Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
Memet Taşkın Eğici, Sedat Altın, Yusuf Üstü, Mehmet Uğurlu, Güven Bektemür
Araştırma makalesi
Özeti
Sağlık Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanelerinde Performansa Dayalı Ek Ödeme Sorunları
The Performance Based Supplementary Payment System Issues In The HospItals For Chest MedIcIne
Bu çalışmada Performansa Dayalı Ek Ödeme Sistemi’ nin (PDEÖS) Sağlık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren ikinci ve üçüncü basamak göğüs hastanelerindeki uygulamaları karşılaştırılarak yaşanan problemlerin tespiti ve çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu kesitsel çalışmada göğüs hastalıkları alanında faaliyet gösteren 7 devlet hastanesi ile 4 eğitim ve araştırma hastanesinde performans ödemelerine ilişkin uygulamalar incelenerek ilgili veriler değerlendirilmiştir. 2008 Ocak ayında hasta yükü en fazla 7 göğüs hastalıkları hastanesinde aylık toplam 28.783 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 604.461 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişim puanı oranı % 47 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 32 poliklinik hastası ve 1.310 performans puanı hesaplanmıştır. Buna karşın, 4 göğüs eğitim ve araştırma hastanesinde aynı dönemde 38.962 hastaya poliklinik hizmeti verilmiş ve toplam 818.926 muayene puanı elde edilmiştir. Toplam muayene puanı / toplam girişimsel işlem puanı oranı % 36 olarak bulunmuştur. Uzman hekim başına günlük 16 poliklinik hastası ve 931 performans puanı hesaplanmıştır. Üçüncü basamak hastanelerde eğitim faaliyetleri ve ikinci basamak hastanelere nazaran daha ağırlıklı verilen yataklı tedavi hizmetleri dikkate alınmalı, asistanların iş yüküne katkısını da değerlendiren puanlama sitemi kullanılmalıdır. Her iki hastane grubunun hem poliklinik hem de yataklı tedavi hizmetlerinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi de performans değerlendirmesinde yararlı olacaktır.
The aim of this proje is to compare the budgetary practice between the training and research hospital centers for the chest medicine and thoracic surgery, and to rule out the problems and the analytic suggestions of the performance based supplementary payment system. In this cross-sectional study, operating under the Ministry of Health 7 chest diseases hospitals and 4 hospitals of chest training and research hospitals, by examining the data on applications for payment of hospital performance assessed. The policlinic service was given to 28.783 patients per month at the 7 chest hospitals at which maximum number of patients are examined and maximum number of operations are performed and total of 604.461 medical examination points were obtained. The total medical examination/intervention point was found as 47 %. 32 policlinic patients and 1.310 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. After all, the policlinic service was given to 38.962 patients at the 4 education and research hospitals and total of 818.928 medical examination point was gained on 2008 January. The ratio of total medical examination to the total venture point was found out as %36. 16 policlinic patients and 931 performance points were calculated per day for each medical specialist at the second step chest hospitals. At training and research hospitals; taking into consideration training activities and to be weighted total beds treatment services, different performance evaluation methods. should be used. A detailed performance evaluation would be useful in the investigation for both group of two hospital inpatient and outpatient treatment services
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
İbrahim Fatih Karababa, Erdinç Çiçek, İsmet Esra Çiçek, Fatih Kayhan, Rüstem Aşkın
Araştırma makalesi
Özeti
Bipolar–ı Bozukluğu Olan Hastalarda Klinik Özellikler İle Hastalığın Seyri Arasındaki İlişki
The AssocIatIon Between The ClInIal Features And The Course Of The Ilness In PatIents WIth BIpolar DIsorder
Bu çalışmada, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde izlenen Bipolar-I bozukluklu hastaların hastalığın başlangıç belirtileri, tanısal sorunlar ve aldıkları ilk tanılar araştırılmıştır. Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğinde, DSM IV- TR Tanı Ölçütlerine göre BP-I bozukluk tanısı almış olan 18 yaşından büyük, en az 5 yıldır düzenli takibi yapılan hastalardan ardışık 179’u dahil edilmiştir.Hastalara konulan ilk tanılarla klinik gidiş arasındaki ilişki araştırılmıştır. 179 Bipolar-I bozukluklu hastanın 121’ine (%67.6) başlangıçta farklı tanılar (%34.1 depresyon, %24.0 şizofreni, %9.5 diğer psikiyatrik bozukluklar) konulduğu, ortalama 6.3±7.4 yıl gecikmeyle BP-I tanısı konularak duygudurum düzenleyici ilaçların kullanılmaya başlandığı bulundu. Bipolar-I bozukluklu hastalara, farklı klinik belirtilerinden dolayı yanlış tanılar konulabilmekte ve uygun tedavilerine başlanılması gecikebilmektedir. Geç tanı konulması klinik seyri olumsuz etkileyebilmektedir.
In this study, onset of the signs, diagnostic problems and first diagnosis of the bipolar type I patients followed up in psychiatry department of Selcuk University Meram Medical School Hospital were investigated. 179 patients who applied to psychiatry outpatient clinic of Selcuk University Meram Medical School Hospital, consecutively and diagnosed as Bipolar Type I according to the DSM IV Criteria were enrolled. The relation between the first diagnosis of the patients and their clinical course were investigated. 121 (67.6%) of 179 Bipolar I patients had different diagnosis at the beginning (34.1% depression, 24% schizophrenia and 9.5% other psychiatric disorders), BP-I diagnosis was established and mood stabilizer were begun with approximately 6.3 ± 7.4 years delay. Bipolar I patients can be wrongly diagnosed due to the different clinical symptoms and beginning of the appropriate treatments can be delayed. Delayed diagnosis can negatively affect the clinical course.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
Berrin Okka, Neyhan Ergene
Araştırma makalesi
Özeti
Diabetik Retinopatide Farnsworth-Munsell 100 Ton Renk Testi Sonuçları
The Results Of Farnsworth-Munsell (fm) 100 Hue Test In DIabetIc RetInopathy
Amaç: Diabetes mellitus (DM), geç komplikasyonları nedeniyle görmeyi tehdit eder ve hatta görme kayıplarına yol açar. Bu nedenle de fonksiyonel değişikliklerin erken tanısı önem kazanmaktadır. Çalışmamızın amacı DM’lu olgularda retinal hasarın erken dönemde tespiti ve hastalığın seyrini izlemede kullanılan testlerden biri olan Farnsworth-Munsell (FM) 100 ton renk görme testinin tanısal değerinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: S.Ü. Meram Tıp Fakültesi Göz hastalıkları Anabilim Dalı polikliniği ve Türk Diabet Cemiyeti polikliniğine başvurarak takip ve tedavi edilen 100 hastanın 186 gözüne ve kontrol grubu olarak belirlediğimiz 30 sağlıklı bireyin 60 gözüne FM 100 ton testi uygulandı. FM 100 ton testi sonuçlarının değerlendirilmesinde kadran analizi yöntemi kullanıldı. Sonuçların istatistiksel aıdan değerlendirilmesinde X2 testi uygulandı, P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: DM’lu grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında, DM’lu hastalarda renk görmede belirgin kötüleşmenin olduğu ve bu renk görme defektlerinin hastalığın ilerlemesi ve süresi ile doğru orantılı olarak arttığı, hakim olan renk defektinin mavi-sarı renk defekti tipinde olduğu gözlendi. Sonuç: DM’lu olgularda henüz retinopati bulguları ortaya çıkmadan renkli görmede bozukluk oluştuğu, bu defektin tespitinde FM 100 ton testinin öneminin olduğu, retinopatinin tanı ve takibinde bu testin kullanılmasının hastalığın erken tanısında önemli ölçüde yardımcı olabileceği sonucuna varıldı.
Aim: The late complications of diabetes mellitus (DM) threaten the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the eye and cause blindness. Therefore the early diagnosis has significant importance. Our aim is to evaluate the value of Farnsworth-Munsell (FM) 100 hue test which is used for retinopathy diagnosis in DM patients. Material and method: FM 100 hue test was performed on, 186 eyes of 100 DM patients which were admitted to Ophthalmology Outpatient Department of Meram Medical faculty, Selcuk University and Turkish Diabetes Society outpatient department. Fort he control group 60 eyes of 30 healthy subjects were tested. The results were evaluated by quadrant analysis method. X2 test was used as statistical method and P<0.05 was accepted as significant. Results: When results were compared, there was a significant difference for the degree of the deterioration of the color vision in DM patients which was correlated with the progression and the duration of the disease. The dominant colour vision defect was blue-yellow type. Conclusion: It was concluded that, functional loss occurs before diabetic retinopathy lesions ocur and FM 100 hue test is a valuable method for early diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
Fatma Hilal Yılmaz, Derya Çimen, Osman Güvenç, Derya Arslan, İsa Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine Başvuran İzole
ventriküler Septal Defekt Tanılı Olguların Retrospektif
olarak Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of PatIents WIth Isolated VentrIcular Septal
defect Who Came To PedIatrIc CardIology OutpatIent ClInIc
Venriküler septal defekt (VSD) doğumsal kalp hastalıkları
içinde 1000 doğumda 3-6 oranı ile en yaygın görülen kardiyak
malformasyondur. Defekt kendi kendine kolayca kapanabilen
musküler septumda küçük bir açıklıktan, kardiyak operasyonla
kapatılması gereken komplike bir lezyona kadar geniş paternde
özellik gösterebilir. Bu çalışmadaki amaç izole VSD’li vakaların
dosya tarama metodu ile uzun dönem takip ve prognoz sonuçlarının
değerlendirilmesidir. Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Temmuz 2010-Şubat 2013 yılları arasında çocuk kardiyoloji bölümüne
müracaat eden ve izole VSD tanısı olan hastaların ekokardiyografi
verileri retrospektif olarak incelendi. Ventriküler septal defektler
sırasıyla; %71.52 perimembranöz VSD (n=103), % 40.6 musküler VSD
(n=80), %9.72 çoklu defekt (n=14) şeklindeydi. Hastaların % 52.4’ünde
(n=54) VSD’nin kendiliğinden kapandığı görüldü ve %22.3’ünde
(n=23) VSD klinik izlemde kendiliğinden kapanmadığından ve kalp
yetmezliğine neden olduğu için cerrahi işlem uygulandı .Cerrahiye
verilen VSD’lerin çoğunlukla perimembranöz VSD olduğu gözlendi (%
43.4). Ventriküler septal defekt, konjenital kalp hastalıklarının en sık
görülen formudur ve soldan sağa şanta neden olarak kalp yetmezliği
yapabilir. Ayrıca VSD’li hastalarda endokardit riski artmıştır. Bu
nedenle bu hastaların yakın takibi önem arzetmektedir.
VSD is the most common cardiac malformation among congenital
cardiac diseases and ocur in 3-6 in 1000 live births. The pattern of
this defect may vary from a minor hole in the muscular septum, with
a tendency to spontaneous closure, to complicated lesions requiring
heart surgery. The aim of this study was to evaluate retrospectively
long-term follow-up results and prognosis of pediatric patients
with isolated VSD. The study was conducted in Selçuk University
Medicine Faculty Pediatric Cardiology Department between July 2010
and February 2013. The echocardiography results of the patients with
isolated VSD have been examined retrospectively. Among the included
patients, % 71.52 of cases were perimembranous (n=103), % 40.6 of
cases were muscular (n=80) and % 9.72 of cases were multipl VSD
(n=14). Spontaneous closure rate was % 52.4 (n=54). % 22.3 of the
cases required surgical closure because of heart failure. % 43.4 of
the cases that requıred surgical closure were perimembranous VSD
defects. VSD is the most common malformation of congenital cardiac
diseases and can lead to heart failure by left to right shunt. And also
the incidence of endocarditis in these patients has increased so the
follow-up of the patients is significant.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
Muhammed Emin Akkoyunlu, Nurettin Güneş
Araştırma makalesi
Özeti
Iğdır Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Olguların Sigara İçme Özellikleri
The CharacterIstIcs Of SmokIng HabIt Among PatIents Evaluated At Chest DIsease Out PatIent ClInIc In IgdIr Government HospItal
Bölgesel olarak toplumda sigara içim düzeyi ve etkileyen faktörlerin saptanması sigara içimi ile yapılacak mücadelenin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Bu amaç ile çalışmamızda Iğdır devlet hastanesi göğüs hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda sigara kullanımının sıklığını, özelliklerini, etki eden risk faktörlerini belirlemeyi ve hastaların sigarayı bırakma konusundaki görüş ve isteklerini araştırmayı planladık. 1 Aralık 2008 ile 28 şubat 2009 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 426 erkek (% 59,1) ve 295 (% 40,9) kadın olmak üzere toplam 721 hasta değerlendirmeye alındı. Çalışmaya katılan olgulara yüz yüze görüşme yöntemi ile anket formu dolduruldu. Anket formunda hastaların demografik özellikleri ve sigara içim durumları sorgulandı. Çalışmaya alınan olgulardan 102’si (% 14,1) hiç sigara içmemiş, 514’ü (% 71,3) aktif olarak sigara içmekte, 105’i (% 14,6) ise sigarayı bırakmıştı. Bayanlarda sigara içimi okuma düzeyi ile anlamlı olarak artmakta idi (p
Regionally to determine cigarette smoking level and affecting factors in a population is an important part of fighting with cigarette smoking. In this study we aimed to evaluate the smoking rates, the factors effecting on smoking and to learn the knowledges about quiting in patients who applied Iğdır Government Hospital Chest Diseaes Department. 721 patient , 426 male ( 59,1 %) and 295 female ( 40,9 %) were enrolled in the study who applied to our hospital between 1 December 2008- 2 February 2009. All patients filled the questionnaire by acting face to face. Demographic characteristics and smoking condition were asked in questionnaire forms. 102 (% 14.1) of the patients were never smoking, 514 (%71.3) of them were still smoking and 105 ( % 14.6) of them were quited. Smoking rates were increasing with education level in females (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Ahmet Yavuz, Zümrüt Mine Işık Sağlam, Ebru Kavak Yavuz, Melike Doğruel Yılmaz, Ezgi Değerli, Zeynep Karaali
Araştırma makalesi
Özeti
Yeni Tanı T İp 2 Diyabetes Mellitus Ve Prediyabetik Hastalarda Serum İrisin Düzeyleri
Serum IrIsIn Levels In Newly DIagnosed Type 2 DIabetes MellItus And PredIabetIc PatIents
Amaç: Kas hücrelerinden salınan, miyokin grubu içerisinde yer edinen, kas ile yağ dokusu arasında
mesajcı olarak görev yapan irisin hormonunun insülin direncinde, glukoz ve enerji metabolizmasının
düzenlenmesinde aktif bir rol oynadığı gösterilmiştir. Çalışmamızda irisin molekülünün glukoz
metabolizması ile olan ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır .
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, Nisan 2017 ve Eylül 2017 arasında İç Hastalıkları Polikliniğine başvurmuş
29 yeni tanı tip 2 diyabetes mellitus hastası, 41 yeni tanı prediyabet hastası ve 28 sağlıklı kontrol grubu
dahil edildi. Serum irisin d üzeyleri, laboratuvar bulguları ve metabolik parametreler ölç ülerek kaydedildi.
Bulgular: Tip 2 diyabetes mellitus hasta grubunun serum irisin ortalaması prediabetik hastalara ve
kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0,015 p<0,001). Prediyabetik hastaların irisin
ortalaması kontrol grubuna göre daha yüksekti, ancak bu iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark
saptanmadı. İrisin düzeyi ile plazma açlık glukozu, HbA1c, total kolesterol, LDL, TG ile pozitif yönde HDL
ile negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkili saptand ı.
Sonuç: Bizim çalışmamız irisinin Tip 2 DM hastalarında artan insülin rezistansına kompansatuvar cevap
olarak glukoz metabolizmasını düzenleyici şekilde artış gösterdiğini desteklemektedir. Çalışmamızda yer
alan insülin direncine sahip prediyabetik hastalarda irisin ortalaması düzeyi kontrol grubuna göre yüksekti
ancak istatiksel olarak iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. İrisinin insülin direnci üzerine olumlu
sonuçları olduğu düşünülmekle birlikte etkisinin daha belirgin olarak anlaşılabilmesi için daha geniş ve
daha farklı değişkenlerin göz ön üne alındığı çalışmalara ihtiyaç vardır .
Aim: Irisin molecule is in the group of myokins, it is released from muscle cells and a messenger between
muscle and fat tissue. It is shown that irisin peptide has an important role in insulin resistance, glucose and
energy metabolism. In our study we aimed to show irisin molecule's relationship with glucose metabolism.
Patients and Methods: The study included 29 newly diagnosed type 2 diabetes mellitus patients, 41
newly diagnosed prediabetes patients and 28 healthy control groups who applied to the Internal Medicine
Outpatient Clinic between April 2017 and September 2017. Serum irisin levels, laboratory findings and
metabolic parameters were measured and recorded.
Results: The mean plasma irisin level of the type 2 diabetes mellitus patient group was statistically
significantly higher than the prediabetic patients and the control group (p=0.015 p<0.001). Although the
mean plasma irisin level of prediabetic patients was higher than the control group, no significant difference
was found. A statistically significant correlation was found between plasma irisin level and plasma fasting
glucose, HbA1c, total cholesterol, LDL, TG in a positive way and HDL in a negative way .
Conclusion: Our study supports that plasma irisin increases in a compensatory response to the increased
insulin resistance in Type 2 DM patients in a way that regulates glucose metabolism. Although in our
study the mean irisin level in prediabetic patients was higher than the control group, no statistically
significant difference was found between the two groups. Even tough irisin is thought to have positive
results on insulin resistance, studies that larger and consider more different variables are needed in order
to understand its ef fect more clearly .
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cilt Bulgusu Olmayan 29 Psöriyatik Artrit Hastasının Klinik Ve Demografik Özellikleri
Yusuf Karabulut, Duygu Kurtuluş, Fatih Sarıtaş, Sercan Gücenmez, Zevcet Yılmaz, Sevtap Şimşek, İrfan Esen
Araştırma makalesi
Özeti
Cilt Bulgusu Olmayan 29 Psöriyatik Artrit Hastasının Klinik Ve Demografik Özellikleri
ClInIcal And DemographIc Features Of Twenty-NIne PatIents WIth PsorIatIc ArthrItIs “sIne PsorIasIs”
Giriş
Psoriatik Artrit (PsA), sedef hastalığı (PsO) olan hastaların %10-30'unu etkileyen kronik ilerleyici inflamatuar bir hastalıktır. "PsA Sine sedef hastalığı" terimi, "cilt belirtileri olmadan PsA teşhisi konan hastaları" tanımlamak için kullanılır. Bu çalışmada “PsA” “sine psoriasis”in demografik ve klinik özelliklerinin CASPAR kriterlerine göre tanımlanması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler
2016-2022 yılları arasında CASPAR kriterlerine göre PsA sine psoriasis tanısı alan 29 hasta çalışmaya dahil edildi. Romatizmal hastalığı ve herhangi bir cilt tutulumu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular
Çalışmaya dahil edilen 29 hastanın tamamına CASPAR kriterlerine göre PsA tanısı konuldu. Hastaların 16'sı kadındı. Hastaların ortalama (±SS) yaşı 45±11 idi. Hastaların ortalama (±SD) PsA süresi 6,2±3,0 yıldı. PsA'lı hastaların birinci derece akrabalarında psoriazis öyküsü %54,1; ikinci derece akrabalarında psöriazis öyküsü ise %45,9 olarak saptandı. Hastaların %39,4'ünde poliartiküler, %35,7'sinde oligoartiküler, %24,9'unda aksiyal tutulum vardı. Tüm hastaların 19'unda (%65,5) DİP tutulumu mevcuttu. Hastaların %88.9'unda tırnak bulguları mevcuttu. Ayrıca hastaların 17'sinde (%58,6) entezit, 18'inde (%62) daktilit saptandı.
Sonuç
PsA'yı düşündüren klinik semptom ve bulguları olan ve ailede psöriazis öyküsü olan hastalar, PsA sine psoriasisi olarak sınıflandırılabilir. Daktilit ve DIP artritli hastalar, ailesel sedef hastalığı PsA'nın bir alt grubunu temsil edebilir.
Abstract
Psoriatic Arthritis (PsA) is a chronic progressive inflammatory disease that affects 10-30% of patients with psoriasis (PsO). The term "PsA sine psoriasis" is used to describe "patients diagnosed with PsA without skin manifestations". In this study, it was aimed to define the demographic and clinical features of “PsA” “sine psoriasis” according to CASPAR criteria.
Patients and Methods
Twenty-nine patients diagnosed with PsA sine psoriasis according to CASPAR criteria between 2016-2022 were included in the study. Patients with rheumatic diseases and any skin involvement were excluded from the study.
Results
All twenty-nine patients included in the study were diagnosed with PsA according to the CASPAR criteria. 16 of the patients were female. The mean (±SD) age of the patients was 45±11 years. The mean (±SD) PsA duration of the patients was 6.2±3.0 years. A history of psoriasis in the first-degree relatives of patients with PsA was 54.1%; A history of psoriasis in second-degree relatives was found in 45.9%. 39.4% patients had polyarticular, 35.7% had oligoarticular, 24.9% had axial involvement. DIP involvement was present in 19 (65.5%) of all patients. Nail findings were present in 88.9% of the patients. Besides, enthesitis was detected in 17 (58.6%) and dactylitis was in 18 (62%) of patients.
Conclusion
Patients with clinical symptoms and findings suggestive of PsA and a family history of psoriasis can be classified as PsA sine psoriasis. Patients with dactylitis and DIP arthritis, familial psoriasis may represent a subgroup of PsA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ercp Uygulanacak Pediatrik Hastada Anestezi
Mehmet Sargın, Tuba Berra Sarıtaş, Hale Borazan, Şeref Otelcioğlu
Olgu sunumu
Özeti
Ercp Uygulanacak Pediatrik Hastada Anestezi
AnesthesIa In PedIatrIc Ercp PatIent
Her geçen gün sıklığı artan ameliyathane dışı anestezi
uygulamaları arasında en çok karşılaşılan gastrointestinal
işlemlerdir. Ancak pediatrik vakalara daha az rastlanmaktadır.
Ameliyathane dışı anestezi uygulamaları özellikle çocuk vakalarda
daha zordur ve bundan dolayı bu konuda yayınlanan kılavuzların
kullanılması önem arz etmektedir. Bu makalede endoskopik retrograd
kolanjiopankreatografi uygulanacak pediatrik hastadaki anestezi
deneyimimiz literatür taraması eşliğinde sunulmuştur.
Gastrointestinal procedures are the most frequent ones in
outpatient anesthesia applications which increase day by day.
However pediatric cases are rare. Out patient anesthesia applications,
especially in pediatrik patients, are more difficult and so it is important
to use guidelines in this manner. In this article our anesthetic
experience in a endoscopic retrograde cholangiopancreatography
applied on a pediatric patient is reported with literature review.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
Safiye Seçil Akgün Çalışkanyürek, Duygu İlke Yıldırım, İkbal İnanlı
Araştırma makalesi
Özeti
18-49 Yaş Arası Lohusaların Ruhsal Durumlarının Emzirme Tutumuna Etkisi
The Effect Of Mental Status Of Mothers Aged 18-49 Years On AttItude To BreastfeedIng
Amaç: Son yıllarda anne sütü ve emzirme kadar kıymetli olan bir diğer husus da doğum sonrası lohusa
annelerin ruhsal durumudur. Çalışmanın amacı 18-49 yaş arası lohusaların doğum sonrası depresyon ve
anksiyete düzeylerinin emzirme tutumuna olan etkisini değerlend irmektir.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışma 1 Şubat 2021 ile 1 Ağustos 2021 tarihleri arasında Aile sağlığı
merkezlerine kayıtlı olan lohusa ve yeni doğan aşısı için başvuran 18 yaş üstü, gebelik öncesi veya
gebelik döneminde psikiyatrik hastalığı olmayan 243 katılımcı i le yapılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim düzeylerinin, anne sütünün gerekliliğinin, emzirme bilgi düzeyinin ve emzirme
süresinin emzirme tutum düzeylerini etkilediği görülmüştür. Doğum haftalarına göre emzirme tutumlarını
incelediğimizde, 32 hafta öncesi doğum yapan katılımcıların emzirme tutumlarının 36 hafta ve üzerinde
doğum yapanlara kıyasla daha yüksek düzeyde olduğu görüldü (p=0,001).
Sonuç: Emzirme tutum düzeylerine etki eden en önemli değişkenin durumluk kaygı olduğu görülmüştür.
Durumluk kaygısı ve doğum sonrası depresyon düzeyi konusunda destek alan kadınların emzirme tutum
düzeyleri daha iyi olacağı için bu konu ilgili anneler ile iletişimin artırılmasının anne ve bebek sağlığını
olumlu yönde etkileyeceği söylenebilir .
Aim: Another issue that is as important as breast milk and breastfeeding today is the mental health of
postpartum mothers. The aim of the study is to evaluate the effect of postpartum depression and anxiety
levels of puerperant women aged 18-49 on breastfeeding attitude s.
Patients and Methods: This study was conducted with 243 participants over the age of 18, who did
not have any psychiatric disease before or during pregnancy, who applied for puerperal and newborn
vaccination between February 1, 2021 and August 1, 2021, registered to the central family health centers.
Results: It was observed that women's education, necessity of breast milk, breastfeeding knowledge
level and breastfeeding duration affected their breastfeeding attitude levels. When we examined the
breastfeeding attitudes according to the weeks of birth, it was seen that the breastfeeding attitudes of
the participants who gave birth before 32 weeks were at a higher level than those who gave birth at 36
weeks or more (p=0.001).
Conclusion: It is evaluated in terms of the state of the optimizable how it affects the views according to
the results. In the field of education, which receives support in state anxiety and postpartum appearance,
it can be played that the body will affect the mother and baby positively, regarding the communication in
this regard, for better general appearance.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Ziya Cenik, Yavuz Uyar, Orhan Gül
Araştırma makalesi
Özeti
Kulak Burun Boğaz Pratiğinde Baş Ağbısı Semptomu
Headache Semptom In PractIse Of Ent
1989 yılı içinde S.Ü.T.F. KBB polikliniğine başvuran ve baş ağrısı şikayeri olan 200 hasta bu araştırma kapsamına alındı. Hastalardan alınan detaylı anamnez ve yapılan tetkikler ve ilgili klinik-lerle yapılan işbirliği sonucu 200 hastada baş agrısının etyolojik dağılımı ortaya kondu. Vakaların 85iinde (9'042.5) baş ağrısı burun ve paranazal sinüs patolojilerine bağitydı. 115 vakada (%57.5) baş ağrısının sebebi diğer patolojilere bağlandı.
In 1989, 200 patientes, admitted to ENT outpatient clinic with the cornpiani of headache were included in ihis researchment. Examinations and history in tetail taken from the patients and with the help of related clirtics the etiologic spread of headache was found out. in 85 cases headache was due to the pathology of the nose and the paranasal sinus. in 115 of cases, the cause of headache was attribuied to the other pathologies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
Fatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Osman Balcı, Halime Göktepe, Alaa S. Mahmoud
Olgu sunumu
Özeti
Gebeliğin Akut Yağlı Karaciğer Hastalığı
Acute Fatty LIver Of Pregnancy
Gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı nadir görülen, gebeliğin en sık üçüncü trimesterinde ve nadiren postpartum dönemde kendini gösteren, ağır maternal ve fetal komplikasyonlara yol açan bir hastalıktır. Etyopatogenezi halen bilinmemektedir. Multifaktoriyel ve genetik nedenlerden söz edilmektedir. Tanısı preeklampsi, kolestatik sarılık ve viral hepatitlerden ayrıcı tanı alması ile mümkündür. Tedavisi ise doğumu takiben destek tedavisidir. Biz makalemizde 21 yaşında, 34 haftalık ilk gebeliği olan, kliniğimize geldiğinde karaciğer enzim yüksekliği dışında anormal laboratuar bulgusu olmayıp takiplerinde kısa sürede laboratuar testleri ileri derece bozulan ve gebeliğin akut yağlı karaciğer hastalığı tanısı alan bir olguyu sunduk.
Acute fatty liver of pregnancy is a rare disease that may lead to serious maternal and fetal complications. It is mostly seen in the third trimester and rarely seen in the postpartum period. The etiopathogenesis is not known. Multifactorial and genetic factors are thought to be responsible. The differential diagnosis include: preeclampsia, cholestatic jaundice and viral hepatitis. Treatment is supportive care following delivery. We presented a case of 21 years old, primigravida patient in her 34th week of pregnancy who had elevated liver enzymes, all other laboratory tests were normal on admission. Laboratory tests of the patient deteriorated within short period and acute fatty liver of pregnancy developed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
Duygu İlke Yıldırım, Kamile Marakoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Diyabet Hastalarında D Vitamini İle Hba1c İlişkisinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The RelatIonshIp Between VItamIn D And Hba1c Levels In DIabetIc PatIents
\r\n Amaç: Diyabet son yıllarda hızla artış gösteren, ciddi komplikasyonlara yol açan bir sağlık problemidir. D vitamini düzeyi, diyabetin kontrolüne katkıda bulunan bir faktör olarak belirtilmektedir. Bu çalışmada diyabetik hastalarda D vitamini düzeylerini ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Yöntem: Çalışmaya Diyabet Eğitim Polikliniği’ne Eylül 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran takip ve tedavi altında ki 330 diyabetik hasta alındı. Çalışmaya 18 yaş ve üzerinde olan hastalar dahil edildi. Hastalar vitamin D düzeylerine göre; ≤20 ng/mL, 20-30 ng/mL arasında ve ≥30 ng/mL olmak üzere üç gruba ayrılarak kategorize edildi. Bu gruplar hastaların sosyo-demografik özellikleri, kan parametreleri, diyabetile ilgili özellikleri ve diyabettedavileri yönünden karşılaştırıldı. HbA1c düzeylerine göre≤%7altıve >%7 üzeri olmak üzere iki gruba kategorize edildi. Buiki grupta da aynı parametreler ve D vitamini değerleri karşılaştırıldı. İstatistiksel sonuçlar SPSS 21.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Katılımcıların demografik bilgileri yüzde ve frekans değerleri tablolar halinde gösterildi. Önemlilik düzeyi olarak p<0.05 alındı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Bulgular: Çalışmaya alınan 330 diyabetik hastanın %51,2’si (n=169) kadın ve %48,8’i (n=161) erkekti. Hastaların yaş ortalamaları 53,79±10,2 yıl idi. Çalışmamıza alınan hastalar VKİ açısından değerlendirildiğinde %13,9’u (n=46) normal, %34,5’i (n=114) fazla kilolu ve %51,5’i (n=170) obez olarak sınıflandırılmıştır. Hastalar D vitamini düzeylerine göre gruplara ayrıldığında, vitamin D seviyesi 20 ng/mL’nin altında 286 hasta (%86.7), 20 ng/mL’nin üzerinde 44 hasta (%13.3) saptandı.Hastalar D vitamini düzeylerine göre karşılaştırıldığında D vitamini değerleri ile hastaların açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) arasında negatif korelasyon (-r=0.357, p<0.001, -r=0.344, p<0.001 sırasıyla) bulundu. D vitamini değerleri ile HbA1c değerleri arasında negatif korelasyon olduğu (-r=0.433, p<0.001) tespit edildi. D vitamini ile trigliserid düzeyi arasında ise negatif yönde korelasyon (-r=0.131, p<0.05) saptandı.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Sonuç: Çalışmamızda D vitamini düzeylerine göre istatistiksel değerlendirme yapıldığında; HbA1c>%7 olanların (n=191), HbA1c<7 olanlara (n=95) göre D vitamini düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü (p<0,001). Bu sonuçlar D vitamini seviyelerinin diyabet hastalarında glisemik kontrolde önemli olduğu kanısını desteklemektedir.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nAim: Diabetes is a serious health problem which has increased rapidly in recent years and causes numerous complications. Vitamin D levels may be a contributing factor to the glycemic control. The aim of the study was to evaluate the relationship between vitamin D levels and glycemic control in diabetic patients.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nMethods: 330 patients with Diabetes Mellitus type 2, who were admitted to our outpatient clinic between September 2015 and June 2016, were included in the study. Patients were stratified into three groups according to the vitamin D levels; ≤20 ng / mL, between 20-30 ng / mL and ≥30 ng / mL. These groups were compared in terms of patients' socio-demographic characteristics, blood parameters, diabetes-related characteristics, and diabetes treatment. Patients were categorized into two groups according to the HbA1c levels; ≤7% and ≥7%. The same parameters and vitamin D values were compared between two groups. All data were recorded into the SPSS version 21. Participants' demographic datas, percentage and frequency values, were tabulated. A p value of <0.05 was the limit for statistical significance.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nResults: A total of 330 patients (51.2% females, mean age 53,79±10,2 years) with diabetes were interviewed. When evaluated in terms of body mass index, 13.9% (n = 46) were classified as normal, 34.5% (n = 114) were overweight and 51.5% (n = 170) were obese. When patients were divided into groups according to vitamin D levels, 286 (86.7%) patients with a vitamin D level below 20 ng / mL and 44 patients (13.3%) with a level above 20 ng / mL were detected. When patients were compared according to vitamin D levels, there was a negative correlation (-r = 0.357, p <0.001, -r = 0.344, p <0.001, respectively) between vitamin D levels and patients' fasting blood glucose level (FBG) and postprandial glucose level (PBG). There was a negative correlation (-r = 0.433, p <0.001) between vitamin D levels and HbA1c levels. Negative correlation (-r = 0.131, p <0.05) was found between vitamin D and triglyceride levels.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\nConclusion: Vitamin D levels were significantly lower in patients with HbA1c> 7% (n = 191) when compared to those with HbA1c <7 (n = 95) (p <0.001). Vitamin D levels may be important in glycemic control of diabetic patients.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Araştırma makalesi
Özeti
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Neurodevelopmental Outcomes Of Moderate/late Preterm Infants At 11-12 Years Of Age
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
Muammer Müslim Köse, Murat Karkucak, Erhan Çapkın, Bayram Serdar Budak, Arzu Çapkın, Savaş Yaylı, Ferhat Gökmen, Adem Karaca
Araştırma makalesi
Özeti
Psöriyazis Hastalarında Psöriyatik Artrit’ İn Sıklığı Ve
klinik Özellikleri
The Frequency And ClInIcal Features Of PsorIatIc ArthrItIs In PatIents
wIth PsorIasIs
Bu çalışmanın amacı Psöriyazis (Ps) hastalarında Psöriyatik
Artrit’in (PsA) sıklığı ve klinik özelliklerini değerlendirmektir.
Çalışmaya Dermatoloji polikliniğinde takip edilen 104 Ps hastası
dahil edildi. Klinik ve sosyodemografik özellikler kaydedildi. Hastalar
Classification criteria for psoriatic arthritis (CASPAR) kullanılarak
PsA açısından değerlendirildi. 10 hastada (% 9.6) PsA tespit edildi.
5 hastada ilk başvuru şikayeti cilt lezyonlarıydı. Hem PsA grubunda
hem sadece cilt tutulumu olan hastalarda en sık gözlenen Ps tipi
plak tip Ps idi. 9 hastada periferik eklem tutulumu tespit edildi. En
sık görülen PsA formu oligoartiküler formdu (4 hasta), diğer formalar
ise sırasıyla; poliartiküler form (3 hasta), spondiloartropatik form
(2 hasta), distal interfalangial (DİF) eklem tutulumu ile giden form
(1 hasta) idi. The psoriasis area and severity index (PASI) skoru
PsA’lı 4.92±5.3 ve Ps’li hastalarda 4.87±3.3 olarak gözlemlendi. El
tırnak tutulumunun ise PsA’lı (%100) hastalarda Ps’lilere (% 53.2)
göre daha sık görüldüğü tespit edildi. Sonuç olarak Ps hastalarında
PsA sıklığı % 9.6 olarak bulundu. Tırnak tutulumu PsA’ lı hastaların
tümünde gözlemlendi.
The aim of this study was to evaluate the frequency and clinical
characteristics of psoriatic arthritis (PsA) in patients with psoriasis
(Ps). One hundred and four patients who are following with psoriasis in
Dermatology outpatients were included. The patients were examined
for PsA according to Classification criteria for psoriatic arthritis
(CASPAR). Psoriatic arthritis was determined in 10 (% 9.6) patients.
The first presenting symptom was skin lesion in five patients. The
most common type of skin lesion was plaque Ps both Ps and PsA.
Peripheric joint involvement was detected in 9 patients. The most
common manifestation pattern is oligoarthritis (4 patients), followed
by polyarthritis (3 patients), spondyloarthropathy (2 patients) and
distal interphalangeal (DIP) arthritis (1 patient). The psoriasis area
and severity index (PASI) was observed similarly in patients with PsA
(4.92±5.3) and those without PsA (4.87±3.3). Nail involvement was
significantly more common in patients with PsA (%100) than those
without PsA (%53.2). As a result; the frequency of PsA in patients
with Ps was found as % 9.6. Nail involvement was observed in all
patients with PsA.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Staphylococcus Aureussuş D Ların A Penisilinaz Enzimınin Araştırılması
Naci Kemal Kırca, Bülent Baysal, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Staphylococcus Aureussuş D Ların A Penisilinaz Enzimınin Araştırılması
The InvesIIgatIon Of The PenIcIllInase Enzyme. Tr Staphylococcus Aureus StraIns
Çeşitli materyalden izole edilen 120 Staphylococcus aureus suşunun penisilinaz aktiviteleri araştırıldı. İncelenen 120 Staphaureus suşunun 94(%78.3)'ü penisilinaz pozitif bulundu.
The penicillinase activities of 120 strains of Staph.aureıts isolated frotn outpatients were detected fay rapid iadometric methods. 94 out of 120 Staphaureus strains was found ta have the enzyrne.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Recep Dursun, Özgül Bike Yücalan
Araştırma makalesi
Özeti
Medikososyal Dermatoloji Polikliniklerine Başvuran Üniversite Öğrencilerinin Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Assesment Of The AnxIety And DepressIon Levels Of The UnIversIty Students Who ApplIed To The Dermatology OutpatIent Department In MedIcal Center
Amaç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyon düzeylerinin, diğer polikliniklere başvuran ve hastalık tanısı alan üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca bu her iki grubun anksiyete ve depresyon düzeylerinin, herhangi bir fiziksel rahatsızlığı olmayan sağlıklı (kontrol grubu) üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri ile karşılaştırılması. Gereç ve yöntem: Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Medikososyal Dermatoloji polikliniğine başvuran 451 üniversite öğrencisi hastaya, dermatoloji polikliniği dışında kalan diğer polikliniklere (psikiyatri polikliniği hariç) başvuran 155 üniversite öğrencisi hastaya ve fiziksel herhangi herhangi bir şikayeti olmayan 152 üniversite öğrencisine (kontrol grubu) Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) testi uyguladık. Test sonrası ortaya çıkan toplam puanlara göre grupların anksiyete ve depresyon düzeyleri ortaya çıkarıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilerek gruplar arasında anksiyete ve depresyon yönünden anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: Yapılan çalışmada; dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencisi hastaların anksiyete ve depresyonları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Dermatoloji ve diğer polikliniklere gelen üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyonları arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Sonuç: Dermatoloji polikliniğine başvuran üniversite öğrencilerinin anksiyete ve depresyon düzeyleri oldukça yüksek bulunmuştur. Bu bakımdan poliklinik doktorları hastalarının psikolojik durumlarını da dikkate almalıdır.
Aim: This study aimed to compare the anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department with anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the other outpatient departments. Furthermore, anxiety and depression levels of these two groups, were compared to anxiety and depression levels of the university students (control group) who were healthy and had no physical problems. Material and method: We applied the Hospital Anxiety and Depression (HAD)scale to 451 university students who came to dermatology outpatient department and 155 university students who came to the other outpatient departments (except fort he apply to the pyschiatry outpatient department) in the Health Center of the Selcuk University and 152 university students of control group, who were selected randomly in Selcuk University. The anxiety and depression levels of these three groups were established according to the total points of the anxiety and depression subscale of the HAD scale. The results were statistically assessed and examined whether there were significant differences between the groups. Results: In this study, anxiety and depression levels of the university student outpatient who applied to the dermatology and other outpatient department were found higher than anxiety and depression levels of the control group. The difference of anxiety and depression levels between the university students who applied to the dermatology and other outpatient departments were not significant. Conclusion: The anxiety and depression levels of the university student outpatients who applied to the dermatology outpatient department were found to be high. So the outpatient department doctors must take psychologic situations of their patiets into consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
İlker Cordan, Mustafa Can, Muhammet Kocabaş, Melia Karaköse, Mustafa Kulaksızoğlu, Feridun Karakurt
Araştırma makalesi
Özeti
Endokrinoloji Polikliniğine Başvuran Adrenal İnsidentaloma Olgularımızın Retrospektif Değerlendirilmesi
RetrospectIve EvaluatIon Of Adrenal IncIdentaloma Cases ApplyIng To EndocrInology OutpatIent ClInIc
Amaç: Bu çalışmada, farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğimize yönlendirilen hastaların hormonal durumlarını, tedavilerini ve histopatolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler:Çalışmaya 2015-2018 yılları arasında farklı şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemelerde adrenal insidentaloma saptanan ve endokrinoloji polikliniğine yönlendirilen 217 hasta alındı. Biyokimyasal olarak 1 mg deksametazon supresyon testi ve 24 saatlik idrar serbest kortizolü, 24 saatlik idrarda metanefrin ve normetanefrin düzeyleri tüm hastalarda değerlendirildi. Hipertansiyonu olan hastalara aldesteron/renin aktivitesi açısından tarama yapıldı. Adrenal insidentalomaların BT veya MRG ile değerlendirilen görüntüleme özellikleri tarandı.
Bulgular: Olguların değerlendirmesinde; 180’i (%83) nonfonksiyonel, 37’si (%17) fonksiyonel olarak değerlendirildi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 37 hastanın; 10’unda (%4.6) feokromasitoma, 5’inde (%2.3), Cushing sendromu, 9’unda (%4.1), subklinik Cushing sendromu, 13’ünde(%6) primer hiperaldesteronizm saptandı. Nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 180 hastanın; 7’sinde metastatik hastalık (3’ü küçük hücre dışı akciğer karsinomu, 1’i meme kanseri, 1’i prostat karsinomu ve 2’si primeri bilinmeyen kanser), 4’ü myelolipom, 1’i ganglionörom, 1’i kisthidatik, 2’sinde adrenokortikal karsinom saptandı.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucuna göre adrenal insidentalomalı hastalarda hormon aktif olma durumu nadir değildir. Bazı kitleler malign özellikte olabilmektedir. Bu nedenle adrenal insidentaloma hem fonksiyonel olup olmadığı hem de malign-benign lezyon ayırımı acısından tetkik edilmesi gereken bir durumdur.
Objective: The aim was to review the hormonal status, treatment and histopathological diagnosis of patients admitted to our endocrinology outpatient clinic with the diagnosis of adrenal incidentaloma.
Material and Methods:Between 2015-2018, 217 patients with adrenal incidentaloma who were admitted to the endocrinology outpatient clinic were included in the study. 1 mg overnight dexamethasone suppression test (DST), 24 hour urine free cortisol, 24-hour urine methanephrine and normetanephrine levels were evaluated in all patients.Patients who also have hypertension or hypokalemiawere screened for the plasma aldosterone/renin activity ratio. CT or MRI imaging properties of adrenal incidentalomas were screened.
Results: In the evaluation of cases; 180 (83%) of the masses were evaluated as non-functional and 37 (17%) as functional. Of the 37 patients evaluated as having functional adrenal mass; 10 (4.6%) pheochromocytoma, 5 (2.3%) Cushing's syndrome, 9 (4.1%) subclinical Cushing’s syndrome and 13 (6%) primary hyperaldesteronism were detected. In 180 patients who were evaluated as having non-functional adrenal mass; metastatic disease in 7 (3 non-small cell lung cancer, 1 breast cancer, 1 prostate carcinoma and 2 unknown primary cancer), myelolipoma in 4, ganglioneuroma in 1, hydatid cyst in 1, adrenocortical carcinoma in 2 patients were detected.
Conclusion: According to the results of this study, it is not uncommon for adrenal incidentalomas to be functional. It may be malignant in some cases. For this reason, adrenal incidentaloma is a condition that should be examined both in terms of
functionality and malignancy potential.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
Bayram Çınar, Tuncer Süzer, Erdal Coşkun, Kadir Tahta
Olgu sunumu
Özeti
Tonsillit Sonrası Bulgu Veren Lenfositik Adenohipofizit
LymphocytIc AdenohypophysItIs FollovvIng TonsIllItIs
Lenfositik hipofizit otoimmün kökenli olduğu düşünülen, sıklıkla hipopitüitarizm bulguları ile başlayan, ve hipofiz adenomu ile karışabilen nadir bir hastalıktır. Sıklıkla hamileliğin son dönemleri ile doğum sonrası erken dönemdeki kadınlarda görülür. 29 yaşında 2 çocuk annesi kadın hasta 2 ay önce kriptik tonsilit nedeni ile tedavi görmüş. Daha sonra baş ağrıları başlayan hastanın son zamanlarda görmesinde azalma olmuş. Muayene ve radyolojik inceleme sonrası hipofiz adenomu öntanısı ile öpere edilen hastanın patoloji sonucu lenfositik adenohipofizit olarak rapor edildi. Postoperatif dönem sorunları olmayan hasta taburcu edildi. Adenomlarla karışabilen hastalığın ayırıcı tanısı tedavi planlaması açısından önemlidir. Ayırıcı tanıda hastanın hikayesi, yaş ve cinsiyeti, hormon yetersizliği tablosunun ağırlığı ve manyetik rezonans görüntüleme önemlidir. Kesin tanı histopatoloji yardımıyla koyulur. Otoimmün olduğu düşünülen hastalığın sıklıkla hamilelikle ilişkisi olduğu gibi, hamile olmayan kimselerde de yeni geçirilmiş bir enfeksiyonu takiben başlayabileceği ya da bulgu verebileceği akılda tutulmalıdır.
Lymphocytic adenohypophysitis is a rare disease associated with late pregnancy and early postpartum. Autoimmune mechanism is blamed as cause. İt is frequent in females, and may be misdiagnosed as pituitary adenoma. 29 years-old -female with 2 children presented with headache follovving cryptic tonsillitis. Recently she had problems vvith her Vision. Clinical and radiological work up including magnetic rezonance imaging revealed a mass in the sellar and suprasellar region. She undervvent surgical decompression follovving functional hormona! studies. Histopathologic evaluation of the specimen was reported as lymphocytic hypophysitis. Differential diagnosis of lymphocytic hypophysitis from that of adenoma is important in planning surgery. Relation to the pregnancy, a severe hypopituitarism, edematous anterior and posterior pituitary lobe are in favour of lymphocytic hypophysitis. But certain diagnosis is made via histopathologic diagnosis. İt is thought to be autoimmune in origin especially in pregnant or recently delivered vvomen. But in nonpregnant persons it may start or be aggravated after an infection as it is in our patient.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Ali Acar, Osman Balcı, Fedi Ercan, Cemre Alan, Berkan Sayal, Fatma Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Uterin Atonide Fundal Serozal Plasental Alan
sütürasyonu; 5 Vakanın Analizi
Fundal Serosal Placental FIeld SuturIng In UterIne Atony;
analysIs Of 5 Cases
Postpartum kanama (PK) dünya çapında da her yıl maternal
ölümlerin %25-30’undan sorumludur. Gelişmekte olan ülkelerde
maternal mortalite ve morbiditenin en önemli nedenidir. Primer PK’nin
de en sık nedeni uterin atonidir (UA). UA’ye yaklaşım öncelikle geniş
damar yolu açılması ve mesane kateteri takılması ile başlar. Medikal
tedaviye yanıt alınamayan hastalarda uterin tamponat, kompresyon
sütürleri, gerekli vakalara uterin arter ligasyonu/embolizasyonu veya
hipogastrik arter ligasyonu uygulanır. En son ve istenmeyen müdahale
ise histerektomidir. Acil peripartum histerektomi oranı yaklaşık
%0.020-%0.509 arasındadır. Christopher B-Lynch’in uterin atoniye
histerektomi uygulamamak için 1997’de uterusa sütürler attığını
görmekteyiz ve bu teknik literatüre B-Lynch tekniği olarak geçmiştir.
Bu tekniğin ardından uterusa farklı sütürler atarak histerektomiyi
önlemeye yönelik çeşitli sütür teknikleri tanımlanmaya çalışılmıştır.
Bu olgu serisinde fundal serozal plasental alan sütürasyonu
kullanılarak tedavi edilen, klasik yöntemlere cevap vermeyen 5 uterin
atoni vakasının sonuçları paylaşılmaktadır.
Postpartum hemorrhage (PH) is responsible for 25-30 percent
of maternal deaths worldwide. PH is the most important reason
of maternal mortality and morbidity in developing countries. The
most frequently reason of primary PH is uterine atony (UA).
Approach for uterine atony starts with large intravenous and
urinary catheterization. For the patients who don’t respond medical
treatment, uterine tamponade, compression sutures, if necessary
uterine artery ligation-embolization or hypogastric artery ligation is
applied. The last and the most unwanted procedure is hysterectomy.
Urgent peripartum hysterectomy rate is about %0.020-%0.509. We
observed that Christopher B Lynch used sutures for uterus for not
to perform hysterectomy and this technique is sited as B-Lynch
technique in literature. After this procedure, by using different
sutures for uterus to avoid hysterectomy, various suture techniques
are tried to be defined. In this case series, we shared data of uterine
atony hemorrhage control which was provided by use of fundal
serosal plasental field suturation for 5 uterine atony cases ,who don’t
respond classical modalities.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
Ali Acar, Refika Selimoğlu, Halime Göktepe, M. Furkan Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Uterin Atonide Yeni Bir Cerrahi Teknik: 7 Vakanın Analizi
New SurgIcal TechnIque For UterIne Atony: AnalysIs Of 7 Cases
Bu çalışmada 7 uterin atoni kanamalı hastada kavite uyumlu
sütür (KUS) (∞) uygulanmasını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde 7
uterin atonili vakada vicril 1 no sütür kullanılarak kavite uyumlu
∞ sütür atıldı. Doğum sonu uterin kanamalı normal doğum yapan
3 hasta ve sezaryan (CS) olan 4 hastada uterin atoni gelişti.
Yedi hastanın üçünde palsenta fundal yerleşimli iken dördünde
plesenta previa hali mevcuttu. Yedi hastada da kanama kontrolü
sağlandı. Hastaların hiçbirinde komplikasyon izlenmedi. Hastalar
ortalama 3.9 günde taburcu edildiler. Olgular yaklaşık 18-24 ay
sonrasında normal menstrual sikluslarına ulaştılar. Uterin atoni
ciddi morbidite ve mortalite riski taşmaktadır. Bu patolojide mortalite
morbidite ve histerektomi oranı yüksektir. Yeni teknik ile 7 uterin
atonili hastada etkin şekilde kanamanın durduğu gözlemlenmiştir.
Ciddi bir komplikasyon görülmemiştir. Hiçbir hastaya histerektomi
gerekmemiştir.
We aim to evaluate the new cavity appropriate suture application in 7 patienst with uterin atony (UA) in our clinic. We applied the new cavity appropriate suture in 7 patienst with uterin atony via 1 no vicryl suture in Meram Medical School Hospital Department of Obs&Gyn. In 3 patients with normal vaginal delivery with postpartum hemorrhage and in 4 patients delivered by cesarian section atony occured. In 3 patients of 7 the plasenta was fundus -lying ,in 4 of them it was plasenta previa. Bleeding control was done in all of them. There was no complications in any of them. Patients discharged on an average 3.95 days. Menstruation syclus restored on an average 18 -24 months in theese patients. Uterin atony has a serious morbidity and mortality. In this pathology the risk of mortality, morbidity and hysterectomy is high. İn 7 patients with uterin atony we observed the bleeding stopped with our new tecnique. We observed no serious complication. No patient underwent hysterectomy
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hemodiyaliz Hastalarında Hemostatik Sistemin Arteriyovenöz Fistül Trombozu Yönünden İncelenmesi
Erhan Ağca, Yunus Erdem
Araştırma makalesi
Özeti
Hemodiyaliz Hastalarında Hemostatik Sistemin Arteriyovenöz Fistül Trombozu Yönünden İncelenmesi
EvaluatIon Of HemostatIc System In PatIents WIth ArterIovenous FIstula ThrombosIs On HemodIalysIs
Hemodiyalize giren hastalarda trombotik yöne doğru eğilim artmıştır. Bu nedenle bu hastaların hemostatik durum yönünden araştırılması planlanmıştır. Araştırma için hemodiyalize giren 45 hasta ile (27 erkek, 18 kadın) 15 sağlıklı kontrol grubu (8 erkek, 7 kadın) hemostatik parametreler açısından karşılaştırıldı. Hemodiyaliz hastalarında APC rezistansı ve rezistans oranının yüksek olduğu, ATIII ve tPA antijen düzeylerinin düşük olduğu saptandı. AVF trombozu olan vakalarda tromboz öyküsü olmayan AVF hastalarına göre anlamlı bir şekilde vWF antijen seviyelerinin yüksek olduğu saptandı. Hemodiyalize giren hastalarda APC rezistansının yüksek olduğunu, bu yüksekliğin pre-trombotik duruma yardımcı olabileceğini, AT III düşüklüğünün de yine pre-trombotik durum yönünden etkiyebileceğini, tPA düşüklüğünün hipofibrinolizi yansıttığını ve bu yüzden pretrombotik durum olarak etki edebileceğini, AVF problemi olan hastalarda vWF yüksekliğinin bunlardaki vasküler endotel hasarının daha fazla olduğunu ve bunun da trombojenik bir faktör olarak pretrombotik duruma katkı edebileceğini gösterdi. Hemodiyalize giren hastalarda tormbotik AVF problemlerinde pre-trombotik durumların taranması ve
Hemodialysis patients have a tendency toward to thrombosis. AVF thrombosis is frequent in those patients. Study was aimed to evaluate patients by means of hemostatic state at our study, hemostatic parameters in haemodialysis patients with respect to healthy group were evaluated. Haemodialysis group (HDG) consisted of 45 patients (27 male, 18 female) and control group (CG) consisted of 15 healthy persons (8 male, 7 female). These parameters were evaluated whether contributing to thrombosis APC resistance is found to be higher in patient group. AT III and tPA antigen levels are low in patient group, while vWF antigen levels are high in patients with AVF problem compared to healthy subjects. Hypofibrinolysis and prethrombotic state were thought to play role in contributing vascular endothelial injury and AVF thrombosis. These findings reflect the pre-trhrombotic state and injured vascular endothelium in HDG with AVF problems. Thus, Hemodialysis patients must be screened and evaluated by means of pre-thrombotic events for better AVF survival and outcome.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
Hasan B. Ulusoy, Ayşe Saide Şahin, Necdet Doğan
Araştırma makalesi
Özeti
Hidrojen Peroksidin Dana Koroner Arter Düz Kasında Gevşetici Etki Mekanizmaları
MechanIsms Of RelaxIng Effect Of Hydrogen PeroxIde On BovIne Coronary Artery
Bu in vitro çalışmada, reaktif oksijen türlerinden H2 O2 ’nin dana koroner arterindeki etkileri ve bu etkilerde K+ kanal ları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+ -ATPaz enzimlerinin rolleri araştırılmıştır. Arterlerden elde edilen şeritler %95 O2 -%5 CO2 karışımı ile gazlandırılan, 37 °C’de Krebs-Henseleit solüsyonu içeren, 25 mİ hac mindeki organ banyosu içine alındı. Endotelli ve endotelsiz dokularda H2 O2 ’nin bazal tonus üzerine etkisi araştırıldı. Çalışmanın diğer bir bölümünde dokular U46619 (3x10-7M) ile kasıldı ve banyolara kümülatif tarzda H2 O2 (1C7 - 10-2 M) ilave edildi. Bu prosedür H2 O2 ilavesinden önce apamin (10'6M), karibdotoksin (10-7M), TEA (10~4M), glibenklamid (10~6M), indometazin (10~5M), L-NAME (10-4M) ve uvabain (10~5M) ile inkübe edilen doku larda tekrarlandı. Her bir gruba bu ajanlardan yalnız biri uygulandı. H2 O2 endotelli ve endotelsiz dokuların bazal tonusunu değiştirmedi. U46619 ile kasılan dokularda ise doza bağımlı tarzda gevşeme cevapları oluşturdu. Endotel tabakası sağlam olan ve apamin, karibdotoksin ve TEA ile inkübe edilen dokularda H2 O2 için hesaplanan Emax v e P^50 değerleri ile endotelsiz (kontrol) dokulardan alınan değerler arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Glibenklamid, indometazin, L-NAME ve uvabain ile inkübe edilen dokulardaki değerler ise endotelsiz dokulardan alınan değerlere göre anlamlı olarak farklı idi. Bu sonuçlar H2 O2 ’nin dana koroner arter düz kasında oluşturduğu gevşeme cevaplarında KATP tipi K+ kanalları ile siklooksijenaz, nitrik oksid sentaz ve Na+/K+-ATPaz enzimlerinin aktivasyonunun rol oynadığını göstermektedir.
İn this in vitro study, the effects of H2 O2 on bovine coronary artery and roles of K+ channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes for these effects were investigated. Strips from arteries were mounted in 25 mİ organ baths containing Krebs-Henseleit Solution at 37 °C aerated with %95 O2 and %5 CO2 . Effects of H2 O2 on basal tone of tissues with and without endothelium were investigated. İn the second part of study, tissues were contracted with U46619 (3x10~7 M) and H2 O2 (1Cr7-1(T2M) was added to the organ baths, cumulatively. This procedure was repeated on tissues incubated with apamin (10~6M), charybdotoxin (10-7M), tetraethylammonium (TEA, 1Ch4M), glibenclamide (10-6M), indomethacin (10~5M), NG-nitro-L-arginine methyl ester (L-NAME, 10~4M) and ouabaine (10~5 M). Each group of tissue was incubated with only one of these agents. H2 O2 did not affect basal tone of tissues with and without endothelium but relaxed tissues contracted with U46619in con- centration dependent manner. İn tissues with endothelium and in tissues incubated with apamine, charybdotoxine and tetraethylammonium, Emax values and plC50 values of H2 O2 were not different significantly from values obtained from tissues vvithout endothelium (control tissues). However values obtained from tissues incubated with glibenclamide, indomethacin, L-NAME and ouabaine were different significantly from values obtained from tissues without endothelium.These results indicate that ATP-sensitive potassium channels and cyclooxygenase, nitric oxide synthase and Na+/K+-ATPase enzymes play role in the relaxant effects of H2 O2 on bovine coronary artery smooth muscle.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
Zehra Karataş, Mehmet Arif Akşit, Neslihan Tekin
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğanlarda Direkt Coombs Test Pozitifliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon WIth PosItIve DIrect Coomb’s Test In Newborn
Son yıllarda kan grubu uyuşmazlığı olmayan yenidoğanlarda pozitif direkt Coombs (DC) test sıklığındaki artış dikkati çekmektedir. Bu artışa neden olan faktörleri değerlendirmek amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan ünitesinde Haziran 2004-Kasım 2006 yılları arasında takip edilen 2362 bebekten DC test pozitifliği saptanan 97 vakanın dosyası retrospektif olarak incelendi. DC test pozitiflik prevalansı %4.1 olarak bulundu. Olguların 26’sı prematüre idi. 41 hastada hemoliz vardı. 22 hastada başlangıçta negatif olan DC testi sonradan pozitifleşti. Prematürelerin %34.6’sında, matür bebeklerin ise %14’ünde DC pozitifliği sonradan saptandı. Kan grup uyuşmazlığı olmayan 35 hastada, intrauterin ve postpartum sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) ve/veya enfeksiyon, çeşitli antenatal riskler, intravenöz immünglobulin (IVIG) tedavisi ve antibiyotik kullanımı tespit edildi. Yenidoğanlarda DC test pozitifliğine, kan grubu uyuşmazlığından sonra en sık SIRS ve/ veya enfeksiyon, kan ve kan ürünlerinin transfüzyonu, intravenöz IVIG tedavisi, daha nadir olarak ta çeşitli nedenlerle ortaya çıkan antikorlar neden oluyor gibi gözükmektedir.
In recent years, increase in the frequency of positive direct Coomb’s (DC) test in newborns without blood incompatibilitiy is remarkable. The objective of the present study is to determine the associated factors that causing this increase. Ninety-seven patients with positive DC test from 2362 newborns who were hospitalized in Neonatology Unit of Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine between June 2004-November 2006 have reviewed retrospectively. The prevalance of positive DC test was 4.1%. Twenty-six patients were premature. Hemolysis was determined in 41 patients. In 22 patients DC test was negative initially, but became positive in time. The DC test were became positive during the time, in 34.6% of premature and 14% of term newborns respectively. In 35 patients without blood incompatibility; intrauterine and postpartum systemic inflammatory response syndrome (SIRS) and/or infection, various antenatal risks, intravenous immunoglobulin (IVIG) therapy and antibiotic use were determined. In the newborns with positive DC test, the most common etiologic factors after blood group incompatibility are SIRS and/or infection, transfusion of blood and blood products, IVIG therapy and more rarely the resulting antibodies from various reasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Güvercin Besleyicisi Hastalığı
Ersin Şükrü Erden, Nebihe İsaoğulları, Mesut Demirköse, Ramazan Davran
Olgu sunumu
Özeti
Güvercin Besleyicisi Hastalığı
PIgeon FancIer’s Lung DIsease
Hipersensitivite pnömonisi, çeşitli organik ya da kimyasal
maddelerin inhalasyonu ile gelişen immun yanıtın neden olduğu bir
inflamatuar intertisyel akciğer hastalığıdır. Kuş besleyicisi hastalığı,
kanatlıların dışkı ve tüy antijenlerine bağlı gelişen bir hipersensitivite
pnömonisidir. Başta güvercin olmak üzere birçok kanatlı
hipersensitivite pnömonisi’ne neden olmaktadır. Burada güvercin
besleyicisi hastalığı tanısı konularak tedavi edilen bir subakut
hipersensitivite pnömoni olgusu sunulmaktadır. Otuz iki yaşında
erkek göğüs hastalıkları polikliniğine iki aydır olan efor dispnesi,
kuru öksürük, ateş, terleme, halsizlik ve kilo kaybı şikayetleri ile
başvurdu. Hastanın güvercin beslediği öğrenildi. Hastaya anamnez,
fizik muayene, solunum fonksiyon testleri, akciğer grafisi ve yüksek
rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografi bulguları ile güvercin besleyicisi
hastalığı tanısı konularak prednizolon tedavisi yapıldı. Sonuç
olarak, bu olguların erken tanı almaları, böylece gerekli önlemlerin
alınarak erken tedavi edilmeleri hastalığın kronik forma ilerlemesinin
önlenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır.
Hypersensitivity pneumonia is an inflammatory interstitial lung
disease caused by immune response due to inhalation of various
organic and chemical substances. Bird fancier’s lung disease is a
hypersensitivity pneumonia which develops in response to organic
bird products. Hypersensitivity pneumonitis is caused by many birds,
especially pigeon. In the current case, the diagnosis was subacute
hypersensitivity pneumonitis. Thirty two year-old male was admitted
to chest diseases outpatient clinic due to two months of effort
dyspnea, dry cough, fever, sweating, fatigue and weight loss. The
patient has a history of pigeon feeding. The patient was diagnosed
as pigeon fancier’s lung disease by the help of the history, physical
examination, pulmonary function tests, chest radiography and highresolution
computed tomography findings, and he had prednisolone
therapy. As a result, an early diagnosis and then early treatment
after the necessary precautions are very important to avoid chronic
progress of these diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Doğum Yapan Kadınların Doğum Yöntemleri Hakkında Düşünceleri Ve Aldıkları Bakım Memnuniyeti
Emre Yanıkkerem, Aslı Göker, Nicole Piro
Araştırma makalesi
Özeti
Sezaryen Doğum Yapan Kadınların Doğum Yöntemleri Hakkında Düşünceleri Ve Aldıkları Bakım Memnuniyeti
Women’s OpInIons About Mode Of DelIvery And SatIsfactIon WIth
hospItal Care After Cesarean SectIon
Bu çalışmanın amacı sezaryen doğum yapan kadınların doğum
yöntemleri hakkında deneyimlerini, yaptıkları doğum yönteminden
ve aldıkları bakımdan memnuniyetlerini incelemektir. Bu araştırma
sezaryen doğum yapan 140 kadın ile gerçekleştirilmiştir. Kadınların
SDAMDÖ için önerilen kesme noktası puanı 146.5 olup, kadınların
%48.6’sının memnuniyet düzeyi yüksek, %51.4’ünün memnuniyet
düzeyi düşük bulunmuştur. Kadınların SDAMDÖ ölçek puan
ortalaması 144.9±18.7 (min=90, max=105). SDAMDÖ ölçek puanın
alt faktörleri incelendiğinde puan ortalamaları sağlık ekibinin anlayışı
20.1±3.4 (min=5, max=25); sezaryene hazırlık 7.9±1.9 (min=2
max=10); rahatlama 7.8±2.9 ( min=3 max=15); kararlara katılım ve
bilgilendirme 28.2±6.9 (min=8 max=40), bebekle tanışma 7.4±3.9
(min=3 max=15), postpartum bakım 7.5±5.1 (min=7 max=30),
hastane odası 10.5±3.1 (min=3 max=15), hastane olanakları
9.9±2.9 (min=3 max =15), mahremiyete saygı 15.1±3.7 (min=8
max=20), beklentilerin karşılanması 14.6±2.9 (min=8 max=20) olarak
belirlenmiştir. Memnuniyet düzeyi ile kadınların tanıtıcı özellikleri
arasındaki ilişki incelendiğinde; epidural anestezi ile sezaryen olan
ve 26-30 yaş grubundaki kadınların doğum sonrası memnuniyet
düzeyi yüksek bulunmuştur (p<0.05). Anne bakımı verirken hasta
merkezli yaklaşım son derece önemli olup, gebelere antenatal
dönemde doğum yöntemleri hakkında bilgi vermek, annelerin doğum
yöntemleri hakkında yanlış fikirlerini ortaya çıkarıp, isteğe bağlı
sezaryen oranlarını azaltmak son derece önemli olup aldıkları bakımın
memnuniyetini de belirlemek hizmet kalitesinin arttırılmasında son
derece önemlidir.
The aim at this study is to evaluate women’s experience, opinion about mode of delivery, satisfaction with hospital care after cesarean section. This descriptive, cross-sectional study was carried out at 140 women who had cesarean section. The proposed cut off score for SMMSCB was 146.5 and 48.6% of the women had high level of satisfaction. The mean SMMSCB scale score was 144.9±18.7 (min=90, max=105). When subgroups of the scale was examined, ‘perception of health professionals’ was 20.1±3.4 (min=5, max=25); preparation for caesarean 7.9±1.9 (min=2 max=10); ‘comforting’ score was 7.8±2.9 ( min=3 max=15); ‘information and involvement in decision making’ score was 28.2±6.9 (min=8 max=40), meeting the baby 7.4±3.9 (min=3 max=15), postpartum care 7.5±5.1 (min=7 max=30), hospital room 10.5±3.1 (min=3 max=15), hospital facilities 9.9±2.9 (min=3 max =15), respect for privacy 15.1±3.7 (min=8 max=20), meeting expectations 14.6±2.9 (min=8 max =20). The level of satisfaction was found high in women who had given birth with epidural anesthesia and who were in the age group of 26-30 (p
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
Yiğit Akın, Osman Köse, Hakan Gülmez, Çağla Serpil Doğan, Murat Uçar, Sacit Nuri Görgel, Yüksel Yılmaz, Ercan Yeni
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Enürezis Nokturnalı Çocukların Babalarında Depresyon
indeksi: Buz Dağının İhmal Edilen Kısmı
DepressIon Index In Fathers Of ChIldren WIth PrImary
nocturnal EnuresIs: The InvIsIble Part Of Iceberg
Bu çalışmanın amacı, monosemptomatik primer nokturnal enürezis’li
(pNE) çocukların babalarında depresyon düzeylerini değerlendirmektir.
Prospektif kaydedilen verilerin retrospektif incelemesini içeren çok merkezli
bu çalışma Nisan 2014 ile Ağustos 2016 tarihleri arasında aile hekimliği,
üroloji ve pediyatrik nefroloji polikliniklerinde gerçekleştirildi. pNE’li çocukların
babalarında tedavi öncesi ve sonrası depresyon ölçekleri değerlendirildi.
pNE’li çocuklara ilk önce alarm cihazı ile davranış terapisi uygulandı. Davranış
terapisine cevap vermeyen çocuklara desmopressin içeren oral ilaç veya
burun spreyi verildi. pNE’li çocukların babalarının hayat kalite skorları (QoL)
ve depresyon indekslerini belirlemek için Dünya Sağlık Örgütü QoL formları
ve Beck Depresyon envanteri (BDE) kullanıldı. Toplam 47 pNE’li çocuğun
[21 (%45) kız, 26 (%55) erkek] ebeveynleri kayıt altına alındı; tedavi öncesi
ve tedavinin 6. ayında değerlendirildi. Çocukların yaş ortalaması 7.4±2.5
yıldı. Alarm cihazları ile davranış tedavisi 29 çocukta (%61.7) başarılı oldu.
Ayrıca, 18 çocuğa (%38.3) oral/nazal desmopressin verildi. Tüm tedavilere
refrakter olan sadece 3 erkek vardı. Babaların yaş ortalaması 29.0±2.2 yıldı.
Babaların BDI puanları çocuk tedavisinden önce ve sonra sırasıyla 17.3±9.8 ve
15.7±9.2 idi (p<0.001). Sonuç olarak, pNE’li çocukların babalarında depresyon
skorları yüksekti. Tedavi yöntemleri ile pNE’li çocuk babalarında BDE skorları
geliştirebileceği sonucuna varıldı.
Aim of this study was to evaluate depression level of fathers whose children
have monosymptomatic primary nocturnal enuresis (pNE). Present study was
a retrospective view of prospective recorded data. The multicentre study was
conducted between April 2014 and August 2016, in family medicine, urology,
and paediatric nephrology outpatient clinics and fathers of children with pNE
were evaluated. We administered behavioural therapy with alarm device,
first. Children who did not respond behavioural therapy were given oral/nasal
desmopressin. World Health Organization quality of life (QoL) forms and Beck
Depression inventory (BDI) were used for determining QoL and depression
index of parents, respectively. A total of parents of 47 children including 21
(45%) girls and 26 (55%) boys with pNE were enrolled and evaluated before
and at 6th month of the treatment. The mean age of children was 7.4±2.5 years.
The behavioural therapy with alarm devices was successful in 29 children
(61.7%). Additionally, 18 children (38.3%) received oral/nasal desmopressin.
Only 3 boys were refractor to all treatments. Mean age of fathers was 29.0±2.2
years. Fathers’ BDI scores before and after children’s treatment were 17.3±9.8
and 15.7±9.2, respectively, (p<0.001). As a conclusion, anxiety scores were
high in fathers of children with pNE. Treatment modalities could develop BDI
scores in fathers who have children with pNE.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
El Bileğinde Ekstansiyon Kontraktürü Olan Yirmi Yillik Bir Vakanin Tedavisi
Rafet Özbey
Olgu sunumu
Özeti
El Bileğinde Ekstansiyon Kontraktürü Olan Yirmi Yillik Bir Vakanin Tedavisi
Treatment Of A Twenty-Year Case WIth ExtensIon Contracture Of The WrIst
Üst ekstremitede yanık sonrası gelişen kontraktürler elin ve kolun fonksiyonunu kısıtlamaktadır. Yirmibeş yaşında bayan hasta 3 yaşından beri sol el bileği bölgesindeki kontraktür sebebiyle polikliniğimize başvurdu. Muayenesinde hastanın sol elbilek ekstansör yüzde yaklaşık 120 derece ekstansiyon kontraktürü vardı. Hastanın kontraktürü yapılan insizyonla açılarak oluşan defekt karın flebiyle kapatıldı. Karın flebinin yanık sonrası görülen kontraktürlerin tedavisinde iyi bir tedavi alternatifi olduğunu düşünmekteyiz.
Postburn contractures in the upper extremities limit the function of the hand and arm. A 25-year-old female patient was admitted to our outpatient clinic for contracture of the left wrist since the age of three. On examination, the patient had an extension contracture of approximately 120 degrees in the left wrist. The patient's contracture was opened with an incision and the defect was closed with an abdominal flap. We think that abdominal flap is a good alternative for the treatment of postburn contractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
Kamile Marakoğlu, Nisa Çetin Kargın, İsmail Marakoğlu, Canan Uçar, Tülin Çora
Olgu sunumu
Özeti
Gingival Hipertrofisi Vedental Anomali
noonan Sendromunun Nadir Bir Görüntüsü
GIngIval Overgrowth And Dental Anomaly
an Unusual PresentatIon Of Noonan’s Syndrome
Noonan Sendromu doğumda tipik dismorfik anomalilerin
görüldüğü otozomal dominant bir hastalıktır. Etkilenen bireylerde
kardiyak defektlerle birlikte farklı bir yüz görünümü mevcuttur. Bu
olgumuzda özellikle gingiva hipertrofisi ve dental anomali ile seyreden
Noonan Sendromunu’nun farklı bir varyantını tartışmayı amaçladık.
15 yaşında kız hasta aile hekimliği polikliniğimize, gelişme geriliği
nedeni ile başvurdu. Fenotipik bulguları ile hastaya Noonan Sendromu
tanısı kondu. Noonan Sendromu, Turner benzeri fenotipik özelliklerle
seyreden kromozomal anomalilerle ilişkili olmayan sendromlardan
biridir. Bizim olgumuzda Noonan sendromuyla ilişkili oral bulgulara
ek olarak gingiva hipertrofisi ve dental anomali birlikteliği aynı anda
mevcuttu. Özellikle ağız, diş muayenelerindeki gingival hipertrofisi,
dental anomali olan vakalarda eşlik eden semptom ve bulgular var
ise noonan sendromu düşünülebilir.
Noonan syndrome is an autosomal dominant disorder that is
typically dysmorphic anamolies at birth. In many affected individuals,
this syndrome is associated with cardiac defects and a distinctive
facial appearance. We aimed to discuss a different variant of Noonan
Syndrome progressing especially with gingival overgrowth and dental
anomaly in our cases. A 15-year-old female patient presented to
our family medicine outpatient clinic with the complaint of growth
retardation. The patient was diagnosed with Noonan Syndrome with
phenotypic symptoms. Noonan Syndrome is one of the syndromes
without any chromosomal anomalies developing with Turner-like
phenotypic features. Gingival overgrowth and dental anomaly
coexistence in addition to the oral symptoms that are likely to be
related to the Noonan Syndrome was present in our case.Specifically,
if there are accompanying symptoms and findings in cases with
gingival overgrowth and dental anomalies as seen in patients’
mouth and teeth examinations, Noonan Syndrome may be taken into
consideration.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
Tuba Berra Erdem, Hale Borazan, Sema Tuncer, Şeref Otelcioğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Propofol Enjeksiyon Ağrısının Önlenmesinde Sufentanilin Etkinliğinin Saptanması
DetermInIng The Effect Of SufentanIl On Propofol InjectIon PaIn
Amaç: Propofol günübirlik anestezide indüksiyon ve sedasyon amaçlı oldukça sık kullanılan bir anesteziktir, enjeksiyon ağrısı problemiyle sıkça karşılaşılmaktadır. Propofol enjeksiyon ağrısını önlemede opioidler etkili bulunmuştur. Bu çalışmada selektif bir μ reseptör agonisti olan ve analjezik etkinliği fentanilin 5-10 katı kadar olan sufentanilin, propofol ağrısına etkisini gösteren bir çalışmaya literatürde rastlanamadığından bunun belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Genel anestezi altında elektif cerrahi geçirecek olan 60 hasta etik kurul onayını takiben rastgele iki gruba ayrılıp, propofol enjeksiyonundan önce ilk gruba 2ml serum fizyolojik , ikinci gruba 5μg (2ml) sufentanil verildi. Bu ajanlar, her hastaya el sırtından açılan 20 G kanülden intravenöz yolla 10-20 saniyede yapıldı. Daha sonra oda ısısındaki propofolden 5 ml verildi. Ağrı sözlü olarak dört puanlı skala ile, ağrı yok (0), hafif (1), orta (2), şiddetli (3), değerlendirildi. Bulgular: Demografik verilerde iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Serum fizyolojik grubunda ağrı insidansı (%80), sufentanil (%46,7) grubundan yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p< 0,05). Sonuç: Propofol enjeksiyonu öncesinde yapılan 5μg sufentanilin enjeksiyon ağrısını azaltmaktadır. Bu nedenle sufentanilin propofol enjeksiyonu öncesi kullanımının faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Aim: Propofol is a frequently used anesthetic in outpatient anesthesia and pain is often experienced when propofol is injected. Opioids are effective in preventing the propofol pain injection. In this study it’s aimed to evaluate effectivity of sufentanil, a selective μ receptor agonist 5-10 times more effective analgesic than fentanyl, in propofol injection pain. Material and method: Sixty patients scheduled for elective surgery under general anesthesia were randomly allocated to one of two groups to receive either saline 2 ml or 5μg sufentanil before propofol was injected. Each patient was given one of these agents intavenous via 20 G cannula on the dorsum of the hand in 10-20 second. Then 5 ml propofol at room temperature was injected. Pain was assesed verbally and scored none (0), mild (1), moderate (2), severe (3). Results: There was no statistically difference in demographic datas between two groups. In saline group, the incidence of pain (% 80) was higher than in the flidsufentanil group (%46,7) the result was statistically significant (p< 0,05). Conclusion: Pretreatment with 5μg sufentanil was effective in reducing the propofol injection pain. So, we thought that sufentanil can be useful for preventing propofol injection pain.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
Aysun Görkem, Ayşe Ruveyda Uğur, Bahadır Feyzioğlu, Mehmet Özdemir, Mahmut Baykan
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Hastalarda Parainfluenza Nedenli Alt Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Araştırılması
InvestIgatIon Of ParaInfluenza VIrus Caused Lower RespIratory Tract InfectIons In PedIatrIc PatIents
Özet
Amaç: Parainfluenza virüslerinin (PIV) neden olduğu solunum yolu infeksiyonları bebek ve küçük çocuklarda başlıca morbidite ve hastanede yatış nedenleri arasında yer almaktadır. Bu retrospektif çalışmada alt solunum yolu infeksiyonu nedeniyle takip edilen çocuk hastalarda Parainfluenza virüs infeksiyonlarının sıklığının ve mevsimsel dağılımının araştırılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2014 - Aralık 2016 tarihleri arasında çeşitli çocuk kliniklerinde alt solunum yolu infeksiyonu ön tanısıyla ayaktan ve yatarak takip edilen 18 yaş altı hastaların nazofaringeal sürüntü örneklerinde PIV etkeni multipleks polimeraz zincir reaksiyonu (m-PZR) yöntemi ile çalışıldı.
Bulgular: Çalışma sonucunda değerlendirmeye alınan 1983 çocuk hastadan 224’ünde (%11.3) solunum yolu örneğinde PIV tiplerinden herhangi biri tespit edilmiştir. Alt tiplerin dağılımına bakıldığında etken olarak en sık PIV-3 (%75) saptanmıştır. Bunu sırasıyla %15.17 ile PIV-4, %5.8 ile PIV-1 ve %4 ile PIV-2 takip etmektedir. Hastaların %75.9 oranında 5 yaş ve altında olduğu belirlendi. Mevsimsel dağılım incelendiğinde, PIV-3 ‘ün sıklıkla (%53.6) yaz aylarında, PIV-1 ve PIV-2’nin ise tamamına yakınının sonbahar ve kış aylarında görüldüğü belirlendi.
Sonuç: Hasta grubunda sıklıkla alt solunum yolu infeksiyonu etkeni olan PIV-3 belirlendi. PIV’lerin neden olduğu solunum yolu infeksiyonu etkenlerinin m-PZR yöntemi ile belirlenmesi, klinisyenlere bu viral infeksiyonların tedavi ve korunmasında faydalı olacaktır.
Abstract
Aim: Respiratory infections caused by PIV are related to major morbidity and hospitalization rates in infants and young children. The aim of the present retrospective study is to investigate the rate and seasonal distribution of PIV infections in pediatric patients with lower respiratory tract infections.
Patients and Methods: Nasopharyngeal swab specimens of pediatric in- and outpatients with the diagnosis of lower respiratory infection were collected from various pediatric clinics between January 2014 and December 2016. PIV types 1, 2, 3 and 4 were identified by multiplex real time PCR method.
Results: One of the four PIV types was identified in 224 of 1983 nasopharyngeal swab specimens of patients aged less than 18 years (11.3%). PIV-3 was the most common agent among the subtypes (75%) followed by PIV- 4 (15.2%). The rate of PIV-1 and PIV-2 were 5.8% and 4%, respectively. Of all pediatric patients, 75.9% were under 5 years of age. When the seasonal distribution was examined, it was determined that PIV-3 was frequently observed in summer (53.6%), whereas PIV-1 and PIV-2 were observed in autumn and winter months.
Conclusion: PIV-3 was the most common subtype. Prompt identification of PIV by multiplex real time PCR method would be very helpful for clinicians in the treatment and prevention of the respiratory infections caused by viral pathogens.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
Bedri Özer, Ökkeş Emlik, Duygu Fındık, Yavuz Uyar, Ziya Cenik
Araştırma makalesi
Özeti
Medikal Tedaviye Dirençli Kronik Nonkomplike Süpüratif Otitlerde Otomikoz Görülme İnsidansı Ve Kombine Tedaviye Alınan Yanıt
OtomycosIs In IncIdence And Response To CombIned Therapy In NoncomplIcated SuppuratIve OtItIs Re-SIstant To MedIcal Treatment
Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi K.B.B. polikliniğine başvuran 90 kronik süpüratif otitis media (KOM) li hastanın 103 orta kulak akıntısı üzerinde yapıldı. Hastaların orta kulak akıntılarından aerop bakteri ve mantar için kültür örnekleri alındı. Hastalara günlük bakım, topikal damla ve kültür sonucuna uygun antibioterapi uygulandı. Medikal tedaviye cevap alınamayan bir grup hastaya otomikoz kombine tedavisi uygulandı. Sonuçta kronik süpüratif otitis medianın otomikoz gelişimi açısından bir risk faktörü olduğu, tedaviye dirençli hastalarda ge-leneksel tedavi yöntemlerine antimikotik ilaç eklenmesinin hastaların iyileşme şansını artırdığı kanısına varıldı.
This study was constructed on 103 middle ear drainage of 90 suppurative chronic otitis media patients who app-lied to the outpatient clinics of the Selçuk University Faculty af Medicine. Aerobic bacteria and mycatic cultures of middle ear discharges were taken from patients. Standart therapeutic regime (daily care and topical drops with an-tibiotics) was applied ta MI of the patients according to their culture-antibiogram. Some of the patients who are re-sistant this medication were undertakerı to combirıed otomycotic therapy. The results showed that suppurative chro-nic otitis media was a risk factor for otomycosis. It was indicated that the addition of antifungal drugs ta the conventional treatment protocol increased the recovery chance of patients who resistant to conventional therapy.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
Mehmet Yılmaz Salman, Orhun Sinanoğlu, Göksel Bayar
Araştırma makalesi
Özeti
Covıd-19 Sırasında Üroloji Kliniklerine Normal Ve Acil Başvurulardaki Azalma: Gözlemsel Bir Çalışma
The Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc: An ObservatIonal Studythe Decrease In Regular And Emergency VIsIts To Urology ClInIcs DurIng Covıd-19 PandemIc
Amaç: Bu önce ve sonra çalışmasının amacı, 2019 ve 2020'nin aynı döneminde pandemi öncesi ve sonrası
ürolojik konsültasyon ve acil durumlardaki değişiklikleri iki g rup olarak karşılaştırmaktır.
Hastalar ve Yöntem: Hasta dosyaları geriye dönük olarak taranmış ve konsültasyon, ameliyat ve yatış
sayıları değerlendirilmiştir. İki grup triyaj renk kodları ve nihai kararlar açısından karşılaştırılmıştır. Hastaların
yaş ve cinsiyet gibi demografik verileri, triyaj renk kodu, konsültasyon kliniği, vizit tipi (düzenli vs kontrol) ve
operasyon verileri (ameliyat tipi, profilaksi durumu, ameliyat yeri vb.) kaydedilmiştir.
Bulgular: 2019 yılında 50 günlük dönemde acil servise toplam 89.674 hasta, 2020 yılında ise aynı dönemde
53.745 hasta başvurmuştur. Aynı dönemde acil servise başvuran hasta sayısı bir önceki yıla göre %40,07
azalmıştır. Yeşil triaj kodlu hastaların oranı 2020 yılında 2019 yılına kıyasla %30 azalırken, aynı dönemde
sarı triaj kodlu hastaların oranı ise %28.9 artmıştır. Üroloji vizitlerinde 2020'de %85.91 gibi dramatik bir düşüş
yaşanmıştır.
Sonuç: COVID-19 pandemisi hala devam etmekte olup, aşılama programları ve kısa sürede kullanıma
sunulacak olan yeni ilaçlar dahil olmak üzere tüm çabalara rağmen bir süre daha devam edecek gibi
görünmektedir. Pandemi ile birlikte üroloji kliniğine konsülte edilen hastal arın sayısında azalma olmuştur .
Aim: In this pre-and post- study, we aimed to compare changes in urological consultations and emergencies
between before and after the pandemic at the same time period o f 2019 and 2020 as two groups.
Patients and Methods: Patient files were retrospectively screened and numbers of consultations, surgeries
and admissions were evaluated. The two groups compared in terms of triage color codes, and final decisions.
Patients’ demographic data such as age and gender, triage color code, consultation order clinic, type of visit
(regular vs control), and operational data (type of surgery, prophylaxis status, place of OR etc) were recorded.
Results: A total of 89,674 patients presented to the emergency department in the 50-day period in 2019 and
53,745 patients in the same period of time in 2020. The number of patients presenting to the emergency
department decreased by 40.07% within the same period compared to the previous year. The percentage of
patients with the green triage code was decreased in 2020 by 30% compared to 2019, while the percentage
of yellow triage code was increased in 2020 by 28.9% compared to 2019. There was a dramatic fall in urology
visits in 2020 by 85.91%.
Conclusion: The COVID-19 pandemic is still ongoing, and it seems likely to continue for some time, despite
all efforts including vaccination programs and novel drugs that will also become available in a short time. The
number of patients cosulted with urology outpatient clinic has decreased during the pandemic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İshalli Çocuklarda Etken Dağılımı Ve Etkenlere Yönelik Özellikler
Hanefi Demirtaş, Muhsin Atık
Araştırma makalesi
Özeti
İshalli Çocuklarda Etken Dağılımı Ve Etkenlere Yönelik Özellikler
The DIstrIbutIon Of The EtIologIc Agents Of DI-Arrhoea And TheIr Seasonal Features
Ishal şikayeti ile polikliniğe başvuran 113 ishalli çocuğun dişi(' örneklerinden, etkeni saptamaya yönelik çalışmarnızda; %28.3 oranında Rotavirüs, %10.6 oranında S. typhimurium, %7 oranında EPEC. %2.7 oranında S. ,flexneri ve birer hastada Candida (%0.8) ve Gardia (0.8) eken olarak sap-tanmıştır. C. jejuni tüm vakalada araştırılmasına rağmen izole edilememiştir. Etken izole edilen ya-kaların %83.2'sinin 0-12 ay grubunda olduğu gözlenmiştir. ishale neden olan hakteriyel et-kenlerin kışa göre, sonbahardaki sıklığı anlamlı oranda (p<0.05) yüksek bulunmuştur. Bulgularımıza göre, ishalin, ülkemizde yaşına kadar olan çocuklarda hala önemli bir sağlık sorunu olduğu ve Rotavirüslerin, özellikle soğuk mevsimlerde, ishal et-keni olarak ilk sırayı aldığı sonucuna varılmıştır.
From stools of 113 childiren, who carne owing to complain of diarı-hoea to ouı- outpatient depaı-tment. microbiolojic cultures have heen made to identify the etiologic agent. From this cultures, 28.3 % Ro-tavirus has heen identıfied. The otheı- agents were S. typhimurium (10.6 %), EPEC (7 %), S. flexneri (2.7 %), Candida (0.8 %) and Giaı-dia (0.8 %). C jejuni has heen searched, but from nobody could be ide-ified. 83.2 % of this childı-en wer-e 1-12 monts old. In autumn, the incidence qf pathologic agents were sig-nificantly higheı- as in winter (p< 0.05). According to our fiı-ıdings, diarrhoea is stili an important di-sease among the childiren who are 0-2 vears old and the rotavirus is the most fi-equent cause of di-arrhoea rn childiren, specially in cold seasons.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hipofızer Dwarfizmli Çocuklarda Serum Çinko Ve Bakır Seviyelerinin İncelenmesi
İbrahim Erkul, Ruhuşen Kutlu, Gülay Reis
Araştırma makalesi
Özeti
Hipofızer Dwarfizmli Çocuklarda Serum Çinko Ve Bakır Seviyelerinin İncelenmesi
ZIvc And Copper Levels In Serum Of ChIldren WIth. Growth Hormon DefIcIency
Temmuz 1986 - Haziran 1987 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran 14 hipofizer dwarfizm vakası ile 14 kontrol grubunda serum çinko ve bakır seviyeleri araştırıldı. Takvim yaşı ile kemik yaşı arasındaki ilişki incelendi. Hipolizer dwarfizmli hastalarda çinko seviyeleri ortalama 69.286-T 3.086 ugr/100 mi., kontrol grubunda ise 79.429:F-3.291 ugr/100 mi. olarak bulundu. İki grup arasındaki farklılık istatistiki olarak önemli idi. (P<0.05). Serum bakn seviyeleri hasta grubunda ortalama 133.286-T8.754 ugr/100 mi., kontrol grubunda ise 100.813=7-4.845 ugr/100 mi. olarak bulundu. İki grup arasındaki farklılık istatistiki olarak önemli bulunmuştur. (P <0.01).
Serum zinc and copper levels were investigated in 14 pituitary dwarfism cases and 14 control groups who applied to the Selcuk University Medical Faculty Pediatric Outpatient Clinic between July 1986 and June 1987. The relationship between the calendar age and bone age was examined. Zinc levels in patients with hypoglycemic dwarfism averaged 69.286-T 3.086 ugr / 100 ml., In the control group 79.429: F-3.291 ugr / 100 ml. found as. The difference between the two groups was statistically significant. (P <0.05). Serum bacterial levels averaged 133.286-T8.754 ugr / 100 ml in the patient group and 100.813 = 7-4.845 ugr / 100 ml in the control group. found as. The difference between the two groups was found to be statistically significant. (P <0.01).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
Serhat Türkoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastalarda Tanı Dağılımları
DIagnosIs Of PatIents ReferrIng To A ChIld And Adolescent
psychIatry OutpatIent ClInIc
Bu araştırmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine başvuran
hastaların tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Ordu
Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümüne Ocak
2012-Nisan 2013 tarihleri arasında başvuran 2109 hastanın dosyaları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların daha çok erkek olduğu
(%59.6) ve 7-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerden (%78.6) oluştuğu
saptanmıştır. Başvuran olguların %74.8’sine bir ya da birden çok
tanı konmuştur, 0-6 yaş arası olgularda tanı konma oranının %44.8,
7-11 yaş arası olgularda %84.6, 12-18 yaş arası olgularda %80.3
olduğu saptanmıştır. Olguların %9.7’sinin birden fazla tanı aldığı
saptanmıştır. Eştanı saptanma oranının en sık dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (DEHB) grubunda olduğu belirlenmiştir. En
sık saptanan tanılar, sırasıyla DEHB, depresyon, yaygın anksiyete
bozukluğu, enürezis ve zeka geriliğidir. Tanıların cinsiyete göre
dağılımı değerlendirildiğinde, erkek çocuklarda en sık DEHB,
enürezis, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, zeka geriliği;
kızlarda ise DEHB, depresyon, yaygın anksiyete bozukluğu, enürezis,
zeka geriliği tanısının olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda en sık
saptanan tanılar dışavurum bozuklukları olmakla birlikte, cinsiyetler
arası farklılıklar gözlenmektedir. Eştanı oranı da dikkate değer
düzeyde saptanmıştır. Eştanıların birlikteliğinde hastalığın şiddeti
daha ağır olmakta, psikososyal işlevsellikte daha ciddi bozulmalar
görülmektedir. Hangi tanıların daha sık olduğunun bilinmesi, yaş
grupları ve cinsiyetler arası tanı farklılıklarının belirlenmesi, çocuk
ve ergen psikiyatrisi poliklinik hizmetlerinin iyileştirilmesine katkıda
bulunacaktır
The aim of the present study is to identify the diagnoses of
patients who referred to a child and adolescent psychiatry outpatient
clinic. Medical records of 2109 patients referred to the Children and
Adolescent Psychiatry outpatient clinic at Ordu States Hospital,
between January 2012 and April 2013 were studied retrospectively. It
was found that the patients were mostly male (59.6 %) and within 7 to
18 years of age (78.6%). It was also determined that 74.8% of patients
had at least one diagnosis. The diagnosis rate of 44.8% in patients
between the ages of 0-6, 84.6% of patients aged 7-11 were determined
as 80.3% in patients aged 12-18. Of the cases, 9.7% were diagnosed
with multiple conditions. They were mainly in the attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) group. The most common diagnosis
was attention deficit hyperactivity disorder followed by depression,
anxiety disorders, enuresis and mental retardation, respectively.
When the distribution of the diagnoses to sex were assessed, the
most common diagnoses in boys are ADHD, enuresis, depression,
generalized anxiety disorder and mental retardation respectively,
they were ADHD, depression, generalized anxiety disorder,
enuresis and mental retardation in girls. In our study, although the
externalizing disorders are the most frequent diagnoses, there are
differences between genders. The rate of comorbid diagnosis was
found to be considerable. In the presence of comorbid diagnoses, the
disorder is experienced more heavily and psychosocial functionality
gets deteriorated. To know the most common diagnoses, diagnosis
differences within genders and possible diagnoses for certain age
groups will be useful for improving child and adolescent psychiatry
services.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Maksiller Sinüzitli Hastalarda Tens Tedavisi
Levent Soley, Hatice Yöndemli
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Maksiller Sinüzitli Hastalarda Tens Tedavisi
Tens Treatment In TpatIents WIth ChronIc InaxIllary SInusItIs.
TENS son yıllarda özellikle ağrı ve kronik int-lamasyon tedavisinde kullanılmaya başlanılan alçak frekanslı, sinüzoidal elektrik akımıdıı-. Nonallerjen, rinojen orjinli kronik maksiller- sinüzitli 38 hastada 3 grupta ıtyguladığımız, TENS, TENS ile medikal te-davi ve medikal tedavi sonucunda, TENS tedavisinin hastaların ağrı şikayetini azaltmada ve sinüs dre-najım artırmada etkili olduğunu tespit edildi. TENS tedavisi uygulanan hastalarda herhangi bir komp-likasyoh gelişmedi.
TENS is low frequency siniizoidal electric sti-mulation for the use of treatment pain and chronic inflamation in the recent past. We report on 38 pa-tients who were treated TENS, TENS with nıedical treatment and only medical treatment. In result we estahlished TENS should be seen as effective by tretmen of pain and sinüs drainage. There were any complication in patients who the use of TENS.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Deha Denizhan Keskin, Seda Keskin
Araştırma makalesi
Özeti
İlk Trimester Gebelerde Toksoplazma, Rubella, Cmv,
hbv, Antihbs, Hcv, Hiv Seroprevelansları
Toxoplasma, Rubella, Cmv, Hbv, AntIhbs, Hcv, HIv Seroprevelance
ın FIrst TrImester Pregnant Women
Çalışmadaki amacımız ilk trimester gebelerde Toksoplazma,
Rubella, Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV seroprevelanslarını
belirlemek ve parite durumları, yaş grupları ile ilişkisini araştırmak.
Kasım 2011 ile Şubat 2013 tarihleri arasında Bayrampaşa Devlet
Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine başvuran, yaşları
16 ile 45 arasında değişen 2900 12 hafta ve altı gebe çalışmamızda
değerlendirildi. Uygun gebelerde çalışılan Toksoplazma, Rubella,
Sitomegalovirus, HBV, AntiHbs, HCV, HİV sonuçları analiz edildi.
Yaş grupları, Gravide, Parite sayıları sorgulandı. Çalışmaya katılan
gebelerin yaş ortalaması 27.78±5.57 (16-45), gebelik ortalaması
2.21±1.39 (1-8), parite ortalaması 0.78±0.89 (0-5), başvurudaki
gebelik haftası ortalaması 8±3 (5-12) olarak saptandı. Çalışılan
serum örneklerinde Toksoplazma Ig G, Rubella Ig G, Sitomegalovirüs
Ig G, HbsAg, antiHbs, antiHCV, antiHİV seropozitifliği sırasıyla; %
31.2, % 95.7, % 99.2, % 2.4, % 22.1, % 0.1, % 0 iken; Toksoplazma
Ig M, Rubella Ig M, Sitomegalovirüs Ig M seropozitiflik yüzdeleri ise
sırasıyla % 0.9, % 0.15, % 0.7 olarak saptanmıştır. Toksoplazma
seropozitiflik oranı Türkiye verileriyle benzerlik göstermektedir.
Rubella seronegatifliği Türkiye verilerine oranla düşük bulunmuş
olup gebelik öncesi aşılama ile bu değer Avrupa ülkeleri seviyesine
çekilebilir. CMV seropozitifliği çalışmamızda oldukça yüksek
saptanmış olup düşük sosyoekonomik düzeyi işaret etmektedir.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV, anti HİV düzeyleri Türkiye ortalamasına
yakın saptanmıştır. Bunlara göre rutin TORCH taramasına ek olarak
HBsAg ve anti-HBs taraması uygun görünürken, anti-HCV ve anti-HİV
taraması cost efektif değildir.
The purpose of this study was to designate the prevalences
of Toxoplasma, Rubella, Cytomegalovirus, HBV, anti-HBs, HCV,
HIV among first trimester pregnant women and investigate the
relationship between age groups, parity. This study included 2900,
under 12 gestational weeks pregnant women, ages ranging from 16 to
45 admitted to Bayrampasa State Hospital obstetrics and gynecology
outpatient department between November 2011 and February 2013.
Toxoplasmosis, rubella, cytomegalovirus, HBV, hepatitis B infection,
HCV, HIV was studied in suitable pregnant women and results were
analyzed. Age groups, gravida, parity number were questioned. The
mean age of the pregnant women participating in the study was
27.78±5.57 (16-45), mean gestation was 2.21±1.39 (1-8), mean
parity was 0.78±0.89 (0-5), mean gestational age on admission
was 8±3 (5-12). Toxoplasma IgG, Rubella IgG, Cytomegalovirus
IgG, HBsAg, antiHBs, HCV, antiHİV seropositivity were respectively
31.2%, 95.7%, 99.2%, 2.4%, 22.1%, 0.1%, 0%; and Toxoplasma IgM,
Rubella IgM, cytomegalovirus IgM seropositivity percentages, were
respectively 0.9%, 0.15%, 0.7%. Toxoplasma seropositivity rate is
similar to Turkey data. Rubella seronegativity was found lower then
the data of Turkey and with the prepregnancy vaccination this value
can be pulled the level of European countries. The high level of CMV
seropositivity in our study indicates the low socioeconomic status.
HBsAg, anti-HBs, anti-HCV and anti-HIV levels were close to the
average of Turkey. According to them, in addition to routine screening
of TORCH, screening for HBsAg and anti-HBs appears appropriate,
anti-HCV and anti-HIV screening is not cost effective.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
Mehmet Özdemir, Mehmet Emin Demircili, Bahadır Feyzioğlu, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
InvestIgatIon Of Acute VIral GastroenterItIs Agents In DIarrhaeIc
patIent
Viral gastroenterit etkeni olan virüsler insanlarda sporadik ve
epidemik salgınlara yol açabilir. Sık görülen viral enterit etkenleri
rotavirüs, nörovirüs ve adenovirüstür. Bu çalışmada Konya
bölgesinde ishalli hastalarda bu viral etkenlerin araştırılması
amaçlandı. Hastanemiz Merkez Mikrobiyoloji laboratuvarına çeşitli
klinik, poliklinik ve yoğun bakım ünitelerinden gönderilen ve karın
ağrısı, ishal, kusma şikayeti olan hastalardan alınan 300 gaita örneği
çalışmaya alındı. Bu örneklerde mikroskopik inceleme yapılarak
parazit yönünden negatif bulunanlarda Adenovirus ve Rotavirus
immunokromotografik yöntemle, Nörovirus ELISA yöntemi ile
çalışıldı. Bu örneklerin 52’(%17,3) si Rotavirüs, 8(%2,6)’i Adenovirüs
35(%11,7) i Nörovirüs açısından pozitif olarak saptandı. Rotavirüsün
en yüksek pozitif bulunduğu aylar Kasım ve Şubat iken, Nörovirus
Ağustos ve Eylül aylarında yüksek bulundu. Viral gastroenterit
etkenleri, mevsimsel ve yaş gurubu farklılıkları olmakla beraber
her coğrafik bölgede görülmekte ve bazen ciddi infeksiyonlara
neden olmaktadır. Çocukluk yaş guruplarında ölümlere kadar varan
infeksiyonlar görülebilir. Bu nedenle sık görülen viral gastroenterit
etkenlerini rutin tanıda tespit edecek tanı sistemleri hastane
laboratuvarlarında bulunmalı ve gastrointestinal infeksiyonlarının
tanısında kullanılmalıdır.
The viruses that cause viral gastroenteritis can lead to sporadic
and epidemic outbreaks in humans. Common viral enteritis agents
are Rotavirus, Nörovirus, and Adenovirüs. In this study it was aimed
to investigate viral agents in diarrheic patients in Konya region. From
patient who has diarrhea and abdominal pain, 300 stool samples
which sent from various clinics, outpatient clinic and intensive care
units to central clinical microbiology laboratory of our Hospital, were
included in the study. Of these samples, were 52 (17.3%) positive
for Rotavirus, 8 (2.6%) positive for adenovirus, and 35 (11.7%)
positive for Norovirus. while it was detected the highest positivity to
Rotavirus in November and February; Norovirus was higher in August
and September. Although the differences observed in seasonal and
age group, viral gastroenteritis agents could be detected in each
geographical region, and sometimes can cause serious infections up
to death. For this reason, routine diagnosis of common viral agents of
gastroenteritis must be available and should be used in the diagnosis
of gastrointestinal infections in hospital laboratories.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Bafivuran Çocuk Hastalarda Hepatit A Sıklığı
Meltem Energin, Şefika Elmas, Ahmet Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Bafivuran Çocuk Hastalarda Hepatit A Sıklığı
Frequency Of HepatItIs A In ChIldren ApplyIng To OutpatIent ClInIcs Of PedIatrIcs In Meram MedIcal Faculty Of Selcuk UnIversIty
Amaç: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları genel polikliniğine çeşitli nedenlerle getirilen 2-16 yaş arası çocuklarda Hepatit A virüsü seropozitişik oranlarını belirlemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Aralık 2005- Haziran 2006 tarihleri arasında çocuk kliniğine başvuran 345 hasta çalışmaya alındı. Çocuk hastalar 2-6, 7-11 ve 12-16 yaş olmak üzere üç gruba ayrıldı. Tüm hastalarda ELISA yöntemi ile anti-HAV Ig M ve Ig G çalışıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 10.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Anti-HAV Ig M ve Ig G pozitişiği sırasıyla % 1.4 ve % 28.7 olarak saptandı. Çalışmaya katılan olgular yaş gruplarına göre incelendiğinde, okul çağı çocuklarda okul öncesi çocuklara göre seropozitişiğin anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü. Sonuç: Okula başlama ile birlikte çocuklarda Hepatit A seropozitivitesinde belirgin artış saptanması nedeniyle okul öncesi dönemde aşılanma önerilmelidir.
Aim: In this study, we aimed to evaluate the ratio of hepatitis A seropositivity in patients who applied to the outpatient clinics of of Pediatrics in Meram Medical Faculty of Selcuk University. Material and Method: 345 patients who applied to our outpatient clinics between December 2005 and June 2006 were included in the study. These children were divided into three groups as 2-6, 7-11 and 12-16 years, respectively. AntiHAV Ig M and Ig G were studied in all patients using ELISA method. The statistical analysis of the results was evaluated according to SPSS 10.0 program. Results: Positivity of anti-HAV Ig M and Ig G were found as 1.4 % and 28.7 %, respectively. When compared, hepatitis A seropositivity was significantly higher in children of school age than children under school age. Conclusion: Because hepatitis A seropositivity in children increases significantly with school age, vaccination should be recommended before school age.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
Şakir Tavlı, Adnan Kaynak, Ahmet Kaya, Şükrü Bülent Özer, Mikdat Bozer, Özden Vural
Araştırma makalesi
Özeti
Primer Hıperparatiroidızm Ve Cerrahı Tedavısı
PrImary HyperparathIroIdIsm And SurgIcal Treatment
S.Ü. Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde 1986-1992 yılları arasında primer hiperparatiroidi tanısı ile ameliyat edilen 8 olgu sunulmuştur. 7 olguda serum kalsiyum ve parathormon seviye-si yüksekti. 1 olgu dışında digerlerinde serum kreati-nin seviyesi normaldi. Preoperatif dönemde 2 olguda US ile, 5 olguda US+CT ile bir paratiroid bezinde büyüme saptandı. 1 olguda herhangi bir paratiroid bezinde büyüme saptanamadı. Adenom olduğu düşünülen 7 olguda paratiroid gland eksizyonu uygu-landı ve nodüler guatr da saptanan 3 olguda aynı za-manda subtotal tiroidektomi de yapıldı. Iliperplazi düşünülen 1 olguda 3112 paratiroid bezi çıkartılarak subtotal paratiroidektomi uygulandı. Histopatolojik tatlılar tüm olgularda benign olarak saptandı.
In University of Selçuk, Faculty of Medicine, Department of Surgery, 8 cases operated with diagnosis of primary hyperparathyroidism between 1986-1992 were presented. The level of the serum calcium and parathormon were high in 7 cases. Except one case, the level of serum creatinin were normal. In preoperative period, it was found enlarged one parathyroid gland by US in 2 cases and by US+CT in 5 cases. It was not found any enlarged parathyroid gland in one case. It was performed parathyroid gland excision in 7 cases considered as adenoma and also performed subtotal thyroidectomy in 3 cases with nodular goitre. In one case considered as hyperplasia, it was performed subtotal parathyroidectomy by exicision of 3 112 parathyroid glands. The results of hystopathologic studies were benign in all cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Psıkıyatrı Polıklınıgıne Bır Yıl İcınde Ba$vuran Cocukların Degerlendırılmesı
Ömer Böke, Sıtkı Karaca, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Psıkıyatrı Polıklınıgıne Bır Yıl İcınde Ba$vuran Cocukların Degerlendırılmesı
EvaluatIon Of The ChIldren Who Were AdmItted To PsychIatry Department In A Year
Bu calısmada, S.U. Tip Fakiiltesi Psikiyatri pa-liklinigine Eylid 1993- Eylid 1994 tarihleri arasinda ilk kez bapuran 226 cocuk hastanin poliklinik kart-tart sosyodemografik ye klinik ozellikleri yoniinden gerive dijniik olarak arapradt. Kim!' olanaklarla ye cocuk ve Ergen psikivatristi hulunmayan or-tamda verilen hizmetin degerlendirilmesi ye eri§rkin psikiyatristinin, cocuk psikiyatristi bulunmayan yer-lerde cocuk hastalarla karplagtginda sintrlartnin ne olacaginin tartt§ilmasz amaclandt. Bir yrl ifinde erickin psikiyatri poliklinigine 3-16 yaVaz- arasinda 226 pasta hafvurdu. Bunlarin %58'i erkek %42 `si kiz idi. En yiiksek havuru %31.85 lie 12-14 yaVar arasinda, %38.49 hirinci cocuk ge-Olgularin %84.07'si dogrudan ailenin ka-rart ile poliklinige getirilmigir. Polikligine bapuru ekline Ore ikinci strada ktzlar %14.43 kon-sultasyon istegi, erkekler %8.52 adli vaka sebehiyle Bapuru lekline gore kalarla erkekkr arasinda anlamli lark vardir (p<0.05). Bapurzt ya-kinmasi dagthmina gore ise, eniirezis, zeka geriligi, davrang bozuklugu, kekemelik erkekierde. somatik, depresif ye konversif yakinmalar ktzlarda daha cok rastlandi. Aralarzndaki lark istatistiksel olarak an-lamit hulundu (P<0.05). Sonuc olarak hir yil i•inde cocuk Psikiatristi ol-mayan bir klinige 226 ilk bapurunun olrnast gedeki cocuk Psikiyatristine plan gereksinimi aczk-ca orraya koymaktir.
Sociodemographic and clinical features of 226 children, who were admitted to the outpatient clinic of psychiatry department of Selcuk University for the first time, between september 1993-and september 1994. were analyzed retrospectively. The purpose of this study is to reveal the problems of an adult psychiatrist when he come face to face with the children in a condition where female. Most of the children were between 12-14 years old and were the first child of the family. The patients admitted to the clinic mostly because of their parents regrests. The second reason of admittance was other physicians consultation request for female, and legal report for male. The differance was significant (p<0.05). Main complaints were enuresis, mental retardation, con-duct disorder, developmental articulation disorder for males, and somatic. depressive and conversive for females_ The differents was statistically sig-nificantly (p<0.05). As a result, 226 first admissions to a clinic in-dicates the need to a child psychiatrist in this dist-rict.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağındaki Masum Üfürümlerde Ekokardiyografik İnceleme Yapalım Mı?
Derya Çimen, Bülent Oran, Semra Arıbaş, Tamer Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağındaki Masum Üfürümlerde Ekokardiyografik İnceleme Yapalım Mı?
Do We Perform EchocardIography Assesment For Innocent Heart Murmurs In ChIldhood?
Amaç: Kardiyovasküler sistem muayenesi sonucu masum üfürüm ön tanısı konulan hastaların kesin tanısında ekokardiyografinin mutlaka gerekip gerekmediğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Haziran 2007 ile Aralık 2007 tarihleri arasında fakültemiz Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine ilk kez başvuran ve yaşları 1 gün ile 17 yaş arasında değişen ve fizik muayene, elektrokardiyografi (EKG) ve telekardiyografi incelemeleri sonucunda masum üfürüm ön tanısı ile ekokardiyografik inceleme yapılan 466 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Masum üfürümlü hastaların hiçbirinde hemodinamik olarak önemli kardiyak patoloji tespit edilmedi. Ayrıca masum üfürümler tiplerine göre değerlendirildiğinde, masum pulmoner üfürümünün en yüksek oranda (%47.4) duyulduğu tespit edildi. Sonuç: Hastaların % 69’unda ekokardiyografik inceleme ile hemodinamik olarak anlamlı olmayan minör doğumsal kalp hastalıkları tespit edilmiş ve bunların %12’sinin infektif endokardit proşaksisi verilmesi gereken hastalıklar olduğu görülmüştür. Bu nedenle üfürüm duyularak polikliniğimize gönderilen hastalarda fizik muayene ile masum üfürüm düşünülse bile ekokardiyografik inceleme yapılmasının uygun olacağı sonucuna varılmıştır.
Aim: It is aimed to evaluate the necessity of echocardiographic asssesment for the patients in whom the innocent heart murmurs are heard after the cardiovascular system examination. Material and Methods: The files of 466 patients, ages varied between 1 day and 17 years-old, who were performed echocardiographic assessment and referred to our Pediatric Cardiology Outpatient Clinic because of innocent heart murmur due to physical examination, electrocardiography and telecardiograpy between June 2007- December 2007 were evaluated respectively. Result: Patients who have innocent heart murmurs were not detected any important cardiac patology for hemodynamic physiology. Also, when the innocent heart murmurs is evaluated according to types, it is determinated that the most heart murmur is the innocent pulmoner murmur (47,4%). Results: In 69% of the patients who were performed ecocardiographic assesment, minor congenital heart anomalies were establised with any hemodynamic abnormalities and also 12% of them were given infective endocarditis preventive treatment. For this reason; it is determined to be suitable that echocardiographic assesment for the children who are reffered to our outpatient clinic because of heart murmur in physical examination despite the result of innocent heart murmur.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
Özlem Güner, Gül Ertem
Derleme
Özeti
Postpartum Hemorajinin Yönetiminde Kanıt Temelli Yaklaşımlar
EvIdence-Based Approachs In The Management Of Postpartum Haemorrhage
Ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi olan postpartum hemoraji; dünyada anne ölümlerinin yaklaşık ¼’ünden sorumlu olup, bebeğin doğumundan sonraki ilk 24 saat içinde genital yoldan 500 ml yada daha fazla kan kaybedilmesi olarak tanımlanırken, şiddetli postpartum hemoraji ise 1000 ml. den fazla kan kaybını ifade etmektedir. En sık rastlanan nedenleri; uterus atonisi, genital traktus yaralanmaları ve plasenta retansiyonudur. Tedavisinde uterin fundusa etkin masaj uygulanması, myometriumu kontakte eden ajanların kullanımı, hipogastrik veya uterin arter ligasyonu yada embolizasyonu gibi birçok yöntem kullanılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde maternal mortalitenin birinci sebebi postpartum hemorajidir. Postpartum hemoraji bağlı yaşanan maternal mortalite oranlarını azaltmakta tedavi ve bakım da kanıt temelli yaklaşımlar önem kazanmaktadır. Postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde doğumun üçüncü evresine yönelik çeşitli uygulamalar, farmakolojik ve cerrahi yaklaşımlar kullanılmakla birlikte tüm tedavilerde yeterli düzeyde kanıta dayalı çalışmaların olmadığı görülmektedir. Postpartum hemorajinin tedavi edici yaklaşımlarının büyük bir kısmında klinik verilerin sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu derlemede postpartum hemorajinin önlenmesinde ve tedavisinde yer alan güncel yaklaşımları belirlemek ve uygulanan girişimlerin yeterlilik düzeyi konusunda sağlık profesyonellerinin bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır.
\r\n
Postpartum haemorrhage (PPH) which is the first cause of maternal mortality in our country is responsible for about 25% of maternal deaths in the world . While PPH is defined as loss of 500 ml or more of blood from the genital tract within 24 hours of thebirth of a baby, severe PPH is blood loss exceeding 1,000 mL. The most common causes are uterine atony, genital tract injuries and placental retention. Many methods are used such as effective implementation of the uterine fundus massage, the use of agents which myometrium contact, hypogastric and/or uterine artery ligation or embolization in its treatment. Despite this, PPH is the primer cause of maternal death in our country. To reduce maternal mortality rates caused by dependence of PPH, evidence-based approaches are important in treatment and care. Pharmacological, surgical approaches and various applications for the third stage of labour in the prevention and treatment of PPH are used. But there are no evidence-based studies at adequate levels for all treatment. The clinical data in a large part of the PPH/therapeutic approach are limited. Therefore, it is intended in this article to determine the current approaches related to the prevention of postpartum haemorrhage and to inform health professionals about the adequacy of the initiatives implemented.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
Tümay Özgür, Sibel Hakverdi, Muhyittin Temiz, Mehmet Yaldız, Seçkin Akküçük
Olgu sunumu
Özeti
Sezaryen Skarında Endometriozis: 6 Olgunun Literatür
eşliğinde Değerlendirilmesi
EndometrIosIs In Cesarean Scar: EvaluatIon Of SIx Cases WIth
revIew Of The LIterature
Endometriozis normal endometrial dokunun uterus dışında
görülmesidir. Skar endometriozisi en sık karın duvarına yapılan
obstetrik ve jinekolojik cerrahi işlemlerden sonra ortaya çıkan genel
cerrahlar tarafından ayırıcı tanıda ön planda pek düşünülmeyen, nadir
görülen jinekolojik patolojidir. Genel Cerrahi polikliniğine 2008-2012
yılları arasında abdominal kitle şikayeti ile başvuran, kitleleri total
eksize edilmiş ve patoloji laboratuvarında skar endometriozisi tanısı
almış altı olguya ait klinik, radyolojik ve patolojik veriler retrospektif
olarak değerlendirildi. Bu hastaların başvuru semptomları farklı idi;
dördü siklik dönemde artan ağrı ve şişlik ile karakterize, ikisi ise nonspesifik
özellikli abdominal duvarda insizyon skarı bölgesinde kitle
şikayeti ile Genel Cerrahi polikliniğine başvurdu. Tüm kitleler total
eksize edildi ve patoloji laboratuarında skar endometriozisi tanısı
aldı. Genel Cerrahi polikliniğine abdominal insizyon skarı lojunda
kitle şikayeti ile başvuran bayan hastalarda jinekolojik bir patoloji
olan endometriozis ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Endometriosis is the presence of normal endometrial tissue
outside the uterus. Scar endometriosis is a rare pathology resulting
after obstetric and gynecologic surgery procedures on abdominal
wall which is not pre-diagnosed in differential diagnosis by general
surgeons. Six cases referred to General Surgery outpatient clinic with
mass on abdominal wall that have been totally excised and diagnosed
as endometriosis in pathology laboratory between 2008-2012 , have
been reviewed retrospectively with clinic, radiologic and pathologic
findings. The presenting symptoms of six pateints were different;
four of them referred with cyclic pain and swelling and two with nonspesific
symptoms to general surgery outpatient clinic. All of the
masses have been totally excised and diagnosed as endometriosis
in pathology laboratory. Scar endometriosis should be considered in
differential diagnosis of incisional abdominal wall masses in females
referring to General Surgery.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Isırılmış Laringeal Mask Airway Komplikasyonu
Hasan Ali Kiraz, Cengiz Bekir Demirel
Olgu sunumu
Özeti
Isırılmış Laringeal Mask Airway Komplikasyonu
ComplIcatIon Of BItten Laryngeal Mask AIrway
Laringeal Mask Airway (LMA) özellikle günübirlik anestezi
uygulamalarında yaygın kullanılmaktadır. LMA uygulamasının da
kendisine özgü bazı komplikasyonları vardır. Bu komplikasyonlarda
genellikle LMA’nın bütünlüğü bozulmaz. Bizim olgumuzda hasta
uyanma aşamasında LMA’nın tüp kısmını ısırdığı için LMA iki
parçaya ayrıldı. Larinkste kalan parçayı almak için hastanın çenesini
açmak mümkün olmayınca propofol verilerek hasta gevşetildi ve
LMA’nın farinkste kalan parçası çıkarıldı. Airway yerleştirildikten
sonra yüz maskesi ile solutulan hasta sorunsuz olarak uyandırıldı.
LMA’nın ısırılmasına bağlı gelişebilecek komplikasyonları önlemek
için uyanma aşamasında LMA’nın yanına küçük boy bir airway
yerleştirilmesinin önemli olduğunu kanısındayız.
Laryngeal Mask Airway (LMA) is used widely in anesthesia
practice especially in outpatient anesthesia. LMA has got some
specific complications. These complication does not generally result
in impairment of the patency of the LMA. In the case reported the
patient bit the LMA during recovery and seperated it into two part. We
were not able to open the patients mouth so therefore we administered
propofol in order to open the mouth and take the part of the damaged
LMA from the pharynx. The patient was easly ventilated with a face
mask after placing an airway and the recovery was uneventful. We
believe that it is important to place a small size airway near the LMA
for preventing complications related LMA bite.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Lomber Aksiyel Veya Radiküler Ağrılı Hastalarda Ultrason Kılavuzluğunda Kaudal Epidural Steroid Enjeksiyonunun Etkinliği: Retrospektif Kesitsel Bir Çalışma
Ramazan Yılmaz, Hamit Göksu, Savaş Karpuz, Levent Tekin, Halim Yılmaz
Araştırma makalesi
Özeti
Lomber Aksiyel Veya Radiküler Ağrılı Hastalarda Ultrason Kılavuzluğunda Kaudal Epidural Steroid Enjeksiyonunun Etkinliği: Retrospektif Kesitsel Bir Çalışma
EffIcacy Of Ultrasound-GuIded Caudal EpIdural SteroId InjectIon For AxIal Or RadIcular Low Back PaIn: A RetrospectIve Cross-SectIonal Study
Arka plan ve amaç: Ultrason (USG) kılavuzluğunda kaudal steroid enjeksiyonları (KSE), radyasyon maruziyeti olmaksızın daha kolay uygulanabilme avantajına sahiptir. Bununla birlikte, lomber disk hernisinin tedavisinde kullanımlarına yönelik sınırlı kanıt bulunmaktadır ve hasta memnuniyet düzeyleri ile ilgili veri yoktur. Bu çalışmanın amacı, USG kılavuzluğunda yapılan CESI'nin diskojenik veya radiküler bel ağrısı üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
Gereçler ve yöntem: Bu çalışma, üçüncü basamak bir rehabilitasyon kliniğinde, poliklinik hastaları üzerinde yapılan retrospektif kesitsel bir çalışma olarak tasarlanmıştır. Çalışmaya, diskojenik veya radiküler karekterde kronik bel ağrısı olan ve USG eşliğinde kaudal epidural steroid enjeksiyonu yapılan 21 hasta alındı. Aralık 2022- Mayıs 2023 tarihleri arasında yapılmış işlemler hasta dosyaları veya elektronik veri tabanından taranarak veriler kaydedildi. Çalışmaya işlemden 2 ve 6 hafta sonra kontrol muayenesi olan hastalar dahil edildi. Hastaların vizüel analog skala (VAS-ağrı), hasta memnuniyet ölçeği, uyku kalitesi düzeyi ve Roland Morris Özürlülük Anketi (RMÖA) düzeyleri incelendi.
Bulgular: Tedavi öncesi düzeylere göre, ikinci hafta ve altıncı hafta kontrollerde VAS-ağrı skorlarında anlamlı düzeyde gerileme saptandı (p<0.001). Anlamlı ağrı azalması olarak kabul edilen, %50'den fazla ağrı rahatlaması oranı ikinci haftada %57,1, altıncı haftada ise %38,1’idi. RMÖA skorlarında, benzer şekilde 2. haftada ve 6. haftada anlamlı iyileşmeler gözlendi (p<0.001) ancak; 2. hafta ile 6. hafta arasında anlamlı fark gözlenmedi (p=0.447). Hastaların %71,4'ü başvuruda uyku kalitesini kötü olarak bildirirken, bu oran 2. ve 6. haftalarda sırasıyla %19,0 ve %23,8'e düşmüştü. Tedavi memnuniyeti açısından, hastaların %91,5'i 2. haftada daha iyi olduklarını belirtirken, %71,4'ü 6. haftada daha iyi olduklarını bildirmiştir.
Sonuç: USG kılavuzluğunda yapılan KSE, primer konservatif tedaviye dirençli diskojenik-radiküler bel ağrısı olan hastalarda ağrıyı, uyku kalitesini ve dizabiliteyi iyileştirmek ve aynı zamanda yüksek hasta memnuniyetini sağlamak için kısa-orta süreli takipte oldukça etkili ve güvenli bir tedavi seçeneğidir.
Background and objective: Ultrasound (USG)-guided caudal epidural steroid injections (CESI) have the advantage of being more easily applicable without radiation exposure. However, there is limited evidence regarding their use in the treatment of lumbar disc herniation, and no data is available regarding patient satisfaction. The aim of this study is to evaluate the effect of USG-guided CESI on axial or radicular low back pain.
Methods: This study was designed as a retrospective case-control study conducted in an outpatient setting at a tertiary care hospital. Records of the 21 patients who underwent USG-guided CESI due to axial or radicular low back pain and had an assessment with a visual analog scale (VAS pain), degree of pain relief, patient satisfaction scale, sleep quality, and Roland Morris Disability Questionnaire (RMDQ) in the patient files or electronic database were included in the study between December 2022 and May 2023.
Results: There was a significant difference in VAS pain scores between admission and the 2nd week and between admission and the 6th week (p<0.001). The frequency of meaningful pain reduction accepted as more than 50% pain relief was 57.1% and 38.1% at the 2nd and 6th weeks, respectively. A significant difference was found in RMDQ scores between admission and the 2nd week, between admission and the 6th week (p<0.001), and between the 2nd week and the 6th week (p = 0.447). While 71.4% of the patients described poor sleep at presentation, this ratio was 19.0% and 23.8% at the 2nd and 6th weeks, respectively. While 91.5% of the patients declared that they were better in the 2nd week, 71.4% reported that they were better in the 6th week.
Conclusion: Ultrasonography-guided CESI is an effective treatment method for improving pain, sleep quality, and disability by ensuring high patient satisfaction in individuals with axial or radicular low back pain in a short-to-moderate-term follow-up.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Metin Kaba, Sezen Bozkurt Köseoğlu
Olgu sunumu
Özeti
Postpartum Uzamış Üriner Retansiyon
Postpartum Prolonged UrInary RetantIon
Vajinal doğum sonrası üriner retansiyon sık görülmeyen bir
komplikas-yondur. Doğum eylemin 1. ve 2. fazının uzaması, izole
2. faz uzaması, forseps veya vakum ile müdahaleli doğum, perine
laserasyonu ve nulliparite risk faktörleridir. Üriner retansiyon
doğumdan hemen sonra gelişebileceği gibi daha sonra da gelişebilir.
Tedavi mesane kateterizasyon, antibiyotik tedavisi ve belli aralıklarla
kateterin çekilerek hastanın spontan miksiyon yapması takip edilir ve
miksiyon sonrası rezidüel idrar kontrolü yapılır. Spontan miksiyonun
olduğu ve geride rezidüel idrar kalmadığında düzelme sağlanmış
olur. Bu makalede nadir görülen, aralıklı kateter takılması ile tedavi
edilen bir pospartum uzamış üriner retansiyonu olgusunu sunarak bu
konuya dikkat çekmek istedik.
Urinary retention is not seen frequently after vaginal delivery.
Prolonged first and second stage of labor, isolated second stage
prolongation, forceps or vacuum application, perianal laceration,
nulliparity are risk factor for postpartum urinary retention. Urinary
retention may occur immediately after labor or later days. Treatment
consists of urinary catheterizing, antibiotic administration and
withdrawal of the catheter at regular intervals and checking
spontaneous micturition. Treatment of urinary retention is achieved
when there is no residual urine is seen after spontaneous micturition.
In this article we presented a postpartum urinary retention case which
treated with intermittent urinary catheterization in order to draw
attention about this subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
Hüseyin Görkemli, Havvana Albeni, Çetin Çelik, Ali Acar, Cemalettin Akyürek
Araştırma makalesi
Özeti
Ağır Preeklamptik Gebelerin İmmünolojik Yönden Değerlendirilmesi
ImmunologIc EvaluatIon Of Severe PreeclamptIc PregnancIes.
Mart 1998 ile Kasım 1998 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakütesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğine başvuran 20 kontrol ve 20 ağır preeklamptik olmak üzere toplam 40 hastanın immünolojik yönden değerlendirilebilmesi için total IgG. IgM, ASO, CHP, C3c ve RF değerlerine bakıldı. Postpartum 15 günden sonra aynı değerlere tekrar bakıldı. Kontrol grubu normal doğum için gelmiş miadındaki sağlıklı gebelerden oluşturuldu. Sonuçlar karşılaştırıldığında hem kontrol grubu ile prepartum ağır preeklamptik gebeler, hem de prepartum ve postpartum ağır preeklamptik gebeler arasında yukardaki değerler gözönüne alındığında anlamlı bir farklılık bu lunamadı (p>0.05). Bu tür immünolojik bir araştırmanın yapılabilmesi için, ELİZA yöntemi ile parametrelerin değerlendirilmesi gerekmektedir.
Betvveen March 1998 and November 1998; 20 control and 20 severe preeclamptic, totally 40 pregnant women were evaluated in Selçuk University Medical Faculty, Department of Obstetrics and Gyneacology. İn order to find out the immunologic basis of preeclampsia, total IgG, IgM, ASO, CRP, C3c and RF markers were studied. The control group was formed by healthy term pregnant women. No statistical significant difference was found be- tween the groups according to the immunologic markers (p>0.05). ELISA analysis was needed for such an immunologic study to find out the real differences between the groups.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
Mine Şahingöz, Nazmiye Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların Analizi
AnalysIs Of PatIents Who AdmItted To The ChIld And Adolescent OutpatIent ClInIc In A UnIversIty HospItal
Çalışmamızda çocuk ve ergen psikiyatrisine başvuran hastaların belirti ve tanı dağılımlarının saptanması amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine 2002 -2007 tarihleri arasında başvuranların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Çalışmaya alınan olguların başvuru şikayetleri incelendiğinde, en sık görülen yakınmaların sinirlilik, aşırı hareketlilik, alt ıslatma, kekeleme, sıkıntı hissi olduğu belirlendi. DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan değerlendirmelerde 2082 hastanın (% 86.8) herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı aldığı görüldü. En sık görülen tanılar sırasıyla anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, duygudurum bozuklukları, dışa atım bozuklukları, iletişim sorunları, mental retardasyondur. Olguların %20,1’i birden fazla tanı almıştır. Sık görülen komorbid durumlar enürezis ve depresyon idi. Mental retardasyon-enürezis, enürezis-DEHB, depresyon-anksiyete bozukluğunun en sık birlikte görüldüğü belirlendi. Olguların yaklaşık üçte birine psikotrop ilaç reçetelenmiştir. Çalışmamızda saptanan bulgular çocuk ve ergen ruh sağlığı alanında tedavi hizmetlerinin iyileştirilmesinde yararlı olabilir.
To evaluate symptoms and diagnosis of patients who presented to the child and adolescent psychiatric outpatient clinic. Medical records of patients admitted to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic at Selcuk University Meram Faculty of Medicine between 2002 and 2007 were studied retrospectively. When admisson complaints of cases were reevaluated the most frequent symptoms were nervousness, over-activity, ürine to miss, stuttering and feeling of distress. According to the DSM-IV diagnoses, 2082 (%86.8) cases had any psyciatric disorder. The most common diagnosis were anxiety disorders, attention deficit hyperactivity disorder, mood disorders, enuresis, relationship problems and mental retardation, respectively. Of the cases, 20.1 % were diagnosed with multiple conditions. The most frequent comorbid diagnoses were enüresis and depression. The most frequent comorbid diagnoses were mental retardation-enüresis and enüresis-attention deficit hyperactivity disorder and depression-anxiety disorders. Approximately one-third of subjects were prescribed psychotropic medications. Our findings may be helpful in improving treatmentservices in child and adolescent psychiatry
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Hatice Dönmez, Ayşegül Bükülmez
Araştırma makalesi
Özeti
Postpartum Depresyonun, Annelerin Bebeklerini
emzirme Süreleri Ve Bebek Büyümesi Üzerine Etkisi
Effect Of Postpartum DepressIon On Breast-FeedIng DuratIon Of
ınfants And Infant Growth
Postpartum depresyon annelerde sık görülmekte olup annebebek
ilişkisini ve bakımını etkilemektedir. Bu araştırma, postpartum
depresyon (PPD) açısından risk altında olan ve olmayan annelerin
bebeklerini emzirme süresi ve PPD’nin bebek büyümesi üzerine olan
etkisini belirlemek amacıyla, tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Örneklemi
olasılıksız yöntemle seçilen ve çalışmaya katılmayı kabul eden 131
anne ve bebeği oluşturmuştur. Annelerde PPD risk oranı %22.9
olarak (EPDS puanı ≥13 olanlar, n: 30) bulunmuştur. PPD açısından
risk altında olan annelerin bebeklerini emzirme süreleri risk altında
olmayan annelere (n: 101) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
daha kısa süreli olduğu bulunmuştur (p< 0.05). Riskli anne bebeklerinin
riskli olmayan gruba göre kilolarının 3. ayda anlamlı düzeyde daha
düşük, tartı alım farkının ise 2. ve 3. ayda anlamlı düzeyde daha az
olduğu belirlenmiştir (p< 0.05). İki grubun bebeklerinin boy ve baş
çevresi ölçüm değerleri arasında anlamlı düzeyde fark bulunmamıştır
(p> 0.05). PPD açısından risk altında olan annelerin, bebeklerini
anne sütüyle besleme sürelerinin daha kısa olduğu ve bebeklerin kilo
alımlarının düşük düzeyde bulunmuştur.
Postpartum depression is commonly seen in mothers and affects
mother-infant relationship and care. This study was conducted as
descriptive with aim of determining the effect of PPD on breast-feeding
duration of mothers who are and are not under risk of postpartum
depression (PPD) and on infant growth. The sample consisted of 131
mothers and infants selected with nonprobability method and agreed
to attend. PPD risk ratio of mothers was found as 22,9% (those with
EPDS points ≥13, n: 30). It was found that breast-feeding duration of
the mothers under risk in terms of PPD was statistically significantly
shorter with respect to the mother who were not under risk (n:101)
(p < 0.05). It was determined that weights of risky mothers’ infants
were significantly lower in 3rd month compared to non-risky group
and weight gain differences were significantly lower in 2nd and 3rd
months (p < 0.05). No statistical difference was found between height
and head circumference measurement values of infants of both
groups (p > 0.05). It was found that the mothers under risk of PPD
has shorter breast-feeding duration for the infants and weight gains
of the infants were lower.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Meltem Energin, Şefika Elmas, Ahmet Sert
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran Çocuk Hastalarda Hepatit B Sıklığı
Frequency Of HepatItIs B In ChIldren ApplyIng To OutpatIent ClInIcs Of PedIatrIcs In Meram MedIcal Faculty Of Selcuk UnIversIty
Amaç: Hepatit B virüsü enfeksiyonunun ülkemizde halen önemli bir sağlık sorunu olmasından yola çıkarak, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne çeşitli nedenlerle getirilen çocuklarda Hepatit B virüsü ile karşılaşma oranını saptamak ve seronegatif çocukların aşı programına katılımını sağlamaktı. Gereç ve Yöntem: Temmuz-Aralık 2005 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği'ne sarılık dışı nedenlerle getirilen 3 ay-18 yaş arasında 297 çocuk çalışma kapsamı na alındı. Çalışma kapsamındaki çocuklar 3 ay-7 yaş ve 8-18 yaş olmak üzere iki gruba ayrıldı. Araştırma kapsamına giren çocukların anne ve babalarından izin alındıktan sonra, her çocuktan 3 cc venöz kan örneği alındı. Hepatit B virüsünün serolojik belirleyicileri Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Laboratuarı’nda Enzyme-Linked Immunosorbent Assay yöntemi ile çalışıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 10.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan toplam 297 çocuğun 143’ünde (% 48,1) anti-HBs pozitişiği saptandı. Bu çocuklardan 117’si (% 81,8) aşılı, 26’sı (% 17,5) hepatit B enfeksiyonu geçirmiş idi. Çalışmaya alınan 297 çocuğun 5’inde (% 1,6) HBsAg pozitişiği saptandı. Yaşlara göre aşılanma oranları sırasıyla 3 ay-7 yaş grubunda % 66,4, 8-18 yaş grubunda % 11,0 idi. Tüm çocuklardaki aşılanma oranı ise % 39,3 olarak bulundu. Sonuç: Hepatit B aşısı ulusal aşı programımızda uygulanmasına rağmen, bölgemizdeki anti-HBs seropozitişik oranlarımız henüz istenen düzeylere ulaşmamıştır. Bu nedenle çalışmamızda, bölgemizdeki çocuklarda Hepatit B aşılanmasının önemi hakkında halkı bilgilendirmede yetersiz kalındığı vurgulanarak, bu noktada biz hekimlere düşen görevin önemine dikkat çekilmiştir.
Aim: Hepatitis B virus infection is a very important health problem in our country. In this regard, we evaluated the children who were inspected in our outpatient clinics for Hepatitis B virus seropositivity. We aimed to join the children who were seronegative in the immunization program. Material and method: A total of 297 children between the ages of 3 months and 18 years who were inspected in the General Pediatric Outpatient Clinics of Meram Medical Faculty except for jaundice between July 2005 and December 2005 were evaluated. The children were divided into two groups as 3 months-7years and 8-18 years. After getting permission from parents, 3 cc venous blood samples were collected from all of the children. The serological markers of Hepatitis B virus were studied by Enzyme-Linked Immunosorbent Assay Method in the microbiology laboratories of Meram Medical Faculty. The statistical analysis was performed by SPSS 10.0 program. Results: Anti-HBs positivity were found in 143 ( 48,1 %) of 297 children. One hundred seventeen (81,8 %) of those children were vaccinated while 26 (17,5 %) of them had experienced the infection. Five children (%1,6) had HBsAg positivity. The ratios of children who were vaccinated were 66,4 % in 3 months-7years group and 11,0 % in 8-18 years group, respectively. The ratio of children who were vaccinated was 39,3 % in all children. Conclusion: Although Hepatitis B vaccination is a part of our National Immunization Program, the seropositivity of our region is not as much as it is expected. In this study, we found that the people in our region are not well-informed about the necessity of vaccination against Hepatitis B virus infection, and attention is called to the importance of our job in this point.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
Esra Eruyar, Emine Genç, Bülent Oğuz Genç
Araştırma makalesi
Özeti
Konya İlindeki Migren Hastalarının
demografik Ve Klinik Özellikleri
DemographIc And ClInIcal CharacterIstIcs Of
mIgraIne PatIents In Konya
Migren toplumda sık görülen bir baş ağrısıdır. Bu kesitsel
çalışmanın amacı Konya ilinde bir üniversite hastanesine başvuran
migren baş ağrılı hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya
koymaktır. Çalışmaya 2004 yılı Uluslararası Baş Ağrısı Topluluğu
kriterlerine göre migren tanısı konan 206 hasta ile cinsiyet, yaş,
medeni durum ve eğitim düzeyleri benzer olan ve ayda birden
daha sık olmamak üzere gerilim tipi baş ağrısı dışında baş ağrısı
bulunmayan 218 sağlıklı birey dahil edildi. Anket formu kullanılarak
206 migren hastasında olguların demografik profili, migren baş ağrısı
atak özellikleri, aile öyküsü ve eşlik eden semptomlar değerlendirildi.
Migren grubunda 173 kadın, 33 erkek değerlendirildi. Erkek/kadın
oranı 1:5’ti. Olguların ortalama yaşı 37.02±10.40 yıldı. %64.4’ü
aurasız migren, %35.4’ü auralı migren kriterlerini karşılıyordu.
Kadınların çoğu düşük eğitim düzeyine sahipti. Yarıdan fazlası
şiddetli ve ayda 3’ten fazla baş ağrısı atağı geçiriyordu. Atak
tedavisi sık kullanılıyordu. Çalışmamız migrenin eğitim düzeyi
düşük kadınlarda daha sık görüldüğünü desteklemektedir. Ayrıca
ilaç aşırı kullanımının zararları konusunda hastaların bilgilendirmesi
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Migraine is a frequent headache disorder in the population. The
aim of this cross-sectional study was to document demografic and
clinical features of subjects with migraine headache who admitted
to the outpatient department of a university hospital in Konya. The
study included 206 patients diagnosed as migraine according to
the 2004 International Headache Society criteria and 218 healty
controls of identical sex, age, marital status and education level
who did not suffer from frequent headaches other than tension
type with a frequency of not more than once a month. Using a
questionnaire, we evaluated patient demographics, characteristics
of migraine headache, family history and associated symptoms in
206 migraine pattients. 173 woman and 33 men were evaluated. The
male:female ratios of migraine patients were 1:5. The mean age at
consultation was 37.02±10.40 years. Of the 206 patients, 64.4%
met criteria for migraine without aura, while 35.4% met criteria for
migraine with aura. Most of the women were of lower educational
level. Approximately half of the patients had severe and more than 3
attacks per month. Attack treatment was used frequently. Result of
the study confirm that migraine is a more common disorder in women
with lower educational level. In additon; this article emphasizes the
need for informing patients of the hazards of drug overuse.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Ergenlerde Yönetici İşlevler, Obezite Ve Benlik Saygısının Değerlendirilmesi
Ahmet Özaslan, Murat Yıldırım
Araştırma makalesi
Özeti
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Ergenlerde Yönetici İşlevler, Obezite Ve Benlik Saygısının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ExecutIve FunctIons, ObesIty And Self-Esteem In Adolescents WIth AttentIon DefIcIt HyperactIvIty DIsorder
Amaç: Yönetici işlevlerde bozukluklar dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) kliniğinde oldukça
sık görülmektedir. Güncel çalışmalarda obezite ve DEHB'nin patofizyolojisindeki ortak mekanizmaların
dürtü kontrolü ve yönetici işlevlerle ilişkili olabileceği öne sürülmektedir. Bu çalışma, aşırı kiloluluk /
obezitesi olan ve olmayan DEHB tanılı çocuk ve ergenlerin yönetici işlevleri ve benlik saygısı düzeylerinin
karşılaştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca, çocuk ve ergenlerde aşırı kiloluluk / obezite, yönetici işlevler,
DEHB ve benlik saygısı arasındaki karmaşık ilişkinin incelenmes i amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Mart 2021- Nisan 2022 arasında Gazi Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
polikliniklerine başvuran DEHB tanılı herhangi bir ilaç kullanmayan 71 ergenin dahil edildiği örneklemin yaş
ortalaması 16.12±1.71 (yaş aralığı= 12-18 yıl) yıl olup, %71.83’ü erkeklerden oluşmaktadır. Katılımcılara
Yönetici İşlevlere Yönelik Davranış Değerlendirme Envanteri Ölçeği (anne baba formu), Rosenberg Benlik
Saygısı Ölçeği ve Conners Ana baba Derecelendirme Ölçeği- Yenilenmiş Kısa Formu verilmiştir .
Bulgular: DEHB tanılı ergenlerde hiperaktivite belirtilerinin ve çalışma belleği fonksiyonunun benlik
saygısının en önemli yordayıcıları olduğu saptanmıştır. Ayrıca aşırı kiloluluk / obezite durumuna göre
DEHB’li ergenler karşılaştırıldığında çalışma belleği ve planlama/örgütleme fonksiyonları açısından
gruplar arası farklılık bulunmuştur. Ancak gruplar arasında benlik saygısı ve DEHB şiddeti açısından bir
farklılık saptanmamıştır.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları değerlendirildiğinde DEHB’li ergenlerin benlik saygısında çalışma belleği
ve hiperaktivite belirti şiddetinin önemli rol oynayabileceğini göstermektedir. Aşırı kiloluluk/obezite
durumuna göre DEHB tanılı ergenlerde benlik saygısı ve DEHB kliniğini açısından farklılık saptanmazken
çalışma belleği ve planlama/örgütleme becerilerinde farklılık saptanması, DEHB’de yönetici işlevlerin
aşırı kiloluk/obezite için kritik bir rol oynadığını düşündürme ktedir.
Aim: Executive function deficits are very common in attention deficit hyperactivity disorders (ADHD).
Recent studies suggest that common mechanisms in the pathophysiology of obesity and ADHD may be
related to impulse control and executive functions. This study aimed to compare the executive functions
and self-esteem levels of children and adolescents with ADHD with and without overweight/obesity. The
study also aimed to examine the relationships between overweight/obesity, executive functions, ADHD
and self-esteem in children and adolescents.
Patients and Method: Participants included 71 children/adolescents (mean age = 16.12±1.71; age range=
12-18 years; 71.83% males) with ADHD who applied to Gazi University Child and Adolescent Psychiatry
outpatient clinics between March 2021 and April 2022 and did not use any medication. Participants
completed the Executive Functions Behavior Evaluation Inventory Scale (parent form), Conners Parent
Rating Scale-Revised Short Form and Rosenberg Self-Esteem Scale .
Results: Results showed that hyperactivity symptoms and working memory function were significant
predictors of self-esteem in adolescents with ADHD. In addition, when adolescents with ADHD were
compared according to their overweight/obesity level, significant differences were found between the
groups in working memory and planning/organization functions. However, no difference was found
between the groups in terms of self-esteem and ADHD severity.
Conclusion: The findings suggest that working memory and hyperactivity symptom severity may play an
important role in understanding the self-esteem of adolescents with ADHD. While no difference was found
in terms of self-esteem and ADHD clinic in adolescents diagnosed with ADHD according to overweight/
obesity status, differences in working memory and planning/organization skills suggest that executive
functions play a critical role in overweight/obesity in ADHD.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
Zafer Gökgöz, Füsun Özdemirkıran, Melda Cömert, Güray Saydam
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Miyeloproliferatif Neoplazi Tanılı
114 Hastanın İncelemesi
ExperIence Of 114 PatIents WIth ChronIc MyeloprolIferatIve Neoplasm
Kronik miyeloproliferatif neoplaziler , kemik iliğindeki
multipotansiyel kök ve öncül hücrelerde ortaya çıkan ve kontrolsüz
hücre yapımı sonucu periferik kanda olgun hücrelerin artışı ile
karakterize hastalıklardır. Biz bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hematoloji Polikliniğine ayaktan başvuran Philedelphia
(-) 114 Kronik miyeloproliferatif neoplazi hastasının geriye yönelik
olarak klinik özelliklerini inceledik. Hastalarımızın 58’i kadın (%49.1),
56’sı (%50.1) erkekti. Tanı anında ortanca yaş 52 idi. 39 hasta
polisitemia vera, 23 hasta primer miyelofibrozis, 52 hasta esansiyel
trombositoz tanılarıyla izlenmekteydi. 29 hasta iskemik semptomlar,
29 hasta halsizlik, 11 hasta başağrısı, 10 hasta karın ağrısı,8 hasta
kaşıntı, 3 hasta baş dönmesi yakınması ile başvurmuş. 24 hasta ise
tesadüfen yapılan tetkikler sonucu tanı almış. Hastalarımızın tanı
anında ortalama tam kan değerleri ise sırasıyla; lökosit:11.163x 〖10
〗^6 ±5600µL, trombosit: 901.336±439.105/µ , hemoglobin:13.8±2.91
g/dl idi. Hastalarımızın %25.4 ‘ünde tromboz hikayesi varken %74.6
‘sında tromboz hikayesi yoktu. Tedavilere baktığımızda ise 18
hasta anegralide, 26 hasta hidroksiüre, 8 hasta asetilsalisik asit
diğer hastalar ise ya tedavisiz takipte ya da kombinasyon tedavileri
almaktaydı. Bu çalışma ülkemizde yapılan kronik miyeloproliferatif
neoplazi hastalarının klinik özelliklerinin incelendiği en büyük
serilerden biridir.
Chronic myeloid neoplasms are pluripotent hematopoetic
diseases characterized by maturating and differantiating defects
of bone marrow cells and reflecting to peripheral blood. We
retrospectively analysed the clinical features of Philedelphia (-)
114 Chronic myeloid neoplasm diagnosed patients of Ege Universty
Hematology Department Outpatient Clinic. 58 (49.1%) of patients
are female, 56 (50.1%) of patients are male. The median age is
52. 39 of patients has policytemia vera, 23 of patients has primary
myelofibrosis, and 52 of patients have essential trombocytosis
diagnosis. The appealing sypmtoms are; for 29 of patients have
weakness, for 29 of patients have ischemic symptomps, 11 have
headache, 8 have pruritis and 3 patients have vertigo. 24 patients
were diagnosed incidentally. The mean leucocyte value is 11.163x 〖10
〗^6±5600µL, platelet: 901.336±439.105/µ and hemoglobin:13.8±2.91
g/dl. 25.4% of patients had a story of thrombosis while the 74.6% not.
18 patients are under treatment with anegralide, 26 hydroxyurea,
8 acetylsalisilic acid other patients have combination treatments or
under follow up without treatment. This study is one of the largest
series in our country.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Göknur Kalkan, Yalçın Baş, Havva Yıldız Seçkin, Salim Karahan
Olgu sunumu
Özeti
Altmış Beş Yaşında Diyabetik Kadın Hastada Siyah Kıllı Dil
Black HaIry Tongue In A 65-Year-Old DIabetIc Woman
Lingua villoza nigra olarak da adlandırılan siyah kıllı dil; çeşitli
tetikleyici faktörler nedeniyle oluşan dil sırtında anormal kahverengi
siyah renk değişikliği ile karakterize ağrısız, asemptomatik benign
bir bozukluktur. Sıklıkla oral hijyeni bozuk, sigara ve antibiyotik
kullanımı olan 40 yaş üstü kişilerde görülür. Burada siyah kıllı dil
nedeniyle polikliniğimize başvuran 65 yaşında diyabetik kadın hasta
sunulmaktadır. Bu vaka aracılığıyla, bu hastalık tekrar gözden
geçirilecek ve günlük pratikte nadiren görülen bu hastalık hatırlatılmış
olunacak ve tedavide oral hijyene dikkat etmenin önemi ve fırçalama
teknikleri anlatılacaktır.
Black hairy tongue, also named as lingua villosa nigra, is a
painless, asymptomatic, benign condition characterized by an
abnormal brownish–black discoloration of the dorsal surface of the
tongue caused by variety of precipitating factors. It usually appears
in people over age 40 years with a history of poor oral hygiene,
smoking and antibiotic use. Here we report a case of 65-year-old
diabetic woman patient presented to our outpatient clinic with black
hairy tongue. By means of this case, data about this disorder will
be able to reviewed and reminded to be aware of this rarely seen
disease in daily practice and advise to pay more attention to oral
hygiene and brushing techniques that will help treating this disorder.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
Hasan Hüseyin Telli, Kemal Küçük, Asım Sarıgüzel, Bayram Korkut, Hasan Gök
Araştırma makalesi
Özeti
65 Yaş Ve Üzerindeki Vakalarda Elektrokardiografik Bozukluklar
The Eleetroccn-DIographIc Changes Iu Subjects Over 65 Years Of Age
Nin-nıal kişilerde ve kalp hastalıklarının teşhisi nde efekti sıklıkla • kul-lanılmaktadır_ Yaşlı kişilerin elektrokardiografileri incelendiğinde, kalp hastalığı ile ilgisi olmadığı halde. sıklıkla anormal elektrokardlografik bul-gular° rastlannıaktadır, Çalışmaya SÜTT iç hastalıkları kliniğine nıiiracaat eden 65 yaş ve üzeri 400 kişi katıldı. Elde edilen sonuçkır değeriendirildiğinde % 32. oranında elektı-okardiografik anarmallikler tesbit edildi. Kli-nik ve laboratuvar Olarak hastalık tesbit edilen. ya-k-010,-117 % 53'ünde EKG anormalliği tesbit edilirken, hastalık tesbit edilmeyen Yakala,- arasında % 12 oranında anormal EKG bulgusuna rastlandı. Bu elde edilen anormal elektrokardiografik bulguların kalp hastalığı hikayesi ile önemli derecede ilişki göstermediği bulundu.
The electrocardiography (EKG) is a usefid di-agnostic tool, extensiyely used in either cardiac pa-tient or normal infrequent that abnormal changes are obseryed. When EKG'_ç of the elderly people, not as.sociated with a cardiac disorder, are examined. The this study 400 subjects, having been exa-mined in the outpatient department were involved. The ECG's examined, revealed nn overall «ab-normality rate of % 32. A : 53 abnoı-mality was ob-served. in cardiac patient, whereas %12 of normal subjects clemostrated an abnormal ECG. Moreoyer, these changes in ECGs were not associated with a pathological coııdition.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Genel Dahılıye Polıklıgıne Ba$vuran Hastalarda Uyku Yakınmaları Ve Uyku Bozuklukları
Yücel Ağargün, Ekrem Algün, Hayrettin Kara, Kürşad Türkdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Genel Dahılıye Polıklıgıne Ba$vuran Hastalarda Uyku Yakınmaları Ve Uyku Bozuklukları
Sleep ComplaInts And Sleep DIsorders In PatIents SubmItted A General MedIcal PolyclInIc
Bu calipnanin amact tibbi hastaligi plan has-talarda uyku yakinmalarinin ye uyku ho-zukluklartmn srkligint aravirmaktir. Yarr ya-pilandtrilmr1 hir gori4me formu ye DSM-IV tam kriterleri kullanrlarak 92 poliklinik hastasi de-gerlendirildi. 40 hastaya (% 43.5) genet tibbi hir duruma baglz uyku bozuklugu (insomni tipi) tams, konuldu. Uyku yakinmalarinin sikItgr % 29.3 ile % 75 arasinda deg4mekteydi. Aynt zamanda uyku ya-krnmalarr ve hagrmsiz deg i4kenler arasindaki ko-relasyon araprildr. Ycq. cinsiyet ve hastalrk sii-resinin uyku yakinmalarinin ortaya crkzpnda belirgin etkileri oldugu hulundu. Bu hulgular trhbi hastaligi olan hastalarm degerlendirilmesinde uyku yakinmalarinin dikkate almmasi gerektigini göstermektedir.
The purpose of this study is to examine the in-cidence of sleep complaints and sleep disorders in patients with medical illness. We evaluated sleep complaints and sleep disorders in 92 outpatients by using a semistructured interview form and DSM-IV diagnostic criteria. Forty patients (43.5 %) di-agnosed as sleep disorder due to a general medical condition (insomnia type). The incidence of sleep complaints varied from 29.3 % to 75 % in the pa-tients. We also examined the correlation between sleep complaints and independent variables. Age, gender. and duration of illness had significant ef-fects on the presence of sleep complaints. These fin-dings suggest that sleep complaints should be con-sidered in the assessment of the medical patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
Can Demir, Nazmi Zengin, Güngör Taştekin
Araştırma makalesi
Özeti
Epiforalı Hastaların Tanısında Kullanılan Testlerin Tanısal Değeri
DIagnostIc Value Of LacrImal TestIng In PatIents WIth EpIphora
Göz polikliniğine başvuran hastaların önemli bir kısmında göz yaşarması şikayeti vardır. Göz yaşarması hipersekresyona bağlı olabileceği gibi lakrimal drenaj sistemindeki (LDS) bir tıkanıklık ya da yetersizlik sonucu gelişen epiforadan da kaynaklanabilir. Epiforalı hastaların tanısında kullanılabilecek birçok test geliştirilmiştir. Bu testlerin birbirlerine göre üstün olan ve olmayan yönleri vardır. Çalışmamızda göz yaşarması şikayeti olan 50 olgunun 100 gözü değerlendirildi. Bu olgularda ilk uygulanabilecek tanı yöntemleri ve bu tanı yöntemlerinin LDS’ndeki tıkanıklığın yerini belirlemedeki sensitivite ve spesifisiteleri araştırıldı. Tat testi (TT), Flörosein kaybolma testi (FKT), primer Jones testi (PJT), sekonder Jones testi (SJT), lakrimal irrigasyon, kanaliküler probing, konvansiyonel dakriyosistografi (KDSG) ve nükleer dakriyosintigrafi (NDSG) testleri yapıldı. 100 gözün 40’ında LDS normal (%40.0) ve 60’ında anormal (%60.0) bulundu. TT, FKT ve NDSG’nin sensitivite ve spesifisite değerleri yüksek bulundu (p>0.05). Ancak TT’nin klinik tanı karşısındaki uyumu FKT ve NDSG’den düşüktü (kapa
Many patients admitting to ophthalmology outpatient clinics are suffering from watering eye. Watering eye may be due to hypersecretion but it may also be due to epiphora resulting from lacrimal drainage system obstruction or in adequate drainage. In patients with epiphora many tests has been developed to reach the diagnosis. When compared with the others, each tests has preferable and unpreferable aspects. We evaluated 100 eyes of 50 patients complaining from watering eye. In these patients we studied the sensitivity and specificity of the initial diagnostic tests in determining the site of blockage in the lacrimal drainage system. All patients underwent taste test, flourescein dye disappearance test, primary and secondary Jones test, lacrimal irrigation, canalicular probing, conventional dacryocystography and nuclear dacryoscintigraphy. Among the 100 eyes, 40 of them (%40) has abnormal lacrimal drainage system and 60 of them (%60) has abnormal lacrimal drainage system. Taste test, flourescein dye disappearance test and nuclear dacryscintigraphy were found to have high sensitivity and specificity value. However, the kappa agreement of taste test was lower than the flourescein dye disappearance test and nuclear dacryoscintigraphy (kappa
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çeşitli Klinik Örneklerden İzole Edilen Kandidaların Tiplendirilmesi
Mahmut Baykan, Hilal Kart, Ali Sütçü, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Çeşitli Klinik Örneklerden İzole Edilen Kandidaların Tiplendirilmesi
TypIng CandIdae Isolated From VarIous ClInIcal Samples
Hastanemiz klinik ve polikliniklerinden gelen hastalardan izole edilen kandida suşları üzerinde yaptığımız tiplendirme testleri sonucu toplam 50 kandida suşunun %22'sinin Candida albicans, %44'ünün C. stellatoidea, %8'inin C. tropicalis, %4'ünün guillermondii, %2'sinin C. parapisilosis türü olduğu belirlendi.
As a result of the typing tests we performed on candida strains isolated from patients from our hospital's clinics and outpatient clinics, 22% of 50 candida strains were Candida albicans, 44% C. stellatoidea, 8% C. tropicalis, 4% guillermondii, 2% parapisilosis strain was determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
Hazen Sarıtaş, Fesih ok, Ömer Erdoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Nefrektomi Sonrası Böbrek Fonksiyonunun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Deneyimi
EvaluatIon Of KIdney FunctIons After Nephrectomy: SIngle Center ExperIence
Amaç: Bu çalışmada tek böbreği kalan bireylerde böbrek fonksiyonu, hipertansiyon gelişimi ve proteinüriyi
araştırmak amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2016-Aralık 2019 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle Siirt Devlet
Hastanesi Nefroloji ve Üroloji polikliniklerine başvuran 17800 hasta arasından daha önce nefrolitiyazis
ve kronik piyelonefrite bağlı nonfonksiyone böbrek, RCC (Renal Cell Karsinom), travma ve donör
nefrektomi nedeniyle nefrektomi yapılmış 96 hasta dahil edildi. Hastaların verileri retrospektif olarak hasta
dosyalarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 45’i kadın 51’i erkek olmak üzere toplam 96 hasta dahil edildi. Hastaların 23’üne
(% 24) donör nefrektomi (DN) yapılmış, 73’üne (%76) nefrolitiyazis, kronik piyelonefrit, travma ve Renal
Cell Hücreli Kanser (RCC) nedeniyle nefrektomi yapılmıştı. Hastalar DN yapılanlar ve diğer etyolojiler
nedeniyle nefrektomi (DE) yapılan hastalar olarak iki gruba ayrıldı. DN grubu ile DE grubu arasında
sırasıyla; yaş ortalamaları, kadın erkek dağılımı, nefrektomi öncesi HT varlığı, DM, hematüri ve yeni
başlangıçlı proteinüri varlığı yönünden karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi
(P>0.05). DN grubuna göre DE grubunda yeni başlangıçlı KBH ve HT gelişme sıklığı istatistiksel anlamlı
olarak daha yüksek idi (P<0.05).
Sonuç: Nefrektomi KBH, proteinüri ve HT gelişimi için risk faktörüdür. Bu nedenle benign hastalıklar
nedeniyle yapılan nefrektomilerin prevalansını azaltmak için za manında önleyici tedbirler alınmalıdır .
Aim: In this study, it was aimed to investigate the kidney function, hypertension development and
proteinuria in individuals with only one kidney .
Patients and Methods: The study included 96 patients who had previously undergone nephrectomy with
the causes of nephrolithiasis and chronic pyelonephritis-induced nonfunctional kidney, RCC (Renal Cell
carcinoma), trauma, and donor nephrectomy among 17800 patients who applied to the Siirt State Hospital
Nephrology and Urology outpatient clinics between January 2016 and December 2019. The data of the
patients were obtained from patient files database retrospectiv ely.
Results: A total of 96 patients, 45 female and 51 male, were included in the study. 23 (24%) of the
patients had donor nephrectomy (DN), and 73 (76%) had nephrectomy (DE) due to nephrolithiasis, chronic
pyelonephritis, trauma, and renal cell cancer (RCC). The patients were divided into two groups as those
who underwent DN and DE due to other etiologies. Between DN and DE group, there was no statistically
significant difference in terms of mean age, distribution of gender, presence of HT before nephrectomy,
DM, presence of hematuria and new onset proteinuria (P> 0.05). Compared to the DN group, the frequency
of new onset in CKD and HT development was significantly higher DE group.
Conclusion: Nephrectomy is a risk factor for the development of CKD, proteinuria and hypertension.
Therefore, preventive measures should be taken in a timely manner to reduce the prevalence of
nephrectomies due to benign diseases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Esra Hazar Sayar
Araştırma makalesi
Özeti
Alanya Bölgesinde Atopik Çocuklarda Aeroalerjen Duyarlılığı
Aeroallergen SensItIvIty Of AtopIc ChIldren In Alanya RegIon
Amaç: Alerjik hastalıklarda semptomları azaltmak ve yaşam kalitesini arttırmak için sorumlu alerjenleri belirlemek önemlidir. Bu nedenle bölgemizdeki alerjik hastalarda aeroalerjenlerin duyarlılığını ve sıklığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, Eylül 2017-Mart 2018 tarihleri arasında pediatrik alerji immünoloji polikliniğine başvuran 1078 hasta (2-18 yaş) dahil edildi. Deri prick testinde en az bir alerjik duyarlılık saptanan 642 hastanın klinik ve demografik özellikleri, total IgE düzeyleri, kandaki periferik eozinofil sayıları, aeroalerjen duyarlılıkları hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışma için Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan onay alındı.
Bulgular: Hastaların 642'sinde (%59.5) en az bir aeroalerjene karşı pozitif yanıt gözlendi. Hastaların %34.8'inde astım, %73.7'sinde alerjik rinit, %12.6'sında atopik dermatit ve %3'ünde kronik ürtiker tanısı vardı. 159 (%24.8) hastada birden fazla alerjik hastalık tanısı vardı. Pozitif cilt prick testi olan hastaların 368’i (%57.3) erkek, 274’ü (%42.7) kızdı. Yaş ortalaması 8.49±4.15 yıldı. En sık Akar duyarlılığı saptandı (%76.1). İkinci sıklıkta küf mantarları (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) ve üçüncü sıklıkta grass ve cereal polen (39.8%) duyarlılığı gözlendi. Diğer aeroalerjen duyarlılık sıklıkları; yabani ot polen karışımı (%24.6), ağaç polen karışımı (%21.7), hamamböceği (%17.8), kedi tüyü (%31.2), zeytin ağacı (%20) olarak saptandı. Ortalama serum total IgE düzeyi 215.6 IU/ml ve ortalama eozinofil sayısı 410.63/mm³ idi.
Sonuç: Alerjik hastalıklarda sorumlu alerjenlerin tespit edilmesi semptomların kontrol edilmesi ve seçilmiş vakalarda immünoterapi şansı vererek hastalık seyrini değiştirebilmesi açısından önemlidir.
Aim: It is important to identify allergens in reducing disease-related symptoms and improving quality of life in the allergic diseases. Therefore, we aimed to evaluate the frequency of aeroallergens in allergic patients in our region.
Method: 1078 patients (2-18 years) who applied to the pediatric allergy immunology outpatient clinic between September 2017- March 2018 were included to the study. The demographic and clinical characteristics of 642 patients with at least one allergic sensitization in the skin prick test were evaluated retrospectively. Total IgE levels, peripheral eosinophil counts in the blood, aeroallergen sensitivities in skin prick test were evaulated from the patient’s files. The study was approved by the Ethics Committee of the Alanya Alaaddin Keykubat Medical Faculty.
Results: In 642 of the patients (59.5%), a positive response was observed against at least one aeroallergen. Among patients, 34.8% had asthma, 73.7% had allergic rhinitis, 12.6% had atopic dermatitis, and 3% had chronic urticaria. 24.8% of the patients (159) had more than one allergic disease. When the evaulation of the patients with positive skin prick test, 57.3% were male and 42.7% were female. The mean age was 8.49 +/- 4.15 years. The sensitivity of house dust mites was the most common (76.1%). In the second and third frequency, molds (51.8% Alternaria alternata, 41.7% Claudosporum herbarum) and grass and cereal pollen (39.8%) sensitivity were observed. Other determined aeroallergen sensitivity frequencies were; weed pollen mixture (24.6%), trees pollen mixture (21.7%), cockroach (17.8%), cat hair (31.2%), olive tree (20%). The mean serum total IgE level was 215.6 IU/ml and the mean eosinophil count was 410.63/mm³.
Conclusion: Detection of responsible allergens is important to control symptoms and to give the chance the course of the disease with immunotherapy in the selected cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Cahit Yavuz, Esma Eroğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Kronik Hepatit C Virüs Enfeksiyonuna Eşlik Eden Dermatolojik Hastalıkların Değerlendirilmesi
Assessment Of DermatologIcal DIsorders WIth ChronIc HepatItIs C VIrus InfectIon
Amaç: Hepatit C virüsü (HCV) esas olarak hepatopatik olmasına rağmen HCV enfeksiyonuna bağlı gelişebilen çok sayıda ekstrahepatik belirti vardır. Bunlar arasında dermatolojik bulgular ekstrahepatik belirtilerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu çalışmada, bölgemizde kronik HCV enfeksiyonuna eşlik eden dermatolojik hastalıkları değerlendirmeyi amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya, 2008-2020 tarihleri arasında 12 yıllık süreçte Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniğinde takip edilen Kronik HCV enfeksiyonu tanısı alan 2050 hastanın ek olarak dermatolojik hastalığı tesbit edilen 394’ü dahil edildi.
Bulgular: Dermatolojik hastalık tanısı alan 394 hastanın yaş ortalaması 56 ±17 yıl idi. Bunların 218’i (%58,6) kadın, 176’sı (41,4%) erkek idi. Dermatoloji polikliniğine başvuran kronik HCV enfeksiyonu hastalarında en sık pruritus (18,5%) ve kontakt dermatit (%17,5) saptandığı görüldü. Pruritus ve kontakt dermatitin; ileri yaşta ve kadın cinsiyette daha sık görülmesi istatistiksel olarak ile anlamlı bulunmuştur (sırasıyla p: 0,013, p: 0,038).
Sonuç: Çalışmamızda HCV enfeksiyonu olan hastaların dermatoloji polikliniğine en sık başvuru sebebi pruritus ve kontakt dermatit olarak saptandı. Hepatit C enfeksiyonunun erken teşhisine ve tedavisine yardımcı olabileceğinden, hepatit C ile ilişkili dermatolojik durumları anlamak önemlidir. Kronik Hepatit C (KHC) hastalarının dermatoloji poliklinik başvuruları sonrası aldıkları tanıların görülme sıklığı ve çeşitliliği bu alanda yapılacak olan çalışmaların daha standardize edilmiş hasta grupları ve standart laboratuvar teknikleri kullanılarak yapılması gerekliliğini düşündürmüştür
Aim: Although hepatitis C virus (HCV) is essentially hepatopathic, there are many extra-hepatic symptoms that may develop with associated HCV infection. Of these, dermatological findings constitute a significant proportion of extra-hepatic symptoms. The aim of this study was to evaluate dermatological diseases accompanying to chronic HCV infection in our region.
Patients and Methods: From a total of 2050 patients diagnosed and followed up for chronic HCV infection in the Infectious Diseases and Clinical Microbiology Clinics in a 12-years period between 2008 and 2020, 394 determined with concurrent dermatological disease were included in the study.
Results: Chronic HCV patients diagnosed with dermatological disease comprised 218 (%58.6) females and 176 (%41.4) males with a mean age of 56±17 years. In the patients with chronic HCV infection presenting at the dermatology outpatient clinic, pruritus was determined most (%18.5) and followed by contact dermatitis (%17.5). At univariate analyses female gender (p:0,005, OR:3,329, CI 95% [1,439-7,701]) and advanced age (p:0,013, OR:1,029, CI 95% [1,006-1,052]) were detected as significant variables of frequent dermatological diseases. The female gender ( p: 0,038, OR:2,682, CI 95% [1,054-6,826]) was detected as the predictor of most frequent dermatological diagnoses in chronic HCV infection at multivariate logistic regression analysis.
Conclusion: The most common reasons for presentation of patients with HCV infection at the dermatology outpatient clinic were determined to be pruritus and contact dermatitis. The frequency and variability of the diagnoses seen in chronic hepatitis C patients after presentation at the dermatology outpatient clinic suggest the need for further studies in this area with more standardised patient groups using standard laboratory techniques.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kartagener Sendromu
Ayşe Orman, Fevzi Sefa Dereköy, Murat Cirit, Mehmet Ünlü, Aylin Yücel
Olgu sunumu
Özeti
Kartagener Sendromu
Kartagener’s Syndrome
Polikliniğimize uzun süreden beri olan öksürük, balgam çıkarma ve eforla ortaya çıkan nefes darlığı yakınmaları ile başvuran bir hastaya Kartagener sendromu tanısı konuldu. Nadir görülmesi ve solunum sisteminin diğer hastalıkları ile karışabilmesi dolayısıyla yayınlamayı uygun gördük.
İn a patient who applied to our outpatient clinic with productive coughing and exertional dyspne vvith a long time history, we established Kartagener’s syndrome. That’s why this syndrome is rare and easly confused with other pulmonary diseases we are presenting this case.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebe-Postpartum Rat Uterusunda Mast Hücre Sayısı
Sabiha Serpil Kalkan, Refik Soylu, Salim Güngör, Hasan Cüce, Mustafa Büyükmumcu
Araştırma makalesi
Özeti
Gebe-Postpartum Rat Uterusunda Mast Hücre Sayısı
Mast Cell Number In The Pregnant-Postpartum Rat Uterus
Bu çalışmada, gebelikte ve doğumdan sonra rat uterusunda mast hücre sayısı araştırıldı. Sonuçta, gebeliğin 18. gününde 5. gündekinden çok fazla mast hücresi ve postnatal 1. günde yine yüksek sayıda mast hücresi olduğu tesbit edildi. Bu hücrelerin gebe-lik-doğum-postpartum,period fizyolojisi ile ilişkili olabileceği düşünüldü.
In this study, the mast cell number in pregnant and perinatal rat uterus was investigated. Conse-quently, on the 18 th. day of pregnancy, clearly a greater number of mast cells are counted when com-pared to the 5 th. day of pregnancy and the number of mast cells is stili great on the postnatal first day. It is concluded that, these cells may be associated with physiology of pregnancy-parturition-postpartum period.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pediatrik Acil Servise Yanık İle Başvuran Çocuklarda Dikkat Eksikliği V E Hiperaktivite Bozukluğu Prevalansı
Cengiz Kılıcaslan, Hüseyin Mutlu, Ekrem Taha Sert, Kamil Kokulu
Araştırma makalesi
Özeti
Pediatrik Acil Servise Yanık İle Başvuran Çocuklarda Dikkat Eksikliği V E Hiperaktivite Bozukluğu Prevalansı
The Prevalence Of AttentIon DefIcIt HyperactIvIty DIsorder In ChIldren AdmItted To The PedIatrIc Emergency Room WIth Burns
Amaç: Yanık, özellikle çocukluk döneminde sık görülen bir durumdur. Yanık oluşan çocuklarda, dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) semptomlarının görülme sıklığını belirlemek ve sağlıklı çocuklarla
karşılaştırmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Ağustos 2019- Nisan 2021 tarihleri arasında yürütülmüştür.
Çalışma grubu, çocuk acil servise yanık nedeni ile başvuran 3-16 yaş arası çocuk hastalardan seçildi.
Kontrol grubu, travma dışı sebeplerle çocuk acil servise başvuran 3-16 yaş arası çocuklardan seçildi. Her
iki grubun da kültürel ve demografik özellikleri benzerdi. Her iki gruba da İlk müdahale ve stabilizasyondan
sonra revize edilmiş Conners Ebeveyn Derecelendirme Ölçekleri ( CPRS-R) uygulandı.
Bulgular: Çalışma grubu 143 kişiden oluşturuldu yaş ortalaması 6,93 ± 2,96 yıl (dağılım: 3-16) ve 69'u
(%48,3) kızdı. Kontrol grubu yaş ortalaması 6.72 ± 2.48 yıl (dağılım: 3-16) olan 140 çocuktan oluşmaktaydı
ve olguların %49.3'ü kızdı. İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı fark
yoktu (sırasıyla p = 0.36, 0.84). Yanıkların en sık nedeni( %69.2) sıcak su veya yağdan oluşmaktaydı.
Yanıkların büyük bir kısmı (%89,5) ayaktan müdahale sonrası acil servisten taburcu edildi. CPRS-R'nin
hesaplanan tüm alt ölçek puanları; -bilişsel problemler/dikkatsizlik alt ölçek puanları dışında- çalışma
grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Çalışma grubundaki ebeveynlerin eğitim
durumu kontrol grubundakilere göre daha yüksekti.
Sonuç: Bizim bulgularımız acil servise yanık yaralanmaları nedeniyle başvuran çocuklarda DEHB
belirtilerinin görülme sıklığının yüksek olabileceğini gösterme ktedir.
Aim: Burns are common, especially in children. Here, we aimed to determine incidence of attention deficit
hyperactivity disorder (ADHD) symptoms in children with burns a nd compare them with healthy children.
Patients and Methods: This prospective study was conducted between August 2019 and April 2021. The
study group consisted of pediatric patients aged between 3-16 years admitted to the pediatric emergency
with burns. Children aged between 3-16 years admitted for non-traumatic reasons also constituted the
controls. Cultural and demographic characteristics of both groups were similar. After initial intervention
and stabilization, the revised Conners’ Parental Rating Scale (CPRS-R) was applied to both groups.
Results: The study group consisted of 143 individuals with a mean age of 6.93±2.96 years, and 69
(48.3%) were girls. The control group consisted of 140 children (mean age: 6.72±2.48 ranging between
3-16 years), and 49.3% were girls. There was no statistically significant difference between both groups
regarding age and gender (p=0.36, 0.84, respectively). The most common cause of burns (69.2%)
was exposure to hot water or oil spill. Most of the victims due to burns (89.5%) were discharged from
emergency after outpatient intervention. All subscale scores calculated through CPRS-R, except for
cognitive problems/inattention subscale scores, were significantly higher in the study group than the
controls. The educational status of the parents in the study group was hi gher than those of the controls.
Conclusion: Our findings indicated that the incidence of ADHD symptoms may be higher in children
admitted to the emergency department due to burn injuries.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
Halil Kara, Mahmoud Almbaidheen, Ebru Sağlam
Araştırma makalesi
Özeti
Adölesan Annelerin Sosyodemografik Özelliklerinin, Anksiyete Ve Depresyon Düzeylerinin Değerlendirilmesi: Ağrı İli Örneklemi
EvaluatIon Of SocIodemographIc CharacterIstIcs, AnxIety And DepressIon Levels Of Adolescent Mothers: Sample Of Ağrı ProvInce
Amaç: Evlilik izni için yönlendirilen adölesan annelerin sosyodemografik özelliklerinin, anksiyete ve depresyon düzeylerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: 2018-2020 tarihleri arasında evlilik izni için polikliniğe başvurduğu dönemde anne olan 65 ergen olgu dahil edilmiştir. Olguların psikiyatrik değerlendirmelerini içeren hastane kayıtları, sosyodemografik verileri ve düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Değerlendirildiği dönemde depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemek amacıyla Anksiyete ve Depresyon Ölçeği-Yenilenmiş (ÇADÖ-Y) öz bildirim ölçeğini doldurmaları istenmiştir ve bilişsel gelişimin değerlendirilmesi için psikolog tarafından uygulanan Kent E-G-Y ve Porteus Labirentleri zeka testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması 16,33±0,307 yıldı. Gayriresmi evlilik yaptıkları yaşlar değerlendirildiğinde ise ortalama evlilik yaşının 15,44±0,499 yıl olduğu tespit edildi. Ortalama eğitim sürelerinin 5,08± 1,461 yıl olduğu görülmüştür. Gayriresmi evlilik yapmadan önce olguların %70,8’i köyde, %29,2 kentte yaşıyorken evlilik sonrası ise olguların %53,8’i köyde, % 46,2 ‘sinin kentte yaşıyordu. Yapılan gayriresmi evliliklerin % 27,7’sinin ise akraba evliliği olduğu tespit edilmiştir. Olguların kliniğe başvurdukları esnada sahip oldukları çocukların yaş ortalaması 4,05±3,701 ay olduğu saptanmıştır. Sonuç: Erken evlilik yapan ve 18 yaş öncesi doğum yapan kızların eğitim sürelerinin ve sosyoekonomik düzeylerinin düşük, eşleri ile aralarındaki yaş farkının fazla, eşlerinin iş imkanlarının kısıtlı olduğunu ortaya koymaktadır. Erken yaş evlilikleri önlemeye yönelik müdahale programlarının ve yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, hem ergen evliliklerin hem de ergen anne olmanın ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların engellenmesine katkıda bulunabilir.
Objective: ıt was aimed to retrospectively evaluate the sociodemographic characteristics, anxiety and depression levels of adolescent mothers who were referred for marriage leave. Material and methods: 65 adolescent cases who became mother when they applied to the outpatient clinic for marriage permission between 2018-2020. Hospital records, sociodemographic data and edited forensic reports including psychiatric evaluations of the cases were reviewed retrospectively. In order to determine their depression and anxiety levels during the evaluation period, they were asked to fill in the anxiety and depression scale-revised self-report scale and kent e-g-y and porteus labyrinths intelligence tests applied by the psychologist were applied to evaluate the cognitive development.
Results: The mean age of the subjects included in the study was 16.33±0.307 years. It was determined that the mean age at which they were married unofficially was 15.44±0.499 years. It was observed that the average education period was 5.08±1.461 years. Before the unofficial marriage, 70.8% of the cases lived in the village and 29.2% in the city, after the marriage, 53.8% of the cases lived in the village and 46.2% in the city. It has been determined that 27.7% of unofficial marriages are consanguineous marriages. It was determined that the mean age of the children of the patients when they applied to the clinic was 4.05±3,701 months.
Conclusion: Girls who married early and gave birth before the age of 18, ıt reveals that their education period is short, their socioeconomic level is low, the age gap with their spouses is high, and their spouses' job opportunities are limited. The development of intervention programs and legal regulations aimed at preventing early marriages may contribute to the prevention of both adolescent marriages and the negative consequences of being an adolescent mother.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Emine Türen, Fatma İlkay Kılıç
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisi Döneminde Kadın Doğum Kliniğine Başvuran Gebelerde Anksiyete Düzeyinin Belirlenmesi
Determınatıon Of The AnxIety Level In Pregnant Women Who Admınıster To The ObstetrIcs ClInIc WIthIn The Covıd-19 PandemIa PerIod
Amaç: COVID-19 enfeksiyonunun gebelerde anksiyetine düzeyine olan etkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada rutin gebelik kontrolü için Haziran 2020 ayı boyunca ayaktan polikliniğe başvuran gebelere COVID-19’a bağlı olabilecek kaygılarını belirlemeye yönelik yapılandırılmış bir anket ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır. Obstetrik acil nedenler ile başvuran gebeler ve obstetrik açıdan riskli bulunan gebeler çalışmaya dahil edilmemiştir.
Bulgular: Çalışmaya 177 gebe dahil edilmiş ve gebeler Beck anksiyete ölçeğinden aldıkları puana göre dört gruba ayrılmıştır. Gebelerin anksiyete düzeyi %44,6 olarak bulunmuştur. Doğum anında ailesinin yanında olamama ihtimali ve COVID-19’ a bağlı ölme korkusu istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur.
Sonuç: Bu süreçte gebelerin perinatoloji, yenidoğan, yoğun bakım uzmanlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından takibine ek olarak psikososyal desteğin de sağlanması önem arz etmektedir.
Objective: To determine the effect of COVID-19 infection on anxiety level in pregnant women.
Material and Methods: In this study, a questionnaire and Beck anxiety scale were applied to pregnant women who referred to outpatient clinic for routine pregnancy control in June 2020 to determine their concerns that may be related to COVID-19. Pregnant women admitted with obstetric emergencies and obstetric risk were not included in the study.
Results: 177 pregnant women were included in the study and the pregnant women were divided into four groups according to their score on Beck anxiety scale. Anxiety level of pregnant women was 44.6%. The possibility of not being with his family at the time of birth and the fear of death due to COVID-19 were statistically significantly associated with higher anxiety levels.
Conclusions: In this process, it is important to provide psychosocial support in addition to the follow-up of pregnant women by a multidisciplinary team consisting of perinatology, newborn and intensive care specialists.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Cemalettin Akyürek, Metin Çapar, Hikmet Karabacak, Hakan Kaya, Ali Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Tekrarlayan Düşükler (126 Vakanın Analizi)
Recurrent AbortIons (analyses Of 126 Cases)
01.01.1990-30.05.1991 tarihleri arasında Selçuk üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı polikliniğine başvuran, tekrarlayan abort yapan 126 hastanın değerlendirilmesi yapılmış, muhtemel abort sebepleri araştırılmış ve kaynakların ışığında yapılanlar ve yapılması gerekenler bu yazıda sunulmuştur.
This study was performed on 126 outpatiens admitted to the department of Gynecology and Obstetrics of Selçuk University. Faculty of Medicine between the daies of 01.01.1990 and 30.05.1991. 126 wiih recurrent abortus were evaluated and pnssible rauses of abortus were investigated. it atm.> discussed in view of literature. We also present the researches we have done what has ben done and what should be done.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta