalizasyondadır
The patients included in ıhis study were seen by aııthors at University of Cumhuriyet and University of Selçuk Medicine Faculty between 1986-1988 and 1990-1991. Ali patient information was obtained from com-puterized tomographic examination and pathological provetion. The mean age at presentation was 55±11 years. There was a disiinct female predominance, with 16 (%69.5) of the 23 patients being women. The meningiom site was middle fossa in 7 (%30.4), cranial convexity in 5 (%21.7), parasagittal in 4 (%17.4), paracellar in 3 (%13), and orbital in 2 (908.6).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
Bülent Oran, Fazıl Kasap, Nimet Kabakuş, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Birimi Ekokardiyografi Laboratuvarının İlk Altı Aylık Sonuçları
FIrst SIx Month Results Of The PedIatrIc CardIology UnIt EchocardIography Laboratory
Fakültemiz çocuk kardiyoloji birimi ekokardiyografi laboratuvarında, faaliyete geçişinin ilk altı ayı içerisinde ekokardiyografik inceleme yapılan 371 hasta değişik yönleriyle incelendi. Akut romatizmal karditin, bölgemiz için önemli bir sağlık problemi olduğu dikkat çekici bulundu. Alınan sonuçlar literatür verileri ile karşılaştırıldı.
In the echocardiography laboratory of the pediatric cardiology unit of our faculty, 371 patients who underwent echocardiographic examination in the first six months of their activation were examined from different aspects. It was found remarkable that acute rheumatic carditis is an important health problem for our region. The results obtained were compared with the literature data.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
Egemen Altan, Müjdat Adaş, Murat Tonbul, Osman Orman
Araştırma makalesi
Özeti
Travmatik Tekrarlayan Omuz Çıkıklarının Artroskopik Bankart Tamiri İle Fonksiyonel Sonuçları
FunctIonal Results Of ArthroscopIc Bankart RepaIr Of TraumatIc Recurrent Shoulder InstabIlIty PatIents
Travma sonrası tekrarlayan anterior-inferior glenohumeral instabilite tanısıyla artroskopik Bankart tamiri yapılan hastaların fonksiyonel sonuçları değerlendirildi. Hastaların ortalama takip süreleri 45 aydı (dağılım 32- 80 ay). Olguların 4’ü (%10) kadın, 37’si (%90) erkekti ve yaş aralıkları 24-44 (ortalama 32)’dü. Olgularımızın 27’inde (%65) sağ omuzda, 14’ünde (%35) sol omuzda patoloji gözlendi ve bunların 25’inde dominant taraf tutulumu vardı. Olgularımızın hepsinde travmatik omuz çıkığı meydana gelmiş ve travma şekli olarak düşme, futbol oynarken darbe alma, yüzme gibi aktiviteler etyolojide sıklıkla rol oynamışdır. 10 hasta düşme sonucu, 4’ü voleybol oynarken, 2’si kaledeyken, 1’i güreş yaparken, 2’si kavga sırasında, 2 hasta yüzerken, diğerleri de çeşitli travmalar sonucunda çıkık episodları geçirmiştir. Ameliyat öncesi manyetik rezonans incelemelerinde tüm hastalarda Bankart lezyonu saptandı. Hastalar Rowe ve Constant skorlama sistemlerine göre değerlendirildi. Ameliyattan sonra ortalama Rowe skoru 87 (ortalama 15-100) olarak ve Constant skoru ise 95 (dağılım 88-100) olarak bulundu. Buna göre 33 (%80.5) hastada mükemmel sonuca ulaşıldığı tespit edildi. Tekrar instabilite gelişen 8 (%19.5) hastadan 2’sine artroskopik revizyon cerrahisi 2’sine Laterjet prosedürü uygulandı. Artroskopik omuz cerrahisi uzun bir öğrenme eğrisi olan, eğitim süreci gerektiren ama aynı zamanda kanama, rehabilitasyon ve yara iyileşmesi gibi pek çok konuda avantajları olan bir yöntemdir. Sonuç olarak bu etkili yöntemle daha az komplikasyon oranları ile omuz instabilitesi olan hastalar başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir.
The purpose of this study was to present, through a retrospective case series, results of the patients who were treated arthroscopically for anterior glenohumeral instability. We evaluated 41 patients. Mean follow-up of the patients were 45 months (range 32-80). There were 4 (10%) female and 37 (90%) male with a mean age of 32 (range 24- 44). There were 27 (65%) right and 14 (35%) left shoulders. Dominant side was injured in 25 patients. All of the patients were suffered from a traumatic shoulder dislocation. Many etiological factors are responsible for these traumatic dislocations like swimming, falling on the side while playing soccer or volleyball or a direct trauma to the shoulder. MRI was performed before the surgery and it was found to be a Bankart lesion for all the patients. Also, all patients were evaluated according to Rowe and Constant scores. Postoperatively, mean Rowe score was 87 (range 15-100) and mean Constant score was 95 (range 88-100). Excellent resuls were obtained in 33 (80.5) patients. There were 8 (19.5) patients of recurrences and 2 of them had arthroscopic revision surgery and Laterjet procedure was performed for the latter 2 patients. Arthroscopic shoulder surgery is a long learning curve, requiring the training process but also has the advantages of less bleeding, easy rehabilitation and wound healing. As a result, this effective method can be performed for recurrent shoulder instability patients with less complication rates.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multidedektör Bilgisayarlı Tomografi İle İnsisura Scapulae’nin Morfometrik İncelemesi
Mehmet Tuğrul Yılmaz, Serter Gümüş, İsmihan İlknur Uysal, Yahya Paksoy, Muzaffer Şeker
Araştırma makalesi
Özeti
Multidedektör Bilgisayarlı Tomografi İle İnsisura Scapulae’nin Morfometrik İncelemesi
A MorphometrIc Study On Suprascapular Notch By MultIdedector ComputerIzed Tomography
Incisura scapulae, scapula’nın margo superior’unda, processus coracoideus’un kökünün iç tarafında bulunur. Bu çentik üst taraftan ligamentum transversum scapulae superius tarafından kapatılır ve bir delik haline dönüştürülür. Bu bağın altından n. suprascapularis, üstünden ise a. ve v. suprascapularis birlikte geçerler. Bu çalışmada 2008-2009 yılları arasında multidedektör bilgisayarlı tomografi (MDBT) incelemesi yapılan hastalardan elde edilen görüntüler kullanılmıştır. 44 MDBT görüntüsünden (22 erkek-22 kadın) toplam 88 scapulae (sağ-sol) ’nın incisura scapulae’sı incelenmiştir. İnceleme sonucunda 5 tip belirlenmiştir. Bu tipler; Tip 1: derin ve geniş, Tip 2: derin ve dar, Tip 3: sığ ve geniş, Tip 4: sığ ve dar, Tip 5: çentiksiz’dir. Çalışmamızda beş tip incisura scapulae tespit edilmiştir. Bu tiplendirmede en fazla sayıda tip 1 (26 adet, % 29.54)’in ve en az sayıda tip 5 (2 adet, % 2.27)’in olduğu gözlenmiştir. Ayrıca, tuberculum supraglenoidale, angulus superior, angulus inferior ile incisura scapulae arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.
Suprascapular notch located on the superior border of the scapula and just medial to the base of the coracoid process. This notch is covered by superior transverse scapular ligament and is turned into a foramen. Suprascapular nerve passes under this ligament and suprascapular vessels passes together over it. The images of the patients undergone MDCT examination between 2008 and 2009 were used in this study. Total 88 right and left MDCT scapula images obtained from 44 individuals (22 male, 22 female) were used. Suprascapular notch was divided into 5 types from these images. These types; Type 1: with deep and large notch, Type 2: with deep and narrow notch, Type 3: with shallow and large notch, Type 4: with shallow and narrow notch, Type 5: without a notch. In our study, the most common type was with (29,54%) deep, large notch and the least common type was the group (2,27%) without a notch. In addition, the relationship between suprascapular notch and supraglenoid tubercule, superior angle and inferior angle was evaluated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Behçet Hastalarında Yüksek Rezolüsyonlu Bilgisayarlı Tomografi Sonuçları İle Solunum Fonksiyon Testleri Arasındaki İlişki
Hüseyin Uysal, Şükrü Balevi, Nilsel Okudan
Araştırma makalesi
Özeti
Behçet Hastalarında Yüksek Rezolüsyonlu Bilgisayarlı Tomografi Sonuçları İle Solunum Fonksiyon Testleri Arasındaki İlişki
The RelatIonshIp Betvveen Pulmonary FunctIon Tests And HIgh ResolutIon ComputerIzed Tomography In Behcet’s PatIents
Amaç: Bu çalışmada, Yüksek Rezonans!/ Bilgisayarlı Tomografi (YRBT) değerlendirmesine göre patolojik akciğer bul guları olan ve olmayan Behçet hastalığı bulunan kadın hastaların solunum fonksiyonlarının karşılaştırılması amaç landı. Yöntem: Çalışmaya yaşları 19-54 arasında (ort. 37.0 ± 9.5) olan 29 kadın hasta ile yaşları 19-50 arasında (ort. 40.5 ± 8.3) olan 20 sağlıklı kadın alındı. Hasta ve kontrol grubunun fiziki muayeneleri yapıldı, YRBT’leri çekildi ve Sensormedics Sistem 2400 sulu spirometre ile solunum fonksiyon testleri (SFT) yapıldı. Hastalar YRBT sonuçlarına göre YRBT (+) ve YRBT (-) olmak üzere iki gruba ayrıldı. YRBT (+) hasta grubunun (n=11) yaşlan 28-54 arasında (ort. 39.9 ± 8.1), YRBT (-) hasta grubunun (n=18) yaşları 19-50 arasında (ort. 35.2 ± 10.1) idi. Oluşturulan 3 grupta da FVC, FEV-f, FEFo^^.y^, PEF, VC, TLC, RV, FRC, DLCO ve DLCO/VA değerlerine bakıldı. Verilerin analizinde tercihli varyans analizi ve Tukey HSD testi kullanıldı. Bulgular: YRBT (+) hastalar ile YRBT (-) hastaların SFT değerleri birbirleriyle kıyaslandığında, gerek elde edilen en iyi değerler ve gerekse beklenen değerlere yüzde oranlar açısından anlamlı bir fark bulunmadı. Hem YRBT (+) hem de YRBT (-) hasta grubunun SFT değerleri kontrol grubuyla ayrı ayrı karşılaştırıldığında ise elde edilen en iyi değerler arasında anlamlı bir fark bulunmazken, beklenen değere göre yüzde oranlar arasında sadece DLCO/VA değerlerinde anlamlı bir azalma (p<0.01) görüldü. Sonuç: Behçet hastalığında kısmi bir akciğer tutulumunun olduğu, ancak bu tutulum ile solunum fonksiyonları arasında direk bir ilişkinin bulun madığı söylenebilir. Bu nedenle, YRBT değerlendirmelerinde patolojik akciğer bulguları bulunan ve bulunmayan tüm Behçet hastalarında solunum fonksiyon testlerinin yapılarak hastaların solunum fonksiyonları hakkında bilgi edinilme si yararlı olacaktır. Ayrıca, solunum fonksiyon testlerinin normal olması halinde bile YRBT’de patolojik değişikliklerin bulunabileceği de gözönünde tutularak asemptomatik akciğer tutulumlarını belirlemek amacıyla YRBT tetkiklerinin yapılmasının hastalığın takibi açısından önemli olduğu kanaatindeyiz.
Objective: Comparison of the respiratory functions were aimed in this study in female Behcet’s patients whether with or without pathological pulmonary lesions according to high resolution computerized tomography (HRCT) evalutions. Methods: 29 female patients aged between 19 to 54 (average 37.0 ± 9.5) years and as control group 20 healthy female aged 19 to 50 (40.5 ± 8.3)years were taken into the study. Patients and control group individuals were physically inspected, HRCT films were taken and pulmonary function tests (PFT) through a spirometer were determined. Patients were divided into two group according to HRCT results as HRCT (+) and HRCT (-). HRCT (+) group patients (n=11) vvere aged 28 to 54 (average 39.9 ± 8.1)years and HRCT (-) group (n=18) vvere 19 to 50 (aver age 35.2 ± 10.1) years. İn ali groups the determinations of FVC, FEVj, PEp25-75%’ PEF, VC, RV, FRC, DLCO and DLCO/VA values vvere performed. Analysis of the results vvere carried out by preferred variance analysis and Tukey HSD tests. Results: A statistically important difference was not observed when the PFT values vvere compared betvveen HRCT (+) and HRCT (-) patients for the obtained results and the percentage rate to expected results. When the PFT values vvere compared for both HRCT (+) and HRCT (-) patients group with the control group separately though there was no statistical difference betvveen the best values but only a statistical decrease in DLCO/VA values (p<0.01) was observed betvveen the percentage rate to espected results. Conclusion: İt may be said that though there is a pulmonary restriction in Behcet’s disease but this restriction has no relation with respiratory functions. Thus it vvill be useful to perform pulmonary function tests in both vvith or vvithout pathological findings through HRCT evaluation in order to obtain some Information about respiratory functions of Behcet’s patients. Additionally vve presume even when the results of the pulmonary functions tests are normal though some pathological changes in HRCT should be considered HRCT investigations may be useful to follovv the disease. HRCT investigations may be useful to follovv the disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
Selmin Ökesli, Ateş Duman, Hülagü Barışkaner, Ali Kart, Sema Tuncer
Araştırma makalesi
Özeti
İsofluran Ve Propofol Anestezisinin Serum Tsh, T3, T4 Düzeylerine Etkilerinin Karşılaştırılması
The ComparIson Of The Effects Of Isoflurane And Propofol AnaesthesIa On Serum Tsh, T3 And T4 Levels
Cerrahi ve anestezinin endokrin fonksiyona etkileri iyi bilinmektedir. Ancak propofol anestezisinin tiroid fonksiyonuna etkilerini içeren detaylı bir çalışmaya rastlayamadık. Amacımız propopofol anestezisinin tiroid hormonları üzerine etkilerini araştırarak, isofluran anestezisi ile karşılaştırmaktır. ASA l-ll sınıfı, ötiroid, başka endokrin bozukluğu olmayan 30 olguda çalışma gerçekleştirildi. Rutin premedikasyon uygulanan olgularda indüksiyon 1. grupta (n=15) İ.V. 0.05 mg fentanil, 5-7 mg/kg tiyopental, II. grupta (n=15) İ.V. 0.05mg fentanil, 2 mg/kg propofol ile yapıldı*. 1 mg/kg süksinilkolin ile entübe edilen olgularda 1. grupta % 1-1.5 isofluran, II. grupta 6-10 mg/kg/saat propofol ve %50 02 + % 50 N2O ile anestezi idamesi uygulandı. Kas gevşemesi atrakuryum ile sağlandı. Serum TSH, T3, T4 ( Total, Serbest) düzeylerini saptamak için kan örnekleri indüksiyon öncesi ( kontrol) , sonrası, intraoperatif 1 .saat postoperatif 2. ve 24. saatlerde alındı. Kemilüminesans yöntemi ile elde edilen veriler student's t ile istatistiksel olarak değerlendirildi. p<0.05 Anlamlı kabul edildi. (p< 0.01) (p< 0.05). Gruplar arası karşılaştırmada 1. Gruptaki bu düşme anlamlı. Her iki grupta TSH serum düzeyleri değişmedi. Grup 1'deki postoperatif 24. saatteki T T3, FT3 serum düzeylerindeki düşme anlamlı idi (p< 0.05). TT4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif 1. saatte anlamlı yükselme oldu( p< 0.05). Gruplararası fark analizinde bir anlamlılık yoktu. F T4 serum düzeylerinde 1. grupta intraoperatif l.saat ve postoperatif 2. saatte anlamlı yükselme ( p < 0.01) (p< 0.05) tespit edildi. Gruplar arası karşılaştırmada FT41eki bu yükselmeler anlamlı bulundu (p<0.01) (p<0.05). Sonuç olarak,propofolun hipertiroidi hastalar güvenle kullanılabilecek, isoflurana iyi bir alternatif ajan olduğu kanısına varıldı.
The effects of surgery and anaesthesia on endocrine functions are well known. Hovvever detailed studies about the effects of propofol on thyroid functions are absent. The aim of this study is to study the effect of propofol anaesthesia on thyroid hormones and to compare it with isoflurane anaesthesia. This study was performed on ASA l-ll class.euthyroid 30 patients vvithout endocrine pathologies. After premedication, induction was performed in the first group (n=15) with i.v. 0,05 mg fentanyl, 5-7 mg thiopental; in the second group (n=15) with i.v. 0,05 fentanyl, 2 mg/kgpropofol. Patients were intubated with i.v. 1 mg/kg succinylcholine, maintenance was done with %1-1,5 isoflurane %50 O2-%50 N2O + atracurium in the first group and 6-10 mg/kg/h propofol + %50 O2+%50 N2O atracurium in the second group. Blood samples were obtained before induction(control), after induction, first hour intraoperatively on postoperative 2nd and 24 th hours chemiluminesance method was used for the plasma TSH,TT3, FT3,İ7'4, FT4 analyses. The TSH serum levels did not change in both groups. A significant decrease in TT3, FT3 serum levels in the 24th hour postoperatively was observed in the first group (p<0,01), (p<0,05).This decrease, in the first group was significant betvveen the groups (p<0,05). Significant increases in serum TT4 levels occured first hour intraoperatively in the first group (p<0,05). No difference was found betvveen the groups. Asignificant increases in serum FT4 levels was recorded in the 1st hour intraoperatively and 2nd hour postoperatively in the first group(p<0.01) (p<0.05)The increases was significant betvveen the groups (p<0.01)(p<0.05). We conclude that propofol is saf e alternative agent to isoflurane in hyperthyroid patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kromolin Sodyum İle Stabilize Edılmış Nasal Mast Hücrelerının Işık Mıkroskobik Sevıyede Incelenmesı
Aydan Canbilen, Ahmet Salbacak, Selçuk Duman
Araştırma makalesi
Özeti
Kromolin Sodyum İle Stabilize Edılmış Nasal Mast Hücrelerının Işık Mıkroskobik Sevıyede Incelenmesı
LIght MIcroscopIc InvestIgatIon Of StabIlIzed Nasal Mast Cells Of Rats
Bu çalışmada, bir bis-kromon tiirevi olan kromo-lin sodyum un sıçan nasal mast hücrelerine olan etki-si ışık mikroskobik seviyede incelendi. Kullanılan 20 adet albino dişi ve erkek sıçan Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları Laboratuvarından temin edildi. Sıçanlar iki gruba ayrıldı. Kontrol grubundaki 10 sıçan hiçbir madde verilmeden eterle bayıltıldı ve re-gio respiratoria nasi'denfrontal kesiler alındı. Ikinci gruba inhalasyon yoluyla kromolin sodyum verildik-ten sonra burunları kesildi. Kesilen burunların hepsi oda ısısında üç gün Carnoy fiksatifi içinde tesbit edildi. Alkol takibi yapılan dokulardan 5 mikrometre kalınlıgında kesitler alınarak toluidin mavisi ve al-sian mavisi-safraızin O boyaları ile boyanarak ince-lendi. Sonuçta, nasal mukozada gözlenen mast hücre degranülasyonunda hiç bir azalmanın olmadığı, buna karşılık bağ dokusu mast hücre degranü-lasyonunda belirgin ölçüde bir azalmanın olduğu tesbit edildi.
In this light microscopic study, the effects of cromolyn sodium on nasal mast cells of rat was itıvesiigated using alcian blue-safranin O and toluidin blue staining methods. The investigation was peıformed on 20 male and female albino rats which were obtained from the Experimental Animal Laboratory of the Faculty of Medicine, Selçuk University. Rats were divided into two groups of ten rats each. First group was considered as control group. Cromolyn sodium was administered to the second group. Rats were anesthetized by ether and regio respiratoria nasi of rats were frontally excised. Tissues were fixed in Carnoy solution for three days at room temperature, dehydrated with absolute alcohol and embedded in paraffin. Five micrometer sections were cut from the paraffin blocks and stained with alcian blue-safranin O and toluidin blue solutions. frı conclusion, this study revealed that, as an inhibitory agent, cromolyn sodium is ineffective on nasal mucosal most cells but significantly effective on connective tissue mast cells.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Ebru Apaydın Dogan, Figen Güney, Emine Genç, Muzaffer Mutluer, Nurhan İlhan
Olgu sunumu
Özeti
Geçici Nörolojik Bulgular, Başağrısıv Bos Lenfositozu-Handle Sendromu
Temporary NeurologIcal Symptoms, Headache And Csf IymphocytosIs-Handl Syndrome
Amaç: Bu vaka sunumunda, HaNDL Sendromunun (Baş ağrısı,nörolojik defesit,BOS’ ta lenfositoz) literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 20 yaşında bayan hasta, acil servise başının sol tarafında olan, bulantı-kusma, sonofobi ve fonofobinin eşlik ettiği şiddetli, zonklayıcı karakterde başağrısı nedeniyle başvurdu. Ağrının başlamasından yaklaşık olarak 30 dakika sonra vücudunun sağ tarafında, bacaklarından başlayıp kola ve yüze yayılan uyuşma ve hafif güçsüzlük ile konuşmada bozulma olduğu, bu şikayetlerinin 20-25 dakikada düzeldiği öğrenildi. Hastanın bu olaydan ortalama 2 hafta önce, yaklaşık olarak 3 gün kadar devam eden şiddetli bulantı ve diyarenin olduğu viral gastroenterit geçirdiği, hekime başvurduğu ve destek tedavi dışında bir tedavi almadığı öğrenildi. Klinikte yapılan lomber ponksiyonda lenfositik pleositoz ve protein düzeyinde yükseklik (49 mg/dL) saptandı. Hastanın acil serviste çekilmiş olan BBT’si ve kontrastlı MR’ı normaldi. BOS pleositozuna ve şiddetli başağrısına neden olabilecek diğer nedenlerin dışlanması sonucunda hastaya HaNDL Sendromu tanısı kondu. Sonuç: Benign bir sendrom olan HaNDL Sendromunun tanınması, tanı amaçlı yapılacak olan anjiografi gibi tetkiklerin getirebileceği ciddi riskler nedeniyle önem taşımaktadır.
Aim: In this case report, it is aimed to discuss the ‘HaNDL Syndrome’ with the relevant literature. Case Report: A 20 year-old woman was admitted to the emergency department with left-sided, severe, throbbing headache accompanied with nausea, vomitting, sonophophia and phonophophia. Approximately 30 minutes after the pain emerged, she had suffered numbness and mild paresis on the right side of the body including the right side of her face accompanied with difficulty in speech which improved in approximately 20-25 minutes. She reported that 2 weeks prior these symptoms, she had suffered severe nausea and diarrhea that had lasted for 3 days. A diagnosis of viral gastroenteritis had been made and supportive therapy had been advised by a doctor. In the clinic, spinal tap was performed which revealed lymphocytic pleocytosis and mild elevation of protein level (49 mg/dL). Brain computerized tomography and the contast MR were normal. After the exclusion of other conditions which may cause CSF pleocytosis and severe headache; a diagnosis of HaNDL Syndrome was made. Conclusion: Recognition of this bening syndrome, is important as performing a diagnostic angiography may cause severe complications.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bır Hem0fili A Vakasında Ve Eınde Aıds Hastalıgı
Hakkı Polat, Mehdi Yeksan, Şamil Ecirli, Ümran Çalışkan, Berkay Kırımlı
Araştırma makalesi
Özeti
Bır Hem0fili A Vakasında Ve Eınde Aıds Hastalıgı
A Case Of Aıds In PatIent WIth HeamophIlIa a.
Akkiz inumin yetmezlik sendronne (AIDS) ilk defa tip literattirtine 1981 yilinda gir,nicIir. 0 za-mandan bu yana AIDS bildirimlerinde adeta pat-lama olmu,slur. Ti•ari olarak hazirlanmq labor VIII verilen he-tnofilik hastalarda AIDS bildirilmigir. Banka kant tininlerinden fok, faktor VIII ile gemesinin sebebi; bir Unite jailor VIII 2000-50000 finite verici ka-mndan elde edilmesinden kaynaklanmaktadtr. Bit-0k cahpnada erickin hemofilik erkeklerde HIV enfeksiyon orannun % 50-90 arastrzda degiltigi liildirilrni, tit: Bunlardan ancak % I acikar klinik be-lirti vermekiedir. Henzofilik hastalarin kendileri, ve c0- cukiart risk alttndadirlar. Biz, klinigimizde tesbit ettigimiz ilk vakayz bil-dinnek, literature gOzden gecinnek ve dikkatleri tek-rar bu noktaya relonek istedik.
The acquired immune deficiency syndrome (AIDS) was first described in the ntedical literature in June 1981. Since that time there has been exp-losion in the number of reports of AIDS. AIDS has been reported in patients with ha-emophilic patients who were receiving commercially prepared factor VIII concentrate more than from blood- bank produced cryoprecipitate. This is pro-bably due to the fact that each unit of factor VIII concentrate is made from blood obtained from 2000-5000 blood donors. The prevalence of HIV infection amog adult ha-emophilic men in most studies is reported to range from %50-90 percent. About % 1 of these patients developed AIDS. The heamophilic patients and their heterosexually partner and their children are risk for AIDS We would like to present the first one case of AIDS in hemophilic patients and his wife in our cli-nic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alüminyum Ve İnsan Sağlığı
Hüseyin Uysal, Neyhan Ergene, Abdulkerim Kasım Baltacı
Araştırma makalesi
Özeti
Alüminyum Ve İnsan Sağlığı
AlmnInIurn And Human Health
Alüminyum, yeryüzünde bulunan en yaygın metal ve üçüncü yaygın elementtir (1). Yerkabuğunun %5 ilâ %8 kadarını oluşturur ve her yerde bulunur (2,3). Tabiatta bileşikler halinde bulunan alüminyum metalinin, boksit cevherinden elde edilmesi uzun ve karmaşık işlemler sonucunda gerçekleşir. Bu zorluklara karşılık, teknik özelliklerinin üstünlüğü sebebiyle, alüminyum giderek daha çok kullanılmaktadır. Yüzyılımızın başlarında 7 bin ton dolaylarında olan dünya alüminyum üretimi bugün 20 milyon tona yaklaşmıştır. Alüminyum, demirden sonra en çok kullanılan metaldir. Alüminyum, başka metallerin bir arada, ya da ayrı ayrı sağlayamadığı özelliklere sahiptir. Yüksek dayanım/ağırlık oranı, mükemmel korozyon direnci, iyi elektrik ve ısı iletkenliği, şekillendirilebilme ve işleme kolaylığı bu metalin özelliklerinden birkaçıdır(4).
Aluminum is the most common metal and third common element found on earth (1). It makes up 5% to 8% of the earth's crust and is ubiquitous (2,3). It takes a long and complicated process to obtain the metal, which is found in compounds in nature, from bauxite ore. Despite these difficulties, the superiority of its features, other usage technical uses. At the beginning of our century, around 7 thousand tons of global aluminum production has reached 20 million tons today. Aluminum is the most used metal after iron. Aluminum can learn that other metals cannot coexist, or else separately. High strength / weight ratio, excellent rust resistance, good electrical and thermal conductivity, formability and processing are some of these metal properties (4).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serebral Ve Serebellar İnfarktların Lokalizasyonu: Bilgisayarlı Tomografik Çalışma
Saim Açıkgözoğlu, Mustafa Erken, Kemal Ödev, Mehmet Emin Sakarya, Serdar Tarhan
Araştırma makalesi
Özeti
Serebral Ve Serebellar İnfarktların Lokalizasyonu: Bilgisayarlı Tomografik Çalışma
LocalIzatIon Of Cerebral And Cerebellar Infarcts: A ComputerIzed TomographIc Study
Serebral ve serebellar infarkth 170 hasta çalışma kapsamına almdı. 917 erkek, 79'u kadın olup, ortalama yaş 55Itir. 88 hastada infarkt solda, 60 hastada sağda idi. Hastaların çoğunda laküner ve parietotemporal bölge infarktı vardı.
We reviewed 170 patients with cerebrum and cerebellum infarcts. There were 91 men and 79 women. The average age was 55 years. 88 lesions were lıft-sided. and 60 lesions were right-sided. The nıajority of patients had lacunar and parietotemporale zone infarcts.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sinir - Kas Kavşağı Yapısına Etkili Maddeler
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Sinir - Kas Kavşağı Yapısına Etkili Maddeler
Materıals Affectıng The Structure Of The Nerve - Muscle Interchange
İskelet kastaları, fonksiyonunun önemine göre değişen sayıda, motor sinir lifi tarafından uyarılır. Sinir-kas kavşağında iletim, bir kimyasal aracı ile sağlanır. Bu madde Asetilkolindir. Sinir kas kavşağındaki kolinesteraz ile birleşerek onun etkisini ortadan kaldırdıkları için sinir kas kavşağındaki iletime etkili olan maddelere antikolinesterazlar adı verilir.
Les muscles de squelette sont stimoMs d'aprs l'inportance de sa fonc-tion par les fibres de nerf en nombre changeant, au croisement de nerf muscle, la transpotion se fait par un inter ınklisire chimique, cette subtance est asetilkolin. On appelle antikolinesterase les matires qui ont une influence sur la transpotion. Parce qu'elles suppriment son influence en se composant avec solinestrase au croisement de nerf-muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
Ruhuşen Kutlu, Nur Demirbaş, Tuğba Yazıcı, Nazan Karaoglu
Araştırma makalesi
Özeti
Sigara İçenlerde Psikolojik Bağımlılığın Ve Sigara İçme İsteğinin Bırakma Başarısı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The Effects Of PsychologIcal AddIctIon And SmokIng Urge On The Success Of SmokIng CessatIon
Amaç: Sigaraya fiziksel bağımlılık kadar psikolojik bağımlılık ve sigara içme arzusu da önemlidir. Bu çalışmanın
amacı sigarayı bırakmak isteyen kişilerin bağımlılık düzeyleri ve sigara içme arzularının bırakma başarıları üzerine
etkilerinin değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Kesitsel tipte analitik bir çalışma olan bu araştırma 10 Ocak 2020-30 Nisan 2020 tarihleri
arasında sigara bırakma polikliniğine başvuran kişilerde yapıldı. Katılımcıların sosyodemografik bilgi formu,
Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT) ve Sigaranın Psikolojik Bağımlılığının Değerlendirilmesi Testi (SPBDT)
ölçekleri uygulandı ve Karbon monoksit (CO) düzeyleri ölçüldü. Motivasyonel görüşme yapıldı ve gerekli ise
tedavileri düzenlendi. Bir ay sonra kontrole çağrılan hastaların tekrar CO düzeyleri ölçülerek Sigara İçme Arzusu
Ölçeği (SİAÖ) uygulandı. CO düzeyi 5 ppm ve üzerinde olanlar si garayı bırakamadı olarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan 176 sigara içen hastanın yaş ortalaması37,68±11,89 yıl ve %81,3’ü erkekti. Sigara
tüketim paket/yıl ortalaması 23,42±16,06, FNBT ortalaması 6,13±2,39 ve CO 13,33±6,31 ppm idi. SPBDT ölçeği
puan ortalaması 15,19±2,63 (8-24) puan bulundu. FNBT puanına göre hastaların %41,5’i yüksek düzeyde bağımlı,
SPBDT puanına göre %6,8’i (n=12) ciddi bağımlı idi. Bir ay sonra kontrole gelen hastaların kontrol CO düzeyi
5,03±3,03 ppm olarak bulundu. Buna göre hastaların %67,6’sı sigarayı bırakamamıştı ve ortalama SİA puanı
33,56±15,71 idi. Sigarayı bırakanların FNBT, SPBT ve SİA ölçeği ortalama puanları, sigarayı bırakamayanların
FNBT, SPBT ve SİA puanlarına göre istatistiksel olarak anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla p=0,015, p<0,001
ve p=0,025).
Sonuç: Sigaraya psikolojik bağımlılığı fazla olanların sigara bırakma başarısı düşük olmaktadır. Sigara bırakma
polikliniklerine başvuranların nikotin bağımlılığı gibi psikolojik bağımlılıkları da değerlendirilmeli ve motivasyonel
görüşmeler sırasında sigara içme arzusu ile baş etme yolları an latılmalıdır.
Aim: Psychological dependence and smoking desire are as important as physical dependence on smoking.
The aim of this study is to evaluate the effects of the addiction levels and smoking urge of people who want
to quit smoking on their success.
Patients and Methods: This study, which is a cross-sectional analytical study, was conducted people who
applied to a smoking cessation clinic between 10 January 2020 - 30 April 2020. Sociodemographic information
form, the Fagerström Nicotine Dependence Test (FNDT) and the Test for the Assessment of the Psychological
Addiction of Smoking (APAS) were applied and CO levels were measured. Motivational interviews were made
and treatments were arranged if necessary. The Carbon monoxide (CO) levels of the patients who were called
for control one month later were measured and the Questionnaire of Smoking Urges (QSU) was applied.
Those with a CO level of 5 ppm and above were considered to be unable to quit smoking.
Results: The average age of 176 patients participating in the study was 37.68±11.89 years and 81.3% were
male. The mean of cigarette consumption per pack was 23.42±16.06, the average FNDT was 6.13±2.39
and the CO was 13.33±6.31 ppm. APAS scale mean score was 15.19±2.63 points. According to the FNDT
score, 41.5% of the patients were highly dependent, and 6.8% according to the APAS score were severely
dependent. Control CO level of the patients who came for control one month later was found to be 5.03±3.03
ppm. Accordingly, 67.6% of the patients could not quit smoking, and the mean QSU score was 33.56±15.71.
FNDT, APAS and QSU scale mean scores of those who quit smoking were statistically significantly lower than
those who did not quit smoking (p=0.015, p<0.001 and p=0.025, respectively).
Conclusion: Those who are high psychological dependence to smoking have low success to quitting smoking.
Psychological addiction such as nicotine addiction of those who apply to smoking cessation clinics should be
evaluated and ways of coping with smoking desire should be expl ained during motivational interviews.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Estrojen Ve Progesteron Tedavisi Yapılan Ovariektomill Sıçanlarda Ritodrin Ve Nikardipinin Tokolit.ik Etkilerinin Karşılaştırılması
Mehmet Kılıç, Ayşe Saide Şahin, Kısmet Esra Atalık, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Estrojen Ve Progesteron Tedavisi Yapılan Ovariektomill Sıçanlarda Ritodrin Ve Nikardipinin Tokolit.ik Etkilerinin Karşılaştırılması
ComparIson Of Tocol_ytIc Effects Induced By RItodrIne And NIcardIpIne In OvarIectomIsed Rat Treated WIth Ist-Rogen And Progesterone
izole sıçan uterusunda yapılan bu in virrt) çalışmada, kasıcı ajan olarak kullanılan asetilkolin 114). ak-sitosin (100 ınUlml) ve KC1 (80 tıni,UL, btı,,;11 kastlinalunn ritodrin ve nikardipin gibi uterıts gerşetici hibisyonunda hormonal durumdaki değğinılerin eı.kinki,q araştırılmıştır. Kontrol grubundaki 1-ıavvatılura çalışmada /2 24 saat önce 1 ınglkg dozunda estradiol benzont bir grup sıçanda ise ovariekronıi yupıldıknın sonra 9. - /2. günler arası estradiol benzoat (1 tugıkg.,,,,iiııı re 13. - günler arast da yukarıda belirtilen dozda estrojenle progesteron (1 mg/kgigibıl ıtygulanınışur. Dokular temparatürii 37 'C'de sabit tutulan ve karboten ile sürekli gazlandırılan de Jalon soliisyontı içerisine ainırmş ve ce-vaplar izotonik olarak kaydedilmişrir. Kontrol ve ovariektonıi yapılan sıçan ,fır-ırplaruıda ase-tilkoline ait p132 değerleri arasında anlamlı bir fark bu-lunamamıştır. Asetilkolinle elde edilen kasılnıaların üç farklı konsantrasyonda ritodrin veya nikardipink <10-- 8,10-7,10-6 _M) inhibi.syonunda. ritodrin deneme grubunda daha etkin bulunmuştur. Submaksimal konsantrasvonda (3.10-5 M) uygulanan asetilkolhıe ba;t:,fr kasdına ce-vaplarında ritodrinie elde edilen % maksimum gevşente cevapları _farksız olduğu halde deneme grubunda ritodr-in için hesaplanan IC50 ve 11,2 de.1.-f.erleri daha düşük bu-lunmuştur. Benzer durum nikardipin-ıseıilkolin et-kileşmesi için de geçerlidir. Ritodrin veya nikardipin 10-7. 3.Ifı 10-" oksitosinle elde edilen kasılma cevaplarını denenıe gru-bunda daha güçlü bir şekilde anıagoni:c etmiştir. Benzer şekilde potasyum kloriirle elde £niiletı 4-ısıbıut vaplarının inhibisyonunda tia nikardipin deneme gru-bunda daha etkin bulunmuştur. Sonuçlar, ritodrinin asetilkolin ve oksitosinle elde edi-len kasdniaları deneme grubunda daha belirgin olarak an-tagonize ettiğini. nikardipin-asetilkolin etkileşmesinin hor-monal duruma göre farklılık gösterınedi_i;iııi. buna karşın nikardipinin oksitosin ve potasyum klorfirle oluşturuhm kasılmalart deneme grubunda daha belirgin bir şekilde in-hibe ettiğini göstermektedir. Ayrıca denenıe grubunda ok-sitosin ile oluşan kasılma cevapları üzerine nikarlipinitı inhibitör etkileri ritodrine oranla daha yüksek bu-lunmuştur.
An in vitro sıudy was designed carry out a corn-parative suni]; ta show the antagonistic effect of ritodrine and nicardipine against acetylcholine-, o.xytocin- and INCI-induced contractions in isolated t-at uterus, treated with hormones estrogen or estrogen and progesterone. ln control groups rats were treated with 1 nıglkg est-radiol benzoat 24 hrs. prior ta excision of uterus. On the other hand. the trial group of reis were ovariectomised 9. - 12. davs before estradiol benzoat treatment and tü the sanıe group of rats estradiol benzoat plus progesteron was administered between 13. - 16. clays. The two horns of the ııterus were placed irı isolated organ baths containing de Jalon solution maintained at 37 'C and aerated with 95 % and 5 % CO2 gas mixture. In both control and ovariectomized rats, pD2 values of aceıyicholitıe were not statistically significant. The in-hibirion induced by ritodrine and nicardipine (10-8, 10-7, 10.-" M) in the contractions initiated by acerylcholine was evaluated. Ritodrine was Pim(' ta be more effective on the trial group. Mat-imal percent relaxations caused by ri-todrine and nicardipine were similar in the preparations precontracted by submaximal concentration of acetyl-eholine (3.10-5 Al'). In trial group IC50 and t112 values of ritodrine and nicardipine were than those of control groııps. The inhibition of orytocin-induced contractions by ri-todrine and nicardipine was more protıounced in trial group than control group. Similarly, the inhibition of KCI-induced contraction by nicardipine was clearly more ef-fective on trial group. Results showed that acetyicholine- and oxytocin-induced contractions were antagonized more ellectively by ritodrine in trial group. Tvvo dijferent hormonal tre-anwents did not affect nicardipine-acetylcholine in-teraction, however, oxvtocitı- and KCI- induced cont-ractions were Inhibited by nicardipine more clearly irt control group. Furthermore, in trial groups the inhibitory effect of nicardipine orz oxytocin-induced contractions was greater thall those of ritodrine.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
Yusuf Türköz, Mustafa Çekmen, Remzi Gökdeniz, Fikret Özuğurlu
Araştırma makalesi
Özeti
Preeklampsili Gebelerde Maternal Ve Fetal Eritrositlerde Antioksidan Enzim Düzeylerinin Araştırılması
InvestIgatIon Of AntIoxIdant Enzyme Levels In Maternal And Fetal Erythrocytes In Pregnants WIth PreeclampsIa
Amaç: Serbest radikaller tarafından oluşturulan lipid peroksidasyonun, preeklampside olası patolojik faktörlerden biri olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmada; preeklampsili hastalarda gebeliğin üçüncü trimesterinde, maternal ve fetal dolaşımdaki eritrositlerin antioksidan enzim aktivitelerini ölçmede amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: İlk hamileliğinin üçüncü trimetrisinde olan 30'u preeklampsili, 31'i normal tansiyona sahip gebe kadınlardan alınan maternal ve umblikal ven kanlarında plazma ve eritrosit içi glutatyon Peroksidaz (GSH-Px), Katalaz (CAT) ve Superoksit Dismutaz (SOD) aktiviteleri incelendi. Sonuçlar: Kontrol grubu ile preeklampsili hasta grubu arasında; yaşları ve gebelik haftası açısından bir fark bulunmamaktaydı (p>0.05). Preeklampsili hastaların maternal dolaşımında; eritrosit içi GSH-Px ve SOD düzeylerinin kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu (sırasıyla 1857+13.2'e karşı 1387±123.8 U/gHb ve 2593.2±330.7'ye karşı 2041±200.3 U/gHb; p<0.01), CAT düzeyinin ise daha düşük olduğu (71.2±18.1'e karşı 137.3±27.1 K/gHb; p<0.01) tespit edilmiştir. Umblikal dolaşımında, eritrosit içi SOD düzeyinin, preeklampsili hastalarda, kontrol grubuna oranla daha yüksek olduğu (18.18.5+151.5'e karşı 1535.8±169.2 U/gHbx p<0.01), buna karşılık CAT ve GSH-Px düzeyleri açısından aralarında bir fark bulunmadığı gözlenmiştir (sırasıyla 84.8±14.3'e karşın 97.1 ±31.8 K/gHb ve 1207.5+117.5'e karşın 1211.4±107.7 U/gHb; p>0.05). İstatistik! incelemelerde bağımsız t testi kullanılmış ve p<0.05 değeri anlamlı olarak kabul edilmiştir. Tartışma: Bu çalışmadan elde edilen veriler, preeklampsili gebelerde artan oksidatif stresin, hem maternal hemde fetal dolaşımda; reaktif oksijen türlerine karşı koruyucu bir savunma mekanizmasının gelişmesi ile sonuçlandığını göstermektedir. CATise preeeklampsi vakalarında gelişen bu koruyucu etkiye katkıda bulunmamaktadır.
Aim: Free radical induced lipid peroxidation has been suggested as a possible pathogenic factor of preeclampsia. İn this study, we were aimed to measure antioxidant enzyme activity in erythrocytes in maternal and fetal circulation in preeclamptic patients in the third trimester. Material and metod: Maternal and umblical venous blood were obtained from thirty preeclamptic and thirty-one normotensif women with singletton pregnancy in the third trimester. The activites of glutathione peroxidase (GSH-Px), catalase (CAT) and superoxide dismutase (SOD) were determined in plasma and erythrocytes. Results: Patients ages and gestational weeks were not different in both groups (p>0.05). İn maternal erythrocytes of patients with preeclampsia, whilst GSH-Px and SOD levels were significantly higher than control (1857±13.2 vs 1387±123.8 U/gHb and 2593.2+330.7 vs 2041+200.3 U/gHb; p<0.01, respectively), CAT levels were significantly lovver (71.2±18.1 vs 137.3+271 K/gHb; p<0.01). Although, SOD levels in umblical erythrocytes of patients with preeclampsia were significantly higher than control (1818.5±151.5 vs 1535.8±169.2 U/gHb; p<0.01), CAT and GSH-Px levels were not different (84.8+14.3 vs. 97.1±31.8 K/gHb and 1207.5±117.5 vs 1211.4±103.7 U/gHb;p>0.05, respectively). Independent t test was used for statistical analysis. p<0.05 was accepted as significantly. Conclusion: The results demonstrate that increase in oxidative stress in preeclampsia results in development of defence mechanism both in maternal and fetal circulation to protect against reactive oxygen species. CAT has no impact on this protective effect in preeclampsia.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperbilîrubinemi Nedeniyle Tedavi Olan Vakalarda Nörolojik Gelişme Ve Odyolojik Muayene Sonuçları
Osman Başpınar, Bilge Kutluhan Aksu, Güner Karatekin, Asiye Nuhoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperbilîrubinemi Nedeniyle Tedavi Olan Vakalarda Nörolojik Gelişme Ve Odyolojik Muayene Sonuçları
NeurologIc Development And OdyometrIc FIndIng At The TherapIed Neonatal HyperbIlIrubInemIa
Klasik bilirubin toksisitesi olan kernikterus tablosunun ağırlığına karşın bazı vakalarda tek beşına mevcut olabilen ince nörolojik defisitler, hastalığın geniş bir yelpaze şeklinde bulgu verdiğini düşündürür. Çalışmamıza hiperbiliru- binemi nedeni ile yenidoğan döneminde tedavi olmuş 159 hasta, (%61.1 erkek, %38.9 kız, ortalama yaş 24.6+13.11 ay, ortalama pik bilirubin değerleri 20.07±4.85 mg/dl) alındı. Total bilirubin (Tb), 15 - 19.9 mg/dl olan 97 hasta grup I; Tb, 20-24.9 mg/dl olan 41 hasta grup II; Tb, 25-29.9 mg/dl olan 15 hasta grup III; Tb > 30 mg/dl olan altı hasta grup IV olmak üzere hastalar dört gruba ayrıldı. Hastaların hepsine Denver Gelişimsel Tarama Testi ve 46’sına da odiyogram uygulandı. Belirlenen nörolojik anomalilerin bilirubin düzeyleri ile uyumlu gittiği görülme sine rağmen, daha düşük derecedeki bilirubin değerlerinde de problem olduğu görüldü. Asyalı çocuklarda ikter tedavisi halen sorunlu bir konudur ve toksik bilirubin düzeylerini belirlemek üzere başka çalışmalar yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Classic kernicterus or the neurotoxicity of neonatal hyperbilirubinemia is known well, but the pathological jaundice may show itself vary different subtle neurological dysfunction at the some patients. 159 patients male 61.1 %, female 38.9 %, mean age, 24.6±13.11 months, peak bilirubin levels 20.07±4.85 mg/dl uho had therapied neona tal hyperbilirubinemia were studied. Newborns with serum total bilirubin levels of 15a-19.9 mg/dl in 97 patients (group I), 20-24.9 mg/dl in 41 patients (group II), 25-29.9 mg/dl in 15 patients (group III), and > 30 mg/dl in six patients (group IV) were accepted. V/e performed Denver Test ali patients and performed odiogram test 46 patients. We determined that subtle neurological abnormalities and high bilirubin levels correlate each other. However, we showed that group I and II had some problematic findings lesser degree than group III and IV. Management of jaundice in the Asian nevvborn is stili problematic and we need a lot of studies about toxic biliru bin levels.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subclavian Arter Yaralanmaları
Araştırma makalesi
Özeti
Subclavian Arter Yaralanmaları
InjurIes Of The SuhclavIan Artery
1982-1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Kalp Dama• Cerrahisi Kliniginde omz bolgesi travmasina baglt 10 arteriyel yaralanma va-kast cerrahi olarak tedavi edildi. Vakalann 31inde ilave olarak hentopnornotoraks, 5 vakada venoz va-ralanma mevcuttu. Tedavi goren 8 vakada klinik ve • anjiografik tam 4.ifa izlenirken 2 vaka hipovolemik s•ok sehehiyle kaybedildi.
Between 1982 and 1995, ten patients who had vascular injuries of the subclavian artery were ope-rated. Five of them were combined with venous in-juries and three had hemopneumothorax. Clinically and angiog•aphically improving was obtained in 8 patient and two cases were lost owing to hypo-volemic shock.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Subclavian Arter Yaralanmaları
Araştırma makalesi
Özeti
Subclavian Arter Yaralanmaları
InjurIes Of The SuhclavIan Artery
1982-1995 tarihleri arastnda Seljuk Universitesi Tip Fakiiltesi Kalp Dama• Cerrahisi Kliniginde omz bolgesi travmasina baglt 10 arteriyel yaralanma va-kast cerrahi olarak tedavi edildi. Vakalann 31inde ilave olarak hentopnornotoraks, 5 vakada venoz va-ralanma mevcuttu. Tedavi goren 8 vakada klinik ve • anjiografik tam 4.ifa izlenirken 2 vaka hipovolemik s•ok sehehiyle kaybedildi.
Between 1982 and 1995, ten patients who had vascular injuries of the subclavian artery were ope-rated. Five of them were combined with venous in-juries and three had hemopneumothorax. Clinically and angiog•aphically improving was obtained in 8 patient and two cases were lost owing to hypo-volemic shock.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Işıl Yurdaışık
Araştırma makalesi
Özeti
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The EffIcacy Of Computed Tomography AngIography In BraIn Death
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yıkanmış Spermle İntrauterin İnseminasyon Ve Gebelık
Cemalettin Akyürek, Metin Çapar, Salim Güngör, Mahmut Baykan, Hikmet Karabacak
Araştırma makalesi
Özeti
Yıkanmış Spermle İntrauterin İnseminasyon Ve Gebelık
Sperm Washed Lnatero InsemInalIon And Pregnancy
Bu çalışmada 5 gruba ayrılan 36 infertil hastaya toplam 56 kez yıkanmış spermle inutero inseminas-yon yapılarak 8 gebelik elde edilmesi takdim edil-miştir. Yıkanmı,g spermle uygulamanın oligo-astenospermi,- impotans, immunolojik infenilite, za-yıf postkoital test, anatoınik güçlüklere bağlı kıstrlık vakalarında olumlu sonuçları bildirilmektedir. Bi-zim çalışmamızda en iyi sonuç izah edilmeyen in.- fertilitede alınmıştır. Hastalardan 6'st canlı çocuk sahibi olmuşlar, 2 gebe izienınektedir. İstatistiki o-larak sonuçlar anlamlı bulunmamıştır. Herşeye rağmen metodun infertil çiftlerde belli bir oranda yararlı olacağı düşünülmektedir.
In this study, 36 patients sufteering from infenility were divided into 5 groups and verin washed inutero insemination applied on each of them and 8 of these resulted in pregnuncv. Sperm washed application was fourıd to have positive results in case of oligo-asthenospermia, impotancy, irnınunological inferti-impaired post coital test and anatomical defects. in our mudy we obtained the best result in cases of infertiliry of unknown etiology. 6 of the patients had given binh to healthy babies, 2 pregnancies are stili being monitored Results were not found to be statis-tically significant . This application is anyway thoughtbe useful for infertile couples at a certain rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Midazolam İnfüzyonu Ve Halotan Anestezisinin Karack;er Fonksiyonları Üzerıne Etkilerinin Karşılıklı Değerlendırılmesı
Yaman Özyurt, Şeref Otelcioğlu, Selmin Ökesli, A. Feyza Ünal
Araştırma makalesi
Özeti
Midazolam İnfüzyonu Ve Halotan Anestezisinin Karack;er Fonksiyonları Üzerıne Etkilerinin Karşılıklı Değerlendırılmesı
The EvaluatIon Of The Effects Of MIdazolam InfusIon And Ilalothane AnesthesIa Ta LIver FunctIons
Çalışmamış. elektif cerrahi girişim tasarlanan 20 kadın, 11 erkek, toplam 31 olgsıyu kapsamak-:acil,. ASA 1-11 sun/Tan:asma uygun olgular, operasyon öncesi gece P.O. Diazepam ve Antistine; 35- 40 dak. önce I.M. Diazepam ve Atropin ile premedike edildiler. Artestezi indüksiyonu 50 mg Peihidin 11C1, 0.2 mg/kg Midazolam ve I mg1kg Süksinil kolin ile gerçekleştirildi. Olguların 18'inde (Grup 1) %50 02, %50 N20 ve 7 rnglsaat Midazolam infüzyonu ile, lründe (Grup Il) %50 02, %50N20 ve %1 Ilalotan ile anestezi idamesi sağlandı. Tüm olgularda kas gevşenzesi arzulandağında 0.1 mgIkg Vercu-ronium bromide kullanıldı. Olgulardan operasyon öncesi ve sonrasında 6. saatte, 2. gün ve 5. günlerde steril şartlarda uygun bir periferik venden kan alınarak SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz'ın serum seviyeleri öküldii. Eler iki anestezi uygulanurunın karaciğer fonksiyonları üzerine olan etkileri değerlendirildi. Iki grupta da pre-operatif ve ostoperatif SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz dPğerlerinde anlamlı bir fark olmadığı görüldü tp>0_05). Kendi bulgularunız ve literatür sonuçlarına göre Iklotan'ın iyi seçilmiş olgularda rahatlıkla kul-lanılabileceği, Midazolant'ın ise karaciğer üzerine toksik etkisi bulunmadığından, Halotan kullanımı sakıncalı olgularda infüzyortunun tercih edilebileceği kanısına varıldı.
This stiıdy was undertaken in 20 female and 11 mak, a Lola! of 31 patients scheduled for elective surgical procedure. Prentedication was with diazeparn and aniisiine orally the night before and atropin and diazeparn 30 to 45 minutes preoperatively. Anesthesia was induced with Pethidin 11CI (50 mg), Midazolam (0.2 ntglItg) and Succinyl coline (1 mg/kg) and rnainiained using 50% 02, 50% N20 and Mi&zolarn infusion (7 mg1h) in 18 patients (Group o and 50%02, 50% N20 and 1% Ilalotharte in 13 patients (Group 11). In order to produce mucle relaxation, Vercroniunt brornide (0.1 rngikg) was used in etli patients. Ey using steril technique, prepheral venous puncture was perforrnad and blood samples were obtained to determine serum SGOT, SGPT and alkaline phosphatase mlevels preoperatively, 6 hours after operation and on the 2" and 54 posioperative days. The effects of anesthesia technique ta liver functions were evaluated and there was no signıficant difference in preoperative and postopera-live serum SGOT, SGPT and alkaline phosphatase levels in each group (p>0.05). bVe concluded that in certain patients Ilalothan has no hepatolixic effect and Midazolam infusin is preferable in high risc patients if it is desired to avoid using Ilalothane.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Sema Tuncer, Hülagü Barışkaner
Araştırma makalesi
Özeti
Narkotık Analjezıklerın Kullanımı
Use Of Narcotıc Analgesıcs
Bu gruptaki ilaclar, oldukca yaygm olarak sant-ral sinir sistemi üzerine depressif etki yaparlar ye az veya cok hepsinde Hag bagimliligt yapma po-tansiyeli mevcuttur. Narkotik analjeziklerin an-tipiretik ve antiinflamatuar etkileri yoktur. Opioidler yiiz yillardir cerrahi ile olu§an agriyi azaltmak, kro-nik agnsi bulunan hastalarda agrilanni hafifletmek, anksiyeteyi yati§tirrnak icin kullanilmaktadir. Sa-dece premedikasyon icin kullanilmayip, cerrahi ye anestezi siiresince ye sonrasinda analjezik olarak da tercih edilmektedir. Opiat sozcugunun sadece papaver somniferum'dan elde edilen morfin, kodein ye papaverin gibi maddeleri. opioid sozciiktiniin ise biitiin grubu ifade etmekte kullanilmasi daha uygundur.
Drugs in this group often have a depressive effect on the central nervous system and more or less all of them have the potential to cause Hag addiction. Narcotic analgesics do not have anti-typiretic and anti-inflammatory effects. Opioids have been used for hundreds of years to relieve pain caused by surgery, to relieve pain in patients with chronic pain, and to alleviate anxiety. It is not used only for premedication, but also as an analgesic after surgery and anesthesia. Substances of the opiate word such as morphine, codeine and papaverine obtained only from papaver somniferum. The opioid word is more appropriate to refer to the complete group.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Oksitosin İle Kontrakte Edilen İzole Gebe İnsan Myometriyumuna Klaritromisinin Etkisi
Hüsnü Çelik, Ekrem Sapmaz, Ahmet Ayar
Araştırma makalesi
Özeti
Oksitosin İle Kontrakte Edilen İzole Gebe İnsan Myometriyumuna Klaritromisinin Etkisi
The Effect Of ClarIthromycIn On The Isolated Pregnant Women Myometrlum Contracted By Oxytocln
Amaç: İzole insan miyometrium örneklerinde oksitosin ile uyarılmış kontraksiyonlar üzerine klaritromisin etkisinin araştırılması. Gereç ve Yöntem: Sezaryan operasyonu sırasında alınan 15X3 mm boyutlarında miyometrium örnekleri oksitosin ile uyarıldı. Sırasıyla 0.5mg/ml (Grup I) ve 1mg/ml (Grup II) konsantrasyonda olmak üzere klaritromisinin iki farklı dozu ve plasebo(Grup lll)'nun kontraksiyonların amplitüt ve frekansı üzerine olan etkileri belirlenerek sonuçlar değerlendirildi. Bulgular: Klaritromisinin iki farklı dozunda amplitütlerde doz ve zaman bağımlı bir inhibisyon, frekansta ise zaman ve dozdan bağımsız bir artış tespit edildi (P<0,05). Plasebo uygulanan grupta frekans ve amplitütlerde anlamlı bir değişiklik bulunmadı. Sonuç: İnvitro ortam şartlarında klaritromisinin doz ve zaman bağımlı olarak kontraksiyonların amplitütlerini inhibe ettiği, frekanslarını ise doz ve zamandan bağımsız olarak arttırdığı tespit edildi.
The aim of this study was to investigate the effect of clarithromycin on the isolated pregnant human myometrium contracted by oxytocin. The myometrium strips (15X3 mm in size) were obtained during caesarean section. Different concentration of drug; 0.5 mg/ml (Group I) and 1 mg/ml (Group II) was used and no drug was applied to the placebo group (Group III). The two different doses of clarithromycin inhibited the amplitudes, the inhibition was dose and time dependent. Hovvever the frequency was increased independent of dose and time. No changes was observed in both amplitude and frequency of the placebo group. İn conclusion, clarithromycin dose dependently inhibits the amplitude of contractions but also increases frequency of contractions induced by oxytocin in human myometrial strips in vitro.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kuvvet Antrenmanı Sonrası Adolesanlarda Bilişsel İşlevlerde Bozulma
Melda Pelin Yargıç, Leyla Aydın, Kenan Erdağı, Erhan Kızıltan
Araştırma makalesi
Özeti
Kuvvet Antrenmanı Sonrası Adolesanlarda Bilişsel İşlevlerde Bozulma
Cognıtıve Deterıoratıon Followıng Strength Traınıng In Adolescents
AMAÇ: Çalışmalar düzenli aerobik egzersizin dikkat, yürütücü işlevler, hafıza ve işleme hızı gibi bilişsel fonksiyonların çeşitli yönlerini geliştirdiğini göstermiştir. Ancak, elit düzeyde kuvvet egzersizinin ergenlik döneminde bilişsel işlevi nasıl etkilediği açık değildir. Bu çalışmanın amacı, yüksek antrenmanlı adolesanlarda tek seans kuvvet egzersizinin bilişsel fonksiyonları nasıl etkilediğini tespit etmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Halter branşı kuvvet egzersizi ağırlıklı antrenmanlar içermektedir. Bu nedenle çalışmaya, 18 yaş altı 25 elit kadın halterci dahil edildi. Katılımcılara, tek seans halter antrenmanının öncesi ve sonrasında, motor beceriyi değerlendirmek için parmak vuru testi (PVT), bilişsel fonksiyonlardan dikkati sürdürme ve yürütme fonksiyonlarını değerlendirmek için basit-görsel reaksiyon zamanı (B-GRZ), kompleks-görsel reaksiyon zamanı (K-GRZ), basit tanıma-görsel reaksiyon zamanı (BT-GRZ) ve kompleks tanıma-görsel reaksiyon zamanı (KT-GRZ) testleri uygulanmıştır.
BULGULAR: Egzersiz sonrası haltercilerin ortalama KT-GRZ süresinde uzama ve BT-GRZ ile KT-GRZ testlerinde ise doğru cevap oranlarında azalma bulundu (sırasıyla p<0.01 ve p<0.05). PVT verileri bakımından egzersiz öncesi ve sonrası değerleri arasında anlamlı bir farklılık yoktu (p> .05).
SONUÇ: Elit adolesan kadın haltercilerde tek seanslık kuvvet egzersizi sonrası bilişsel fonksiyonlar bozulmaktadır. Gelecek çalışmalarda halter antrenmanının oluşturduğu bu bozucu etkinin ne kadar süre boyunca etkili olduğunun araştırılması uygun olacaktır.
OBJECTIVE: Studies have demonstrated that regular aerobic exercise improves several aspects of cognition such as attention, executive functions, memory and processing speed. However, it is not clear how elite-level strength training affects cognitive function during adolescence. The aim of this study was to determine how a single session of strength training affects cognition in highly trained adolescents.
METHODS: Motor functions, ability of sustaining attention and executive functions of 25 elite female weightlifters were evaluated through finger tapping performance, simple visual reaction time (S- VRT), complex visual reaction time (C-VRT), simple recognition visual reaction time (SR-VRT) and complex recognition visual reaction time (CR-VRT) tests. Weightlifters were tested before and after a training session.
RESULTS: There was a significant increase in mean CR-VRT of weightlifters after training (p<.01). In SR-VRT and CR-VRT tests, rate of false answers increased significantly after training (p<.05). Total number of taps and mean inter-tap intervals did not show any difference among weightlifters before and after training (p>.05).
CONCLUSION: Adolescent weightlifters’ executive functions are deteriorated following a training session. In future studies, the duration of this deteriorating effect of strength training can be investigated.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipertiroidili Ve Iıipotiroidili Hastalarda Serum Fruktozamin, Total Proteın, Albumin Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
Mustafa Yöntem, Mustafa Ünaldı, Mehmet Gürbilek, İsmail Öztok, Mehmet Aköz, İdris Akkuş, Recep Gökçe, Hüseyin Uysal
Araştırma makalesi
Özeti
Hipertiroidili Ve Iıipotiroidili Hastalarda Serum Fruktozamin, Total Proteın, Albumin Değerlerının Normallerle Karşılaştırılması
The ComparIsIon Of Serum FructosamIne, Toto! ProteIn, AlbumIn Levels HyperthyroId, HypothyroId And Healthy Subjects
Hipertiroidili 42, hipotiroidili 12 hasta ile 35 sağlıklı kişide Serum frukwzamin, protein ve albu-min analizleri yapılmıştır. Bu parametreler hiperti-roidili gupta sırasıyla 1.99 ± 0.27 mmol/L, 7.70 ± 0.98 gidi, 4.65 ± 0.65 gidi; hipotiroidili grupta ise 2.19 ± 0.44 mınoilL, 7.64 ± 0.98 grIdl, 4.70 ± 0.69 gridl; normal grupta ise 2.20 ± 0.47 mmol/L, 7.88 ± 0.84 gidi, 4.79 ± 0.73 gidi olarak bulun-muştur. Bu sonuçlara göre fruktozamin (p<0.025) düzeyi hipertiroidili grupta normal gruba göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Diğerp arametre düzeyleri hipertiroidi ve hipotiroi-dide normal grup değerlerine yakındır. Serum Fruk-tozarnin-T.Protein, Serum fruktozamin-albumin arasında pozitif - bir korelasyon bulunmuştur. (r = 0.305, 0.365, t = 2.03, 2.482). Bu bulgular lite-ratiirk karşılaştırılmıştır.
Hyperthyroid and hiypothyroid patients serum were analyzed for fructosamine, total protein and al-bumin. These values were compared with those of healthy subjects. Serums were obtained from 35 nor-mal healthy and 42 hyperthyroid, 12 hypothyroid pa-tients. Hyperthyroidic people serum levels were: fructosamine 1.99 ± 0.27 mmoIlL, total protein 7.70 ± 0.98 gldl, albumin 4.65 ± 0.63 gidi. The ser-um levels of patients with hypothyroidic were: fruc-tosamine 2.19 ± 0.44 ınnzoliL, total protein 7.64 ± 0.98 gldl, albumin 4.70 ± 0.69 gidi; normal healthy people serum levels were: fructosamine 2.20 ± 0.47 mmol/L, total protein 7.88 ± 0.84 gidi, albumin 4.79 ± 0.73 gidi. Fructosamine values of hyperthyr-oid patients were lower than those of healthy sub-jects (p<0.025). Total protein and albunıin levels of the patients were normal. A positive correlation was found bctween fructosamine and total protein (r 0305, t = 2.03) and fructosamine and albumin (r = 0.365, t = 2.482). This findings were compared with tlwse of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gorme Kaybıyla Seyreden Bır Konversıyon Olgusu
Nazmiye Kaya, Betül Altuğ, Hasan Herken, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Gorme Kaybıyla Seyreden Bır Konversıyon Olgusu
A ConversIon Fact WhIch Goes Along WIth The Loss Of SIght
Konversiyon bo:uklugu is cattpnalar SO1114(1110(1 hicbir medikal hastaltkla actklanamayan vficut fonk-siyonlartmn kaybt ya da Bu .vartda nadir godlier, Orme kaybsyla seyreden, stresle 114-kill. tekrarlayut bir konversiyon olgusu su-nrilmmitur.
As a result of the intrapsychic struggles, con-version disorders is the loss of change of the body functions which cannot be evlained by no medical illness. In this passage. a repetitious conversion fact is submitted. This conversion is related to the stress which goes a long with the seldomly seen loss of sight.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kardiyak Kitlelerde Radyolojinin Rolü Nedir? Farklı Tanıların Görüntüleme Bulguları
Cengiz Kadıyoran, Pınar Didem Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Kardiyak Kitlelerde Radyolojinin Rolü Nedir? Farklı Tanıların Görüntüleme Bulguları
What Is The Role Of RadIology In CardIac Masses? ImagIng FIndIngs Of DIfferent DIagnoses
Amaç: Kardiyak kitleler nadir görülür; neoplastik ve neoplastik olmayan olarak sınıflandırılır. Kardiyak
kitlelerin tanısında ve cerrahi planlanmasında farklı görüntüleme yöntemleri hayati bir rol oynamaktadır.
Ekokardiyografi, kitle tespitinde birincil yöntemdir. Kardiyak kitleleri tespit etmek ve takip etmek için
bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) kullanılır. Bu çalışmada nadir
görüle