Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
Hasan Koç, Münire Çakır, Ali Acar, İsmail Reisli, Havvana Albeni, İbrahim Erkul
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi 1997 Yılı Perinatal Mortalitesi
PerInatal MortalIty Selçuk UnIversIty HospItal In 1997
Bu çalışmada 1997 yılı Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ndeki perinatal mortalite ve sebepleri araştırıldı. 1997 yılında hastanemizde 77'si ölü, 2318'i canlı olmak üzere vücut ağırlıkları 500 gram ve gestasyonel yaşı 22 haftanın üzerinde olan 2395 bebek doğdu. Doğumların 341'i (%14.7) prematüre, 251'i (%10.48) düşük doğum ağırlıklı, 9O'ı (%3.75) çok düşük doğum ağırlıklı idi. Ölü doğum hızı binde 32.1, erken neonatal ölüm hızı binde 31.4 ve perinatal ölüm hızı (PNÖH) binde 62.6 bulundu. Wigglesworth sınıflamasına göre perinatal ölümlerin (n=150) %15'i masere ölü doğum, %51'i asfiksiyel durum, %13'ü ölümcül konjenital malformasyon ve %13'ü immatürite olarak bulundu. Perinatal ölümlerin yarıdan fazlasının (%57.33) önlenebilir nedenlerden olduğu görüldü. Hastanemizdeki yüksek perinatal ölüm hızı, düzenli antenatal takibi yapılmamış yüksek riskli hamilelerin son anda başvurduğu bir merkez olma özelliğine bağlandı. Yürütülecek geniş kapsamlı güvenli annelik ve ye- nidoğan bakım programlarıyla ve teknik imkanların iyileştirilmesiyle perinatal mortalite hızının düşürülebileceği ka naatine varıldı.
A prospective study was conducted to analyze the rate of perinatal mortality and the perinatal mortality causes in 2395 infants who vvere born in 1997, at Selçuk University Hospital. Among whom were 77 of the perinatal deaths vvere stillbirths and 2318 live births. Preterm infants totaled341 (14.7%) vvhile 251(10.48%) had low birth vveights and 90 (3.75%) had very low birth vveights. The stillbirth rate was 32.1 per 1000. 73 of the 2318 live birth infants died during the first seven days of life. The perinatal mortality rate (PNMR) was 62.6 per 1000 and early neonatal mortality rate 31.4 per 1000. According to Wigglesworth classification of perinatal deaths (n-150), macerated still birth, asfixial conditions, lethal congenital abnormalities and immatürity groups vvere, 15%, 51%, 13% and 13% respectively. The analyses of PNMR implies that more than half (57.33%) of the deaths could be prevented. The main cause of high PNMR in this hospital is attributable to be a referral çenter in this region for high risk preg- nancies. PNMR could reduced vvith a large scale fetal-maternal assesment program and technological de- velopment covering the vvhole region vvith the ultimate goal of reducing the perinatal mortality rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Özkan İlhan, Esra Arun Özer, Sümer Sütçüoğlu, Senem Alkan
Araştırma makalesi
Özeti
Yenidoğan Sarılığı Nedeni İle Hastaneye Yatırılan
olgularda Tedavi Kılavuzlarına Uyumun Araştırılması
Assessment Of Adherence To The Treatment GuIdelIne In PatIents
hospItalIzed Due To Neonatal JaundIce
Yenidoğan sarılığı genellikle kendiliğinden düzelen, benign bir
klinik durumdur. Yenidoğan sarılığının tedavi sınırlarını belirleyen
uluslar arası kabul görmüş tedavi kılavuzları bulunmaktadır.
Araştırmamızda yenidoğan sarılığı nedeniyle hastaneye yatırılan
olgularda hiperbilirubinemi tedavi kılavuzlarına uyumun araştırılması
amaçlanmıştır. Hastanemiz Yenidoğan Kliniği’ne 1 Ocak 2009-31
Aralık 2010 tarihleri arasında yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan
olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm olguların
yatış sırasındaki sarılık durumu hiperbilirubinemi tedavi kılavuzuna
göre değerlendirildi. Ciddi hiperbilirubinemi için herhangi bir klinik
risk faktörü ya da ek sorunu olan, yatış sırasındaki serum bilirubin
düzeyi tedavi gerektiren sınırda veya üzerinde olan hastalar “Tedavi
Gerektiren Bebekler”, yatış sırasında serum bilirubin düzeyi tedavi
kılavuzunda belirlenen düzeyin altında ve ciddi hiperbilirubinemi
gelişimi açısından klinik risk faktörü olmayan olgular ise “Tedavi
Gerektirmeyen Bebekler” olarak tanımlandı. Çalışma süresince
yenidoğan sarılığı nedeniyle yatırılan, 267’si erkek (%51.5) toplam
518 olgunun ortalama gebelik yaşı 37.2±2.2 hafta olup, doğum ağırlığı
2988.3±617 gram idi. Yenidoğan sarılığı tedavisinde güncel tedavi
kılavuzuna uygun olarak yatışı yapılan hasta sayısı 391 (%75.4) idi.
Tedavi kılavuzuna göre tedavi gerektiren ve gerektirmeyen bebekler
karşılaştırıldığında gruplar arasında gebelik yaşı, doğum ağırlığı,
doğum şekli, çoğul gebelik ve akraba evliliği sıklığı açısından anlamlı
istatistiksel farklılık bulunmazken, tedavi gerektiren grupta erkek
bebek sıklığı istatistiksel olarak daha fazla idi (p=0.03). Sarılıklı
bebeklerin bilirubin ensefalopatisi gelişimini önlemek amacıyla uygun
şekilde takibinin yapılması, ancak gereksiz tetkik ve tedavilerden
kaçınılması gerektiği düşünüldü.
Neonatal jaundice is usually a self-limiting benign clinical
condition. International treatment guidelines to outline the borders
of treatment of neonatal jaundice exist. The aim of our study is to
evaluate the rationale of treatment guidelines for newborns admitted
to the hospital for jaundice. In this retrospective study, the records
of the cases admitted to the Newborn Intensive Care Unit between
January 1, 2009 and December 31, 2010 for neonatal jaundice
were reviewed. Status of jaundice on admission were evaluated on
the basis of hyperbilirubinemia treatment guideline. The newborns
who had any clinical risk factor or additional problem for severe
hyperbilirubinemia, and higher serum bilirubin level on admission
requiring treatment were designated as “Babies Need to Treatment”,
whereas the remaining as “Babies Need Not to Treatment”. Of overall
518 cases, 267 were boys (51.5%) and mean gestational age was
37.2±2.2 weeks, and birth weight 2988.3±617 gram. The number
of patients admitted in consistent with current treatment guideline
of neonatal jaundice was 391 (75.4%). The group of “Babies Need
to Treatment” showed significant relationship with the male gender
(p=0.03), whereas other parameters including gestational age,
birth weight, delivery type, multiple gestation and consanguineous
marriage were nonsignificant. We think that newborns with jaundice
should be on close follow-up in order to prevent development of
bilirubin encephalopathy, however unnecessary investigations and
treatment should be avoided as well.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
Bedia Mine Hanedan, Aybars Tavlan, Resul Yılmaz, Sema Tuncer Uzun
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemiz Anestezi Polikliniğine Başvuran Hastaların
memnuniyet Durumlarının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of SatIsfactIon Status Of PatIents Consulted To
department Of AnesthesIology And ReanImatIon PolyclInIc In Our
hospItal
Sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için gerekli olan öğelerin en
iyi şekilde kullanılmasında, hasta beklenti ve memnuniyetinin dikkate
alınması çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Necmettin Erbakan
Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Anestezi Polikliniğine
başvuran hastaların memnuniyet düzeyini değerlendirmek ve hasta
memnuniyetini etkileyen faktörleri saptamaktır.Anket araştırması,
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Hastanesi,
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda Kasım 2015 -
Şubat 2016 tarihleri arasında poliklinik hizmeti almak üzere başvuran
hastalarda yapıldı. Söz konusu dönemde, polikliniğe başvuran ve
araştırmaya katılmayı kabul ederek aydınlatılmış onam formunu
onaylayan 200 hasta çalışmaya alındı. Anket formu, poliklinik
işlemlerinin bitiminde yüz yüze görüşme tekniği ile dolduruldu.
Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları ile anestezi onamlarını
almaları arasında geçen süre ve ASA skorları kaydedildi. Ayaktan
hasta memnuniyet katsayısı 90.32 olarak bulundu. Hastaların %72’si
kayıt işlemleri için, %68.5’i tahlil/tetkik için çok beklemediğini, %98’i
doktorun, % 96’sı personelin kibar ve saygılı olduğunu belirtti.
Üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okur yazar olmayan
hastaların memnuniyet katsayısı diğer eğitim seviyelerine göre daha
düşük bulundu (p=0.01). Hastaların anestezi polikliniğine başvuruları
ile anestezi onamlarını almaları arasında geçen ortalama süre
3.00±1,014 saat idi. ASA skoru ile anestezi onamını almaları için
geçen süre arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.08).
Hastanemiz anestezi polikliniğine başvuran hastaların memnuniyet
düzeyinin yüksek, üniversite ve üstü eğitim seviyesinde ve okuryazar
olmayan hastalarda ise memnuniyet düzeyinin diğer eğitim
seviyesindeki hastalara göre daha düşük olduğu saptandı. Tahlil/tetkik
ve kayıt işlemlerindeki bekleme süresini kısaltacak çalışmalarında
memnuniyet düzeyini arttırmada faydalı olacağı kanaatine varıldı.
It is important to take into consideration of patient expectations
and satisfaction in terms of the best utilization of required components
that are necessary for the development of health services. The aim
of this study was to evaluate the level of the patients’ satisfaction
and detect factors affecting the satisfaction, who consulted to
Department of Anesthesiology and Reanimation Clinic in Necmettin
Erbakan University, Meram Faculty of Medicine. This study was
performed on patients who were consulted to the Department of
Anesthesiology and Reanimation Clinic, at the Necmettin Erbakan
University, Meram Faculty of Medicine for time period of 4 months
between November 2015 and February 2016. Within this period, 200
patients who applied to the clinic and accepted to participate in the
study by approving informed consent form were included in the study.
The survey form was filled by conducting face to face interview.
The time duration between patients application to the clinic and
their receiving anesthesia consent and ASA scores were recorded.
Patient satisfaction coefficient was found as 90.32. Patients who
indicated that they did not wait too long for the registration process
and assay/analysis tests were 72% and 68.5%, respectively. 98% of
the patients stated the physician and 96% of the patients stated the
health staff were polite and respectful. The patients having university
level and higher education illiterated lower satisfaction coefficients
compared with the other levels of education (p = 0.01). The average
time duration between patients application to the clinic and their
receiving anesthesia consent was 3.00 ±1.014 hours. There was
no statistically significant difference between the time duration for
receiving anesthesia consent and the ASA score (p=0.08). It was
determined that the patients who consulted to the anesthesiology
clinic in our hospital had high satisfaction levels, and the patients
with an education level of university and higher illutirated lower
satisfaction levels compared with the other levels of education. It was
concluded that studies that will shorten the waiting time for analysis /
examination and the registration process would be useful to increase
the level of satisfaction.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Atakan Tekinalp, Sinan Demircioğlu, Hakan Bilgen, Hatice Zeynep Dikici, Özcan Çeneli
Araştırma makalesi
Özeti
B12 Vitamini Düzeyinin Multiple Miyelom Kliniğine Etkisi
Effect Of VItamIn B12 Level On MultIple Myeloma ClInIc
Amaç: Çalışmamız multipl miyelom hastalarında, tanıda bakılan serum B12 vitamini düzeyi ile klinik ve laboratuvar bulguların karşılaştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntemler: Hastalar vitamin B12 düzeylerine göre düşük ve normal olmak üzere iki gruba ayrıldı. Veriler dağılım özelliklerine göre bağımsız örneklem T, Mann Whitney U ve ki-kare testleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Retrospektif dosya incelemesi yapılan 212 hastadan çalışmaya dahil edilen 128 hastanın 41 (%32)’inde vitamin B12 eksikliği tespit edildi. Kemik iliği plazma oranı bu grupta anlamlı olarak daha düşük bulundu; medyan %30’a karşın %50 (p: 0,024). İki grup arasında yaş, total protein, laktat dehidrogenaz, ß2-mikroglobulin, kalsiyum, kreatinin, albumin ve litik lezyon varlığı açısından fark saptanmadı. Ancak vit B12 düzeyi düşük olan grupta 11 hastada (%26,8), normal olan grupta ise 44 hastada (%50,5) anemi tespit edildi. Normal olan grupta anemi sıklığının yüksekliği istatiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0,019). Ayrıca ISS ve R-ISS evreleri arasında da vitamin B12 düzeyleri açısından fark saptanmadı.
Sonuç: Düşük vitamin B12 düzeyinde kemik iliği plazma hücre oranı daha düşük bulunmaktadır. Verilerimiz ile bunun klinik yansıması gösterilememiştir. Tedavi yanıtı, sağ kalım ve relaps oranları gibi klinik verilerin değerlendirildiği çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Objective: The aim of our study is evaluate the association between serum vitB12 levels at time of diagnosis and clinical and laboratory signs in multiple myeloma patients.
Material and Methods: Patients were divided into two groups; those had low and normal levels of vitB12. Groups were analized by using independent simple T, Mann Whitney U and chi-square tests considering by distrubition characteristics of data.
Results: Two hundred-and-twelve patients' records were examined retrospectively. Forty-one (32%) patients had low vitB12 levels. In patients with low vit B12 levels, bone marrow plasma cell ratios were also significantly lower than those found normal vit B12 levels (median %30 vs %50, respectively) (p: 0,024). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age, lytic bone lesion numbers, and serum levels of total protein, lactate dehydrogenase, ß2-microglobulin, calcium, creatinin, albumin. However, 11 patients (%26,8) in low vitB12 group had anemia, while 44 (%50,5) patients in normal vitB12 group had. So, anemia was more often in vitamin B12 normal group patients (p: 0,019). No difference was found in terms of myeloma ISS and R-ISS stages in two patient groups.
Conclusions: Bone marrow median plasma cell ratio was also low in the group with low vit B12 levels. Our data could not show its clinical reflection. Further studies with larger groups are required to evaluate the response to treatment, survival and recurrence rate.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Pektus Ekskavatum Ve Cerrahı Tedavısı
Kazım Gürol Akyol, Güven Sadi Sunam, Sami Ceran, Mehmet Gök, Simsen Avvuran, Aydın Şanlı, Işık Solak, Hasan Solak
Araştırma makalesi
Özeti
Pektus Ekskavatum Ve Cerrahı Tedavısı
Pectus Excavatum And SurgIcal Treatment
Pektus ekskavatum sternumun en sik gorillen konjeniral deformitesidir. Cerrahi tedavi genelikle psikolojik ve kozmetik nedenlerle yapilmaktadtr. Bu makalede 1983-1996 yrilart arastnda hastanemizde opere edilen 26 vaka incelenmiştir.
Pectus excavatum is the most common deformity of the sternum. Surgical treatment is mostly per-formed by cosmetic and physicologic reasons. 26 cases were evaluated that treated in our hospital from 1983-1996.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Derya Arslan, Derya Çimen, Osman Güvenç, Bülent Oran
Araştırma makalesi
Özeti
Girişimsel Çocuk Kardiyolojide İki Yıllık Deneyimlerimiz
Our Two Year ExperIence In The InterventIonal PedIatrIc CardIology
Girişimsel tedavi günümüzde artık çocuk kardiyolojisi merkezleri için vazgeçilmez tedavi yöntemleri arasında yer almaktadır. Merkezimizde iki yıl içinde yaptığımız girişimsel tedavi sonuçlarımız sunuldu. Merkezimizde Şubat 2011-Kasım 2012 tarihleri arasında girişimsel işlem yapılan 40 hastanın sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Toplam 40 hastaya girişimsel tedavi uygulandığı görüldü. Bu hastaların %55’i (n:22) kız, %45’i (n:18) erkek idi. Yaşları 10 gün ile 15 yaş arasında, kiloları ise 3.7-60 kg arasındaydı. Valvüler pulmoner stenozu olan dokuz hastaya pulmoner balon valvüloplasti yapıldı. Aort koarktasyonu olan 10 hastaya koarktasyon anjioplasti yapıldı. Atriyal septal defekti olan 12 hastaya transkateterle ASD kapatma uygulandı. Geniş duktus açıklığı olan beş hastanın duktusu transkateter kapatıldı. Mitral darlığı olan 14 yaşında bir hastaya mitral balon valvüloplasti uygulandı. Hastanemizde pediyatrik anjiyo işlemlerinin yapılmaya başlandığı Haziran 2010 tarihinden Kasım 2012 tarihine kadar toplam 155 anjio işlemi yapıldığı ve bu hastaların 40’ına (%25.8) girişimsel işlem uygulandığı görüldü. Anjiyografi ünitemizde öncelikle tanı amaçlı kalp kateterizasyonu yapıldığı görülmektedir. Akabinde sırasıyla aort koarktasyonuna balon anjiyoplasti ve pulmoner balon valvuloplasti gibi girişimsel işlemler yapılmaktadır. Son zamanlarda ise transkateter ASD ve PDA kapatılması ve aort koarktasyonuna stent implantasyonu gibi komplike ve deneyim gerektiren işlemlerin yapılmaya başlandığı saptanmıştır. Son 6 ay dikkate alındığında girişimsel işlemlerin oranının tanı amaçlı olanlara kıyasla artarak %50 lere yaklaştığı görüldü.
Nowadays, interventional treatment is one of the indispensable methods of treatment for pediatric cardiology centers. The results of interventional treatment of our center were presented within two years. The results of 40 patients who underwent interventional procedure in our center between February 2011-November 2012 were retrospectively reviewed. Interventional therapy was applied to 40 patients. Fifty-five percent (n:22) of these patients were female, 45% (n:18) were male. Their age is from 10 days to 15 years, their weight is between 3.7 and 60 kg. Pulmonary balloon valvuloplasty was performed to nine patients with valvular pulmonary stenosis. Angioplasty was performed to 10 patients with the coarctation of aorta. Transcatheter ASD closure was performed to 12 patients with atrial septal defect. The five patients’ ductus with a wide range closed by transcatheter. Mitral balloon valvuloplasty was performed to 14-year-old patient with mitral stenosis. In our hospital,angiography was performed since June 2010 until November 2012, with total of 155 patients with angio process and interventional procedure was applied to 40 of these patients (25.8%). At first,diagnostic angiography is performed in our angiography unit. Subsequently, interventional procedures were performed such as balloon angioplasty to the coarctation of the aorta and pulmonary balloon valvuloplasty, respectively. Recently, processes that are complicated and requires experience such as transcatheter closure of ASD and PDA, and aortic stent implantation transactions began to be performed in our clinic. Considering the last 6 months, the rate of invasive procedures increased to 50% compared with diagnostic procedures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
Aynur Uğur Bilgin, Mehmet Ali Karaselek, Kazım Çamlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trombotik Trombositopenik Purpura Tanılı Hastalarda
terapötik Plazma Değişimi: Tek Merkez Deneyimi
TherapeutIc Plasma Exchange In PatIents WIth ThrombotIc
thrombocytopenIc Purpura: A SIngle Center ExperIence
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik
hemolitik anemi, trombositopeni, nörolojik semptomlar, ateş ve
böbrek yetmezliği ile karakterize nadir ve fatal bir hastalıktır. TTP
nedeni ve optimal tedavi yöntemleri hala tam olarak bilinmemektedir.
Ancak, günümüzde, terapötik plazma değişimi (plazmaferez) ve / veya
plazma infüzyonu bu hastalar için standart tedavi yöntemi olarak kabul
edilmektedir. Bu çalışmaya, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram
Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bölümü’nde, 2008–2011 yılları
arasında klinik ve laboratuar bulguları ile TTP tanısı konulan 18 hasta
alınmıştır. Toplam 18 (8 hasta idiopatik, 7 hasta postpartum, 1 hasta
protez operasyonu sonrası, 1 hasta pestisid maruziyeti ve 1 hasta
NSAII tedavisi sonrası) TTP tanılı hasta değerlendirmeye alınmıştır.
Hastaların E/K oranı 6/12 ve ortanca yaş 39 (21-66) bulunmuştur.
Hastaların ilk başvuruda semptomları değerlendirilmiş ve tam kan
sayımı, koagülasyon testleri, BUN (Kan üre azotu), kreatin, LDH
(Laktik Dehidrogenaz) düzeylerine bakılmıştır. Hastaların PLT ve
LDH değerleri normal seviyeye gelene kadar günlük plazma değişimi
ve steroid ilaç tedavisine devam edilmiştir. Bu çalışmada, 18 hastaya
toplam 165 terapötik plazmaferez işlemi uygulanmış ve replasman
sıvısı olarak da TDP (Taze Donmuş Plazma) kullanılmıştır. 18 hastadan
12’si tam remisyon ile taburcu edilmiş, 3 hasta da kısmi remisyon
sağlanmış ve 3 hastada plazmaferez işlemine yanıt alınamamış ve
nörolojik semptomlar ve akut böbrek yetmezliği nedeniyle exitus
olduğu tespit edilmiştir. Tedavi edilmeyen TTP hastaları %90 gibi
büyük bir mortaliteye sahiptir. Ancak bununla birlikte bu ölüm oranı
plazmaferez işlemi ile büyük ölçüde değiştirilebilir. Sonuç olarak,
günümüzde, terapötik plazma değişimi TTP için mevcut en etkili
tedavi yöntemidir.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a rare and fatal
disorder characterized with microangiopathic hemolytic anemia,
thrombocytopenia, neurological symptoms, fever, and kidney failure.
The reason of TTP and optimal treatment method of TTP is still unknown.
However, today, therapeutic plasma exchange (plasmapheresis) and
/ or plasma infusion is considered as the standard treatment method
for these patients. In this study, the clinical characteristics and
outcome of 18 patients with TTP treated with plasma exchange at the
Department of Hematology, Meram Faculty of Medicine, Necmettin
Erbakan University, between 2008 and 2011 years were evaluated
retrospectively. Among the patients, 6 were male, 12 were females,
median age was 39 (21-66), 8 were idiopathic, 7 were postpartum, 1
was post operative periods of prosthetic operation, 1 was pesticide
exposure and 1 was NSAII induced TTP. The first admission of
patients were evaluated for symptoms and complete blood counts,
coagulation tests, BUN (blood urea nitrogen), creatinine, LDH (lactic
dehydrogenase) levels were performed. All patients were initially
treated with a daily plasma exchange plus steroids, which was
continued until the normalization of platelet count and the level of
LDH. In this study, a total of 165 plasmapheresis procedures were
performed to total 18 cases. Fresh frozen plasma (FFP) was used
as fluid of replacement. Of the 18 patients, 15 were discharged with
complete remission (n:12) and partial remission (n:3), and 3 had no
response and died of progressive neurological fingings and acute
renal failure. Untreated TTP has a high mortality that may be as great
as 90%. However, the rate of this mortality is dramitacally changed
with plasma exchange treatment. As a result, today, plasma exchange
is the most effective treatment available for treatment of TTP.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Ahmet Midhat Elmacı, Selver Özekinci, Ahmet Baran
Olgu sunumu
Özeti
Dokuz Yaşında Bir Anca İlişkili Vaskülit
Anca AssocIated WIth VasculItIs In A 9-Year-Old
Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ilişkili küçük damar
vasküliti, böbrek tutulumunun en ciddi ve ortak bulgusu olan ve
hayatı tehdit eden bir hastalık grubudur. Mikroskopik polianjitis (MPA)
çocuklarda nadir görülen bir vaskülit olup, pauci-immun hızlı ilerleyen
glomerulonefrit ve pulmoner-renal sendrom ile karakterizedir.
Dokuz yaşında bir erkek çocuk döküntü, artralji ve idrar renginin
koyulaşması şikayeti ile kliniğe yatırıldı. İdrar analizinde proteinüri
ve hematüri mevcuttu. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemi,
böbrek yetmezliği ve p-ANCA pozitifliği saptandı. Toraks BT’sinde
yaygın infiltrasyon mevcuttu. Böbrek biyopsisinde kresentik
glomerulonefrit vardı, immunfloresan inceleme negatifdi. Hastada
mevcut bulgularla MPA düşünüldü. Yüksek doz metil prednizolon,
yüksek doz siklofosfamid tedavisi verildi, böbrek fonksiyonlarında ve
akciğer bulgularında belirgin düzelme gözlendi.
Antineutrophil cytoplasmic autoantibody (ANCA) associated small vessel vasculitis constitutes a group of life-threatening diseases and renal involvement is its most severe and common manifestation. Microscopic polyangiitis (MPA) is a rare form of such vasculitis in children characterized by pulmonary-renal syndrome with pauci-immune rapidly progressive glomerulonephritis. A 9-yearold boy was admitted to our hospital because of rash, arthralgia and dark urine. Urine analyses showed hematuria and proteinuria. Blood examination revealed anemia, renal failure and positive p-ANCA. A chest CT revealed diffuse infitration. The renal biopsy demonstrated crescentic glomerulonephritis, immunofluorescent examination was negative. He was diagnosed MPA. High-dose methylprednisolone and high-dose cyclophosphamide therapy improved all of the lung infltrates and renal function.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
Hasan Esen, Metin Çapar, Gülşah Şafak
Olgu sunumu
Özeti
Serviks Uterinin Florid Reaktif Lenfoid Hiperplazisi (lenfoma Benzeri Lezyon)
FlorId ReactIve LymphoId HyperplasIa (lymphoma-LIke LesIon) Of UterIne CervIx
Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazisi (lenfoma benzeri lezyon), başlıca kadınların üreme dönemlerinde görülen reaktif bir olaydır. Histolojik olarak bu lezyonlar lenfomaya benzer. Bu lezyonların etyolojileri multifaktöriyeldir fakat çoğu olguda neden tespit edilememiştir. 49 yaşında bayan hasta adet düzensizliği ve pelvik ağrı şikayetleri nedeni ile başka bir merkeze başvurmuş. Serviks biopsisi yapılmış ve biyopsi sonucu, serviks karsinomu ile uyumlu olarak rapor edilmiş. Hastanemize başvuran hastaya bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. BT’ de serviks hipodens ve volümü artmış görünümde idi. Probe küretaj, endoservikal küretaj ve vajinal smearinde spesifik bir özellik görülmedi. Mevcut bulgular ve şikayetleri sonrası hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingoooferektomi yapıldı. Makroskopik olarak serviks büyümüş ve düzensiz görünümdeydi. Subserozal yerleşimli bir adet 1,8 cm çapında myom tespit edildi. Histopatolojik incelemede serviks epitelinde erezyon ve epitel altında yoğun lenfoid hücre infiltrasyonu görüldü. Görünüm lenfomaya benzemekteydi fakat İmmunhistokimyasal CD3 ve CD20 boyamalarda lenfoid hücrelerde heterojen boyanma görüldü. Bu bulgular sonucunda olgu lenfoma benzeri lezyon olarak rapor edildi. Serviks uterinin florid reaktif lenfoid hiperplazileri reaktif lezyonlardır. Yanlış tanıdan kaçınmak için; dikkatli klinik, histolojik ve immunfenotipik korelasyon gereklidir. İmmunhistokimyasal reseptör çalışmaları bu olgularda en güvenilir tanı yönetimidir.
Florid reactive lymphoid hyperplasia of uterine cervix is a reactive inflammatory process that mainly occurs in women during their reproductive years. These lesions are histologically similar to lymphoma. Etiology of these lesions are multifactorial but in many cases the cause has not been identified. A 49-year-old female patient admitted to another center with menstrual irregularity and pelvic pain complaints. A cervical biopsy was performed in that examination and the biopsy findings were compatible with cervix carcinoma. The patient referred to our hospital and computerized tomography(CT) was performed. At CT imaging cervix was hypodense and there was an enlargement in cervical volume. There were no specific findings in patient’s endometrial curettage, endocervical curettage and vaginal smear preparations. After the current findings and complaints of the patient, total abdominal hysterectomy and bilaterally Salpingo-oophorectomy were performed. Cervix was enlarged and it was in irregular appearance in the macroscopic examination. A subserosal located myoma in 1,8 cm diameter was detected. In the histopathological examination, erosion of cervical epithelium and dense lymphoid cell infiltration was observed under the epithelium. The appearance was similar to lymphoma, but immunohistochemical staining of CD3 and CD20 staining was heterogeneous in lymphoid cells. As a result of these findings, the case was reported as lymphoma-like lesion. Florid reactive lymphoid hyperplasia of cervix uteri are reactive lesions. Careful clinical, histologic and immunphenotypic correlations are required to avoid misdiagnosis. Immunohistochemical receptor studies are the most reliable diagnosis and management method of these cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
Fatih Ersay Deniz, Fikret Özuğurlu, İlker Etikan, Muzaffer Katar, Gülgün Yenişehirli, Metin Özdemir
Araştırma makalesi
Özeti
Nöroşirürji Polikliğinde Değerlendirilen 289 Hastanın Vitamin B12 Düzeylerinin Analizi
AnalysIs Of VItamIn B12 Levels Of 289 PatIents At A Neurosurgery OutpatIent ClInIc
Vitamin B12 yetmezliği periferik nöropatiye neden olabilir, periferik nöropati distal ekstremite parestezisi mevcudiyetinin en sık karşılaşılan sebebidir. Çalışmamızda hastaların serum vitamin B12 seviyeleri ve başvuru şikâyetleri incelendi. Tüm hastalar aynı klinisyen tarafından değerlendirildi. Beyin ve sinir hastalıkları cerrahisi polikliniğine başvurmuş olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Ağrı ve/veya uyuşukluk/karıncalanma şikâyeti ile başvuran ve serum B12 düzeyi çalışılmış olan 289 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilmiş olan 289 hastanın 77 tanesinin serum B12 değeri 193 pg/ml değerinin altında tespit edildi (ort.157.82±27.45). Hastalardan 75’inin uyuşukluk/karıncalanma şikayeti ile başvurmuş olduğu ve bunların serum vitamin B12 ortalamalarının 235.69±96.19 pg/ml olduğu, geri kalan 214 hastanın serum vitamin B12 ortalamasının ise 285.29±124.50 pg/ml olduğu tespit edildi. Bu değerler normal sınırlar içinde olmakla birlikte, iki ortalama arasındaki farkın önemli olduğu tespit edildi (t=3.136, p=0.002). Düşük serum vitamin B12 değeri her zaman dokudaki vitamin B12 yetersizliği ile birlikte değildir, aynı zamanda serum değerinin normal sınırda olması doku seviyesinin yeterli olduğu anlamına gelmez. Vitamin B12 eksikliği, kansızlık olmaması ve serum seviyesin sınır değerler civarında olması durumunda dahi, duyu bozukluğu sebepleri arasında olabileceği düşünülmelidir.
Vitamin B12 deficiency may cause peripheral neuropathy and peripheral neuropathy is the most common cause of distal extremity paresthesias. The aim of this study was to determine the serum B12 level of the patients with complaints of pain and/or numbness/ tingling and try to demonstrate the relation between them. Patients’ files admitted to neurosurgery outpatient clinic were retrospectively analyzed. Serum vitamin B12 levels and the admission complaints of the patients were studied. A total of 289 patients with complaints of pain and/or numbness/tingling that serum vitamin B12 levels measured were included. All of the patients were evaluated by the same clinician. The serum vitamin B12 concentrations of 77 patients out of 289 were found to be below 193 pg/ml (mean 157.82±27.45). The total number of the patients with the complaint of numbness/tingling was 75 and the mean serum vitamin B12 level was 235.69±96.19 pg/ml, the mean serum vitamin B12 level of the remaining 214 patients was 285.29±124.50 pg/ml. Although these results were within the normal limits, the difference of the mean values of the two groups was found to be significant (t=3.136, p= 0.002). The low serum vitamin B12 level does not always correlate with the tissue insufficiency and also it’s serum level being normal does not indicate it’s being sufficient at the tissues. Vitamin B12 deficiency should also be thought at the etiology of sensory disorder, especially if the radiological findings are normal, even though in the absence of anemia and serum level being at borderline.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Exchange Transfusion Yapılan 233 Hiperbilirubınemi Vakası Üzerine Bir Araştırma
Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Sadettin Açar, Dursun Odabaş, Hacer Çalışkan
Araştırma makalesi
Özeti
Exchange Transfusion Yapılan 233 Hiperbilirubınemi Vakası Üzerine Bir Araştırma
A Research On 233 Hyperbılırubınemı Cases Wıth Exchange Transfusıon
Hiperbilirubinemi, yeni doğan bebeklerde önemli bir sorundur. Zamanında tedavi edilmezse kerinikterusa sebep olabilir. Diğer metodların yanı sıra en etkili tedavi şekli exchange transfusiondur. Bu araştırmamızda hastahanemizde exchange transfusion yapılan 23.3 hiperbiJirubinemili vakanın analizi yapılmıştır.
Hyperbilirubinemia in Newborn infants is an important problem. İf it isnt treated it may cause kernicterıs. The most effective treatment of hyperbilirubinemia is exchange transfusion. in this investigation_ analise of 2.33 lıyperbdirubinemias which were performed in our hosbital has been presented.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Ozge Kucur, Sultan Kavuncuoğlu, Mahmut Cem Tarakçıoğlu, Müge Payaslı, Esin Yıldız Aldemir
Araştırma makalesi
Özeti
Orta/geç Preterm Bebeklerin 11-12 Yaş Arası Nörogelişimsel Prognozu
Neurodevelopmental Outcomes Of Moderate/late Preterm Infants At 11-12 Years Of Age
Amaç: Orta/geç preterm doğan 11-12 yaşındaki çocukların nörogelişimsel sonuçlarını ve okul başarısını araştırmayı ve prognozu etkileyen risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Ocak 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında izlenen orta ila geç preterm bebekler çalışmaya dahil edildi; çocuklar 2016 yılında hastanemiz pediatri polikliniğinde muayene edildi. Perinatal ve neonatal dönem öyküleri hastane veri tabanından elde edildi. Somatik büyüme özellikleri yorumlandı. Nörogelişim, Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC-R) ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Pediatrik Semptom Kontrol Listesi (PSC) uygulandı. Sosyoekonomik düzeyin nörogelişimsel sonuç üzerindeki etkisi incelendi. Okul performansı karne notları kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.6 olan 41 çocuk değerlendirildi. Somatik büyüme ile ilişkili risk faktörleri anne yaşı (>35 yaş), fetal distres ve patent duktus arteriyozus idi. Sepsis, sözel zekada bir azalma ile ilişkilendirildi; periventriküler lökomalazi hem sözel hem de performans zekası üzerinde olumsuz etkilere sahipti. Sosyoekonomik düzey, performans ve tam ölçekli zeka ile orta düzeyde bir korelasyon gösterdi. PSC puanı pozitif olan çocukların zeka bölümü anlamlı olarak daha düşüktü.
Sonuç: Orta ila geç preterm bebekler, beynin tam olgunlaşmaması ve doğum sorunları nedeniyle hem nörolojik hem de gelişimsel olarak geride kalmaktadır. Erken prematüre bebeklere benzer şekilde, bu çocuklar uzun süre izlenmelidir; aile desteği, rehabilitasyon ve özel eğitim ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Background: We aimed to investigate the neurodevelopmental outcomes and school success of 11- to 12-year-old children born as moderate/late preterm infants and identify risk factors affecting prognosis.
Methods: Moderate/late preterm infants followed in the neonatal intensive care unit between January 2004 and December 2004 were included, and the children were examined again in our pediatrics outpatient clinic in 2016. Perinatal and neonatal histories were obtained from the hospital database. Physical growth characteristics were interpreted. Neurodevelopment was evaluated using the revised Wechsler Intelligence Scale for Children (WISC-R). The Pediatric Symptom Checklist (PSC) was also applied. The effect of socioeconomic level on neurodevelopmental outcome was examined. School performance was evaluated using report card grades.
Results: Forty-one children with a mean age of 11.6 years were evaluated. Risk factors associated with physical growth outcomes were maternal age of >35 years, fetal distress, and patent ductus arteriosus. Sepsis was associated with a decrease in verbal intelligence while periventricular leukomalacia had negative effects on both verbal and performance intelligence. Socioeconomic level showed a medium correlation with performance and full-scale intelligence. The intelligence quotients of the children with positive PSC scores were significantly lower.
Conclusions: Moderate/late preterm infants lag both neurologically and developmentally due to incomplete maturation of the brain and natal problems. Similarly, to early preterm infants, these children should be monitored for extended periods, and family support, rehabilitation, and special education needs should be met.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Apandisit İle Karışan Brusellaepididimorşiti; Bir Olgu Sunumu
Adem Bayraktar, Yusuf Doğan, Mehmet Reşat Ceylan, İbrahim Koç, Alper Aytekin
Olgu sunumu
Özeti
Akut Apandisit İle Karışan Brusellaepididimorşiti; Bir Olgu Sunumu
Brusella EpIdIdymo-OrchItIs Confused WIth Acute AppendIcItIs; A Case Report
Bruselloz, pastorize edilmemiş süt ve süt ürünleri ile bulaşan bir zoonozdur. En sık gastrointestinal sistemi tutmakla birlikte daha az sıklıkta genito-üriner sistemi de tutmaktadır. Brusellozun en sık görülen genitoüriner komplikasyonu ise brusella epididimoorşitidir.
\r\n
Bu yazıda sadece sağ alt kadran ağrısı ile gelen hastanın yapılan ilk fizik muayenesinde akut apandisit ön tanısı düşünülürken, tetkik ve bulgular sonucunda öyküsünün derinleştirilmesiyle bruselloza bağlı olarak gelişen unilateral epididimoorşit olgusu irdelenmiş ve olgunun klinik ve laboratuvar bulguları sunulmuştur. Brucellozun endemik olduğu ülkemizde, özellikle akut batının eşlik ettiği ama bunu görüntüleme yöntemlerinin onaylamadığı durumlarda bruselloz akla getirilmelidir.
Brusellosis is a zoonotic disease which is transmitted with nonpasteurized milk and milk products. Mostly effects the gastrointestinal system and less the genitourinary system. Most common genitourinary complication of brucellosis is epididymo-orchitis.
\r\n
Here we present a case which presented with right lower quadrant pain in which physical examination lead us to the preliminary diagnosis of appendicitis after laboratuary results, cilinical findings and deepining the history the patient was diagnosed with unilateral epididimoorchit and here presented with clinical laboratuary findings. Brusellosis which is endemic in our country, should be kept in mind especially when accompanied with acute abdomen eventhoug imaging prosedures do not confirm the diagnosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Bülent Savut, İsmail Baloğlu, Halil Zeki Tonbul, Nedim Yılmaz Selçuk, Kültigin Türkmen
Araştırma makalesi
Özeti
Multipl Miyelom Hastalarında Nefropati Sıklığı: Tek
merkez Deneyimi
Prevalence Of Nephropathy In MultIple Myeloma PatIents: An
experIence Of SIngle Center
Multipl miyelom (MM); anemi, tekrarlayan enfeksiyonlar, serum
ve/veya idrarda monoklonal protein artışı, osteolitik kemik lezyonları,
hiperkalsemi ve böbrek yetmezliği ile karakterize neoplastik bir plazma
hücre diskrezisidir. MM ilişkili böbrek yetmezliği erken mortaliteye
neden olan önemli bir prognostik faktördür ve MM’da böbrek hastalığı
sıklığı tanıma bağlı olarak %20-50 arasında değişmektedir. Bu
çalışmada, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi,
Hematoloji ve Nefroloji Kliniklerine başvuran MM hastalarında,
nefropati sıklığı ve ilişkili faktörler araştırıldı. Son beş yıl içerisinde
hastanemizde MM tanısı ile takip edilen toplam 104 hasta (K/E:
55/49) retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama takip süresi
29 ay, yaş ortalaması 64±10.6 yıldı. Takip süresince hastaların
%30.8’i ölmüş, %58’i ise halen yaşamaktaydı. Hastaların %10.6’sının
ise akıbeti öğrenilemedi. Kreatinin değeri ≥2 mg/dL olan hastalar
miyelom nefropatili olarak kabul edildi. Başlangıç tedavisi olarak
vinkristin-adriyamisin-deksametazon veya melfelan-metilprednizolon
(>65 yaş hastalar için) verilmişti. SPSS 15.0 programı ile istatistiksel
analizler yapıldı. Çalışmaya katılan 104 hastanın %31.7’sinde (n=33),
miyeloma bağlı böbrek yetmezliği tespit edildi. Serum kreatinini
≥2 mg/dL olanlarda hipovolemi ve oligüri oranları daha yüksek
bulundu (p<0.001). Miyeloma bağlı böbrek yetmezliği olanların
ortalama ürik asit (p=0.002) ve kalsiyum (p=0.037) değerleri, böbrek
yetmezliği olmayanlardan yüksekti. Başlangıçta 31 hastada (%29.8)
hemodiyaliz (HD) ihtiyacı varken bunların 19’unda (diyaliz yapılan
hastaların %61.2’si, tüm hastaların %18.2’si) HD kalıcı oldu. Böbrek
tutulumu olan MM hastalarında mortalite %42.4 iken böbrek tutulumu
olmayanlarda %25.3 oranındaydı (p=0.034). Multipl miyelomda
böbrek yetmezliği kötü prognositik belirteçler arasında yer almaktadır.
Hastaların yaklaşık üçte birinde miyeloma bağlı böbrek hastalığı
saptandı. Böbrek yetmezliği, esas olarak monoklonal hafif zincir
nefropatisine bağlı olarak gelişse de hipovolemi gibi geri dönüşümlü
nedenlerin dikkatli değerlendirilmesi ve böbrek yetmezliği olan grupta
artmış mortalite riski nedeniyle, MM’da bu alt gruba özellikle dikkat
edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz
Multiple myelom (MM) is a plasma cell malignancy and is
characterized by anemia, recurrent infections, serum and/or urine
monoclonal protein, osteolytic bone lesions, hypercalcemia and
renal failure. The prevalence of nephropathy varies between 20 and
50% in MM. In this study, the prevalence of nephropathy and related
factors were aimed to investigate in MM patients who admitted to the
Hematology and Nephrology clinics of Meram Faculty of Medicine,
Necmettin Erbakan University. A total of 104 MM patients (F/M: 55/49)
were retrospectively examined who were administered in the last five
years. The mean follow up duration was 29 months. The mean age
was 64±10.6 years. During the follow-up period, 30.8% of our patients
died and 58% were still alive. The fate of the 10.6% of the patients
could not be learned. Patients with serum creatinine ≥2 mg/dL were
considered as patients with nephropathy. The vincristine-adriamycindexamethasone
or melfelan-methylprednisolone (for patients >65
years) were administered as initial therapy. Statistical analysis was
performed with SPSS 15.0. Renal involvements were observed in 33
patients (31.7%). Hyperuricemia (p=0.002), hypercalcemia (p=0.037),
hypovolemia (p<0.001) and oliguria (p<0.001) were found to be
higher in patients with creatinine ≥2 mg/dL. In 31 patients (29.8%),
hemodialysis (HD) treatment was required, 19 of these (61.2% of HD
patients, 18.2% of all patients) were treated with HD permanently.
Mortality rates were found as %42 in patients with nephropathy
and %25.3 without nephropathy (p=0.034). Renal failure is a poor
prognostic marker in multiple myeloma. In this study one-third of MM
patients had nephropathy requiring HD. Although renal insufficiency
is mainly due to monoclonal light chain nephropathy, reversible
causes such as hypovolaemia should be carefully evaluated. We
think that particular attention should be paid to this group because of
the increased risk of mortality.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Mehmet Aykut Yıldırım, Hülya Vatansev, Mustafa Şentürk, Cengiz Kadıyoran, Sinan İyisoy
Araştırma makalesi
Özeti
Multiple Künt Travması Olan Karaciğer Yaralanmalı Hastalardaki Nonoperatif Tedavi Deneyimlerimiz
Our ExperIence Of NonoperatIve Management In PatIents WIth LIver Injury Due To MultIple Blunt Trauma
Amaç
Künt multiple travma nedeniyle nonoperatif tedavi (NOT) uygulanan karaciğer travmalı hastaların takibinde halen fikirbirliği yoktur. Çalışmamızda hastanemizde NOT uygulanan künt travma sonucu karaciğer yaralanması olan hastalara ait deneyimlerimizi sunmayı amaçladık.
Materyal Metod
Çalışmada hastanemize multiple travma nedeniyle başvuran ve karaciğer yaralanması olan 104 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. NOT başarılı olan hastalar ve NOT başarısız olup laparatomi yapılan hastalar tasnif edildi.
Bulgular
Künt karın travmasına bağlı 104 hastanın tamamında solid organ yaralanması olup bunların 58’inde toraks travması mevcuttu. Künt karın travması nedeniyle karaciğer yaralanması olan 94 hastaya NOT başarı ile uygulandı.10 hastada konservatif takip sırasında cerrahi tedaviye dönüldü. Yaralanma derecesine göre 35 hasta grade 1, 23 hasta grade 2, 24 hasta grade 3 ve 12 hasta grade 4 olarak derecelendirildi. NOT’un başarısız olduğu karaciğer travmalı 10 hastanın verileri NOT uygulanan grupla karşılaştırıldı.
Sonuç
Yaralanma derecesi yüksek veya toraks travmasının eşlik ettiği hastalarda komplikasyon gelişimi de artmaktadır. Grade 4 yaralanmalarda NOT uygulanan vakalarda komplikasyonların görülme oranı yüksektir.
Abstract
Objective
There is still no consensus on nonoperative management (NOM) for the treatment of patients with liver injury due to multiple trauma. In this study, we aimed to present our experience in patients who underwent NOM in our hospital due to liver injury resulting from blunt trauma.
Material & Methods
In this study, a total of 104 patients who presented to our hospital with liver injury due to multiple trauma were retrospectively evaluated. Patients with successful NOM and those who underwent laparotomy due to failure of NOM were grouped.
Results
All of the 104 patients had solid organ injury due to blunt abdominal trauma, and 58 of these had thorax trauma. NOM was successfully performed in 94 patients with liver injury due to blunt abdominal trauma. The treatment was converted to surgery in 10 patients during conservative follow-up. According to injury grades; 35 patients were graded as Grade 1, 23 patients as Grade 2, 24 patients as Grade 3, and 12 patients as Grade 4. Data of 10 patients with liver trauma and NOM failed were compared with those of the NOM group.
Conclusion
The development of complications increases in patients with high-grade injury or those accompanied by thorax trauma. The rate of complications is high in patients who receive NOM in Grade 4 injury.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
Ahmet Yılmaz, Önder Akkaş, Meral Bayar, Hakan Uslu, Kemalettin Özden
Araştırma makalesi
Özeti
Cryptosporidium Spp’nin İshalli Hastalarda Mikroskobik
ve Serolojik Yöntemlerle Araştırılması
The InvestIgatIon Of CryptosporIdIum Spp. In PatIents WIth DIarrhea
by MIcroscopIc And ElIsa Methods
Cryptosporodium spp. gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
ishale neden olan parazitler arasında hala önemli bir yere sahiptir.
İmmün sistemi baskılamış bireylerde ölümcül ishallere neden
olabilen, zorunlu olarak hücre içi yerleşim gösteren bir protozoondur.
Bu çalışmada hastanemizde kronik ve akut ishal ön tanısı almış
hastalarda etken olarak Cryptosporidium spp.’nin araştırılması,
etkenin tanısında Modifiye Asit Fast boyama ve ELISA (Enzim Linked
Immunassay Absorbant) yöntemini birlikte uygulayarak iki yöntemin
sonuçlarını karşılaştırmak amaçlanmıştır. Kasım 2013-Mayıs 2014
tarihleri arasında Erzurum Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi kliniklerinden Mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen
86 ishalli dışkı örneği araştırma kapsamına alınmıştır. Çalışma
grubundaki dışkı örneklerine aynı gün Modifiye Asit Fast boyama
yöntemi uygulanarak mikroskopta 100X objektifde incelendi.
Toplanan dışkı örneklerinin bir kısmı ise hiçbir koruyucu madde ilave
edilmeden ependorflara alınarak -20 °C’de saklandı. Saklanmış bu
örnekler daha sonra Cryptosporidium antijenlerini aramaya yönelik
hazırlanmış ELISA yöntemiyle çalışıldı. Kit üretici firmanın önerdiği
şekilde uygulandı. Değerlendirme 450 nm dalga boyunda ELISA
okuyucusunda yapıldı. Yaşları 0-83 arasında değişen 43 kız, 43
erkek bireylerden oluşan 86 kişiye ait gaita örneklerinde toplam 6
örnekte Modifiye Asit-Fast boyama ile pozitif sonuç saptanırken,
ELISA yöntemiyle 8 örnekte pozitiflik saptanmıştır. ELISA yöntemiyle
pozitiflik saptanan olguların 4’ü (%50) erkek, 4’ü (%50) kız idi.
Modifiye Asit Fast boyama yönteminde ise pozitiflik saptanan olgular
2’si erkek (%33.3), 4’ü kız idi (%66.7). Sonuç olarak, dışkıda özgül
antijen arayan ELISA’nın maliyeti, boyama yöntemine göre yüksek
olmasına rağmen, uygulamada sağladığı avantaj, çok sayıda örneğe
birlikte uygulama kolaylığı sağlaması ve hızlı sonuç vermesi gibi
nedenlerle ELISA yönteminin Cryptosporidium tanısında tercih
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Cryptosporidium spp. has still an important place among
parasites which are the main reason of diarrhea both developing and
developed countries. It is an obligate intracellular protozoan that may
lead fatal diarrhea in immune-suppressed persons. In this study, our
aim was to investigate the presence of Cryptosporidium oocysts as
an agent in pre-diagnosed patients with chronic and acute diarrhea
by using both Modified Acid Fast Staining and ELISA methods. For
our study, 86 diarrheal stool samples were collected which were sent
from Ataturk University Medical Faculty Research and Application
Hospital Clinics to Microbiology Laboratory between December 2013
and May 2014. At the same day, Modified Acid Fast Staining method
was performed to stool samples and examined under the microscope
(with 100X magnification). A small pieces of feces were placed in
eppendorf tubes without adding any preservatives and stored at
-200
C. After a while, ELISA method was performed to these stored
samples for detecting Cryptosporidium antigens. Kit was performed
as recommended by the manufacturer and the results was evaluated
with ELISA reader at 450 nm. A total 6 of samples by Modified Acid
Fast Staining and 8 samples by ELISA were detected as positive in
stool samples of 86 patient (43 female and 43 male) having age range
of 0-83 years. Four (50%) positive samples, which were detected by
ELISA, were belong to either female or male patients. For Modified
Acid Fast Staining, 2 (33.3%) of positive samples were belong to
male patients, 4 (66.7%) of positive samples were belong to female
patients. As a consequent; although ELISA method is costly than
staining method, we suggest that ELISA method should be preferred
for Cryptosporidium diagnosis because of the advantages including
quick results and ease of application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
Muhammet Güzel Kurtoğlu, Şerife Yüksekkaya, Mehmet Özdemir, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinin Mikobakteriyoloji Laboratuvarında Direkt Preparat Ve Kültür Sonuçlarının Karşılaştırılması
A ComparIson Of DIrect PreparatIon And Culture Results In The MycobacterIology Laboratory Of A Resea
Tüberküloz hastalarının erken tanıları ve düzenli takipleri oldukça önemlidir. Bu nedenle Tüberküloz hastalığının tanı ve takibinde mikobakteriyoloji laboratuvarlarının önemi büyüktür. Tüberküloz ön tanısıyla hastanemize başvuran hastaların tanısında direkt mikroskobi ve kültür sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Hastanemizin mikobakteriyoloji laboratuvarında tüberküloz ön tanılı 1621 hasta örneğinin direkt mikroskobi ve kültür sonuçları üzerinde çalışılmıştır. Bu hastaların 1005 (% 62)’i erkek, 616 (% 38)’i ise kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 51.3 idi. Tüberküloz öntanılı hastalardan alınan tüm örnekler arasında ARB ve kültür pozitifliği oranları sırasıyla % 1.7 (28/1621) ve % 2.8 (47/1621) olarak saptandı. Yaymada ARB saptanan 22 örneğin 14’ünde LJ’de 13’ünde de MGIT’de pozitiflik saptanmıştır. Ayrıca yaymada ARB saptanamayan 25 örneğin 19’unda LJ’de 17’sinde de MGIT’de üreme saptanmıştır. Örneklerin % 3.9 (64/1621)’u ise kontaminasyon olarak değerlendirildi. ARB ve/veya kültür pozitifliği saptanmış olan 53 örneğin çoğunu (% 70) balgam ve plevral mayi (% 11) oluşturmakta idi. Bu örneklerin 25 (% 53.2)’inde kültür pozitif olduğu halde ARB negatif olarak saptanmıştır. Sonuç olarak tüberküloz tanısında kültür duyarlılığının mikroskobiden fazla olduğu ve ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.
Early diagnosis and regular follow-up of tuberculosis patients is highly important. For this reason, mycobacteriology laboratories are of great importance in the diagnosis and follow-up of tuberculosis disease. It was aimed to compare direct microscopy and culture results of predignosed patients who applied to our hospital The study was conducted on the direct microscopy and culture results of a sample of 1621 patients with a pre-diagnosis of tuberculosis in the mycobacteriology laboratory of our hospital. Of these patients, 1005 (62 %) were male and 616 (38 %) were female. The average age of the patients was 51.3. In all the samples taken from the patients with a pre-diagnosis of tuberculosis, acit-fast bacilli (AFB) and culture positivity rates were found to be 1.7 % (28/1621) and 2.8 % (47/1621) respectively. Fourteen of the 22 samples in which AFB were found in the smear were detected as LJ positive and 13 were detected as MGIT positive. Furthermore, of the 25 samples in which AFB were not found in the smear, proliferation was observed in the LJ in 19 samples and in the MGIT in 17 samples. 3.9 % (64/1621) of the samples were assessed as contamination. The majority of the 53 samples that were found to be AFB and/or culture positive consisted of sputum (70 %) and pleural fluid (11 %). Although found to be culture positive, 25 (53.2 %) of these samples were found to be AFB negative. In conclusion, it was considered that culture sensitivity is higher than microscopy in the diagnosis of tuberculosis and both require to be evaluated together.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
Meltem Energin, Ekrem Ünal, Ülkühan Kaya, Tamer Baysal, Yavuz Köksal, İsmail Reisli
Araştırma makalesi
Özeti
Bir Üniversite Hastanesine Başvuran Çocuk Hastaların Annelerinin İshal Hakkındaki Bilgi Düzeyleri
The InformatIon Levels Of The Mothers About DIarrhe, Whose ChIldren Have Been AdmItled To An UnIversIty HospItal
Amaç: İshal, özellikle gelişmekte olan ülkelerde çocuk hastalıklarının ve ölümlerinin önde gelen nedenlerindendir. İshal sonucu olan dehidratasyon önlenmez ise ölüm ile sonuçlanabilir. Çocukların ishalden korunmasında ve dehidratasyon başlamadan yeterli sıvı ve elektrolitin yerine konmasında annelere önemli görevler düşmektedir. Gereç ve yöntem: Annelerinin ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkındaki bilgi düzeylerinin araştırılması amacıyla hastanemize başvuran hastaların annelerine ishal ve oral rehidratasyon sıvısı hakkında sorular içeren anket uygulandı. Anket sonuçları annelerin sosyoekonomik düzeylerine ve eğitim durumuna göre değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya yaşları 17 ile 50 yaş (ortanca, 32 yıl) arasında değişen 250 anne katıldı. Annelerden 77’si (%30,8) gelir düzeyi yüksek iken, 98’i (%39,2) orta gelir düzeyine ve 75’i (%30) düşük gelir düzeyine sahipti. Annelerin yaklaşık yarısı ilkokul mezunu idi. Araştırma kapsamındaki 190 anne (%76) ishali çocuklar için öldürücü bir hastalık olarak görürken, en sık tercih edilen korunma yöntemi hijyene dikkat etmek olduğunu, annelerin %26,8’i korunma hakkında bilgisi olmadığını belirtti. Annelerin çocukları ishal olduğunda en sık tercihleri; sulu gıdalar vermek (%55,6) ve doktora götürmekti (%24,4). Ankete katılan annelerin %93,6’ sı çocukları ishal olduğunda sıvı gıdaları arttıracağını, %88,4’ü ise anne sütünün kesmeyeceklerini belirtti. Oral rehidratasyon sıvısını annelerin %76,4’ü biliyordu ve bu bilgiyi sıklıkla sağlık kurumu (%42) ve yayın organlarından (%18,8) öğrendiği saptandı. Yedi annenin (%2,8) ishalden çocuğunu kaybettiği öğrenildi. Sonuç: Yirmi birinci yüzyılda halen ishalden çocuk ölümlerinin olması nedeni ile gerek birinci basamak sağlık hizmetlerinde ve gerekse medyada eğitime zaman ayrılmalı ve anneler ishal konusunda bilinçlendirilmelidir. Ailelerin oral rehidratasyon sıvısına kolay ulaşması sağlanmalıdır.
Aim: Diarrhea is one of the most common causes of mortality and morbidity in childhood, especially in developing countries. Dehydration related to diarrhea can be mortal if it could not be prevented. Mothers play important role in preventing children from diarrhea and replacing fluid and elect rolytes before the dehydration. Material and Method: Information levels of the mothers about diarrhea and oral rehydration solution were extracted from an questionnaire form. The results of the questionnaire were investigated according to socioeconomic, educational levels of the mothers. Results: In the study, 250 mothers’ answers (ages varied 17 to 50-years-old, median; 32-years-old) were evaluated. Seventy-seven (30.8%) of the mothers were from upper-socioeconomic-class 98(39.2%) were from middle-socioeconomic-class, and 75 (30%)were from lower-socioeconomic-class. Approximately, half of the mothers were graduated from primary school. 190 (76%) of mothers pointed out that diarrhea is a mortal disease and the most common protection practice is to be aware of hygiene, whereas 26.8% of the participants remarked that they did not have any idea for protection from diarrhea. The most common method that the mothers choose when their children had diarrhea was juicy drinks (55.6%), and application to medical center (24.4%). 93.6% of the mothers remarked that they should increased intake of juicy drinks and 88.4% remarked that they did not stop breast feedings when their children had diarrhea. Oral rehydration solution was known by 76.4% of the participants, and this knowledge had been achieved from a medical center (42%) and broadcast media (18.8%). Seven of the mothers (2.8%) had a history of child death related to diarrhea. Conclusion: Since diarrhea still remains one of the most common causes of mortality in childhood in the twenty-first century, the mothers must be instructed, and much time must be allowed in primary medical center and media for education about diarrhea. Unlabored achievement to oral rehidration solution must be provided for the parents.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İnflamatuar Barsak Hastaliklarinda Manyetik Rezonans Enterografi Bulgulari, Tedavi Öncesi Ve Sonrasi Apparent Diffusion Coefficient Değerlerinin Farki Ve Klinik Cevap İle Korelasyonu
Seyit Erol, Ramazan Dertli, Mehmet Asil, Yusuf Kenan Boyraz, Ülkü Kerimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
İnflamatuar Barsak Hastaliklarinda Manyetik Rezonans Enterografi Bulgulari, Tedavi Öncesi Ve Sonrasi Apparent Diffusion Coefficient Değerlerinin Farki Ve Klinik Cevap İle Korelasyonu
MagnetIc Resonance Enterography FIndIngs, ComparIson Of Pre- And Post-Treatment Apparent DIffusIon CoeffIcIent Values And TheIr CorrelatIon WIth Response To Treatment In Inflammatory Bowel DIsease Pat
Amaç: İnflamatuar Barsak Hastalığı(İBH) tanılı aktif bulguları olan ve remisyondaki hastalar arasında MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemelerinin ilişkisini değerlendirmektir.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmamıza, hastanemizde 01.12.2015 ve 31.08.2016 tarihleri arasında İBH tanısı olan hastalar dahil edilmiştir. Toplam 47 hasta olup bunların 30’u erkek (%63,8), 17’si kadındır (%36,2). Hastaların 32’sinde (%68,1) Ülseratif kolit, 15’inde (%31,9) Crohn hastalığı vardır. Hastalara yağ baskılı T2 trufi ve difüzyon ağırlıklı görüntüleme sekansları alınmıştır. Daha sonra intravenöz kontrast madde sonrası 60. saniyede T1 VİBE sekansları alınmıştır. 47 hastanın 1. grup olan 10 tanesinde aktif ve remisyonda MR incelemeleri olup, 2. gruptaki 37 hastanın ise aktif ve inflame olmayan barsak duvarından ADC, duvar kalınlıkları ve kontrastlanma miktarları karşılaştırıldı.
Bulgular: Birinci grupta aktif ve remisyon MR incelemelerindeki ADC değerleri ile aktif ve remisyondaki duvar kalınlıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p=0.005). Birinci grupta aktif ve remisyondaki barsak duvar kontrastlanmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0.059). İkinci gruptaki aktif ve normal barsaktan ADC değerleri, duvar kalınlıkları ve kontrastlanmalarında da istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0.001).
Sonuç: MR Enterografi ve Difüzyon MR incelemesi bu hastalardaki inflamasyonun derecesi ve tedaviye yanıtın belirlenmesinde yararlı olabilir.
Aim: We aimed to evaluate the relationship between magnetic resonance (MR) enterography and diffusion magnetic resonance imaging (MRI) investigations in inflammatory bowel disease (IBD) patients during active inflammation and remission phases.
Patients and Methods: We included patients diagnosed with IBD between 01.12.2015-31.08.2016 at our hospital. 47 patients were included; 30 were male (63.8%) and 17 were female (36.2%). Thirty two (68.1%) of them had ulcerative colitis and 15 (31.9%) had Crohn’s disease. Standard institutional sequences for upper and lower abdomen scan included: sagittal and axial T2 TRUFI, axial and coronal fat suppressed T2 TRUFI and coronal and axial T1 VIBE following intravenous (at 60 seconds) contrast medium administration. First group of patients (n=10) had MRI investigations both at active and remission phases, whereas in the second group of patients (n=37) apparent diffusion coefficient (ADC) values, bowel wall thickness and contrast enhancement grades were compared between actively inflamed and non-inflamed bowel segments.
Results: A statistically significant difference was found regarding ADC values and bowel wall thickness measurements in the first group of patients when compared between active and remission phase MRI investigations (p=0.005). Bowel wall contrast enhancement degree did not differ between active and remission phases in the first group (p=0.059). In the second group, there was a statistically significant difference between active and normal bowel segments regarding ADC values, bowel wall thickness and contrast enhancement (p<0.001).
Conclusion: MR enterography and diffusion MRI may be beneficial to determine the degree of inflammation and response to treatment in IBD patients.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
Mustafa Kürşat Özvaran, Sibel Arınç, Özlem Soğukpınar, Nil Toker, Efsun Uğur Chousein, Reha Baran
Araştırma makalesi
Özeti
Erişkinlerde Toraks İçi Nörojenik Tümörlerin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of NeurogenIc Tumors Of Adult In Thorax
Vücudun her yerinde görülebilen nörojenik tümörler toraks içinde sıklıkla arka mediastende lokalize olurlar. Bu çalışma ile hastanemizde Ocak 1999 ile Aralık 2003 tarihleri arasında takip edilen nörojenik tümörlü olguların klinik ve radyolojik özellikleri belirlendi. Toplam 30 olgunun (11 erkek, 29 kadın) yaş sınırları 20 ve 70 olup yaş ortalaması 41.7±11.8 yıl idi. Bu olguların histolojik tipleri 17 olguda nörofibroma (%57). 7 olguda schwannoma (%23), 4 olguda ganglionörinoma (%13) ve 2 olguda malign schwannoma (%7) şeklinde sıralandı. Tümörler 24 (%80) olguda paravertebral bölgede, 6(%20) olguda toraksın diğer bölgelerinde lokalize idi.
Neurogenic tumors ocur at all part of the body but most common site is the posterior mediastinum in thorax. In this study, the patients with neurogenic tumor were evaluated clinical and radiological signs in our hospital between January 1999 and December 2003. Of thirty patients were (11 male and 19 female) their range aged from 20 to 70 mean 41.7±11.8. Histological types were 17 (%57) neurofibromas. 7(23%) schwannomas, 4(13%) ganglioneurinomas, 2(7%) malign schwannomas. Twenty-four (80%) of neurogenic tumors were in posterior mediastinum and the others were in different areas in thorax.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Bakteriler Ve Antimikrobiyallere Duyarlılıkları
Hamza Bozkurt, Muhammet Güzel Kurtoğlu, Yasemin Bayram, Mustafa Berktaş
Araştırma makalesi
Özeti
Kan Kültürlerinden İzole Edilen Bakteriler Ve Antimikrobiyallere Duyarlılıkları
BacterIa Isolated From Blood Cultures And TheIr SensItIvIty To AntImIcrobIals
Amaç: Çalışmada, bir yıllık bir süreçte çeşitli servislerden gönderilen kan örneklerinden izole edilen bakterilerin sıklığının ve antimikrobiyallere duyarlılıklarının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Kan kültürleri, Becton Dickinson 9120 (USA) otomatik kan kültür sistemi ile yapılmış olup, bakterilerin soyutlanmasında klasik yöntemler kullanılmıştır. Patojen bakterilerin identifikasyonunda Sceptor (Becton Dickinson-USA) cihazı ve panelleri kullanılmıştır. Brucella türlerinin identifikasyonunda Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’nün Brucella polivalan antiserumu kulanılmıştır. Bakterilerin antimikrobiyallere duyarlılıklarının saptanmasında ise, Sceptor (Becton Dickinson-USA) panelleri veya Müller-Hinton Agarda Disk Diffüzyon Yöntemi kullanıldı. Bulgular: Bir yılık süreçte izole edilen 565 patojenin 165’inin (%29) Koagülaz Negatif Stafilokok(KNS), 116’sının (%21) Staphylococcus aureus, 60’ının (%11) Streptokok spp, 48’inin (%8) Escherichia coli, 36’sının (%6) Brucella spp, 33’ünün (%6) Klebsiella spp ve 107’sinin (% 19) diğer bakterilerden oluştuğu saptanmıştır. Saptanan patojenlerin en fazla duyarlı oldukları antimikrobiyallerin stafilokok ve streptokok gibi Gram pozitif bakteriler için vankomisin, kloramfenikol, siproşoksasin olduğu; Escherichia coli ve Klebsiella pneumoniae gibi Gram negatif bakterilere en etkili antibiyotiklerin imipenem, amikasin, sefoksitin, siproşoksasin, ve sefuroksim olduğu saptanmıştır. Kan kültürlerinden izole edilen Brucella türlerine en etkili antibiyotikler olarak ise tetrasiklin, streptomisin ve seftriakson tespit edilmiştir. Sonuç: Hastanemizde yatan hastalardan alınan kan kültürlerinden en sık stafilokok ve streptokokların, daha sonra Gram negatif bakterilerin soyutlandığı saptanmıştır.
Aim: In this study, it was aimed to investigate the frequency of bacteria isolated from blood samples accumulated from different clinics and their sensitivity to antimicrobials during the last year. Material and Method: Blood cultures were examined using Becton Dickinson 9120(USA) automatic blood culture system, and classical methods were used to isolate the bacteria. To identify pathogenic bacteria, sceptor (Becton Dickinson-USA) device and panels were used. Brucella polyvalan antisera of Refik Saydam H›fz›s›hha Institution were used to identify different types of Brucella. Also, Sceptor (Becton Dickinson-USA) panels or Müller-Hinton Agar Disc Diffusion Method were used in the provision of the sensitivity of bacteria to antimicrobials. Result: Of 565 pathogens isolated during one-year’s time, 165 (29%), 116 (21%), 60(11%), 48(8%), 36(6%) and 107 (19%) were determined to be derived from Coagulasis Negative Staphylococcus (CNS), Staphylococcus aureus, Streptococcus spp, Escherichia coli, Brucela spp., Klebsiella spp. and other microorganisms, respectively. It was detected that antimicrobials for which pathogens are the most sensitive are vancomycin, chloramphenicol, ciprofloxacin for gram negative bacteria, such as Staphylococcus and Streptococcus; the most effective antibiotics are imipenem, amikacin, cefoxitin, ciprofloxacin and cefuroxime for gram negative bacteria, such as Escherichia coli and Klebsiella pneumoniae. However, tetracycline, streptomycin and ceftriaxone were detected to be the most effective against Brucella strains isolated from the blood samples. Conclusion: Investigated the blood cultures provided from the in-patients in our hospital, Staphylococcus and Streptococcus were determined to be isolated as the most prevalent ones; then, the second most isolated group was gram negative bacteria.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Hastalarında Yoğun Bakım Yatışı İle İlişkili Faktörler
Muhammet Raşit Özer, Ali Avcı, İsmail Baloğlu, Kader Zeybek Aydoğan
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Hastalarında Yoğun Bakım Yatışı İle İlişkili Faktörler
Factors AssocIated WIth IntensIve Care HospItalIzatIon In PatIents WIth CovId-19
Amaç: Bu çalışmada biyokimyasal parametreler, vital bulgular ve nötrofil-lenfosit oranı (NLR) değerlerinin
COVID-19 hastalarında yoğun bakım yatış endikasyonunun belirlenmesinde kullanılabilir olup olmadığı
amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif gözlemsel çalışma, bir üniversite hastanesinin acil servisinde
gerçekleştirildi. 1-31 Temmuz 2020 tarihinde hastanemize başvurmuş SARS-CoV-2 PCR testi pozitif olan
hastalar çalışmaya dahil edildi. Elektronik ortamda hastaların laboratuvar sonuçları, demografik bulguları ve
klinik sonuçları toplandı. Hastalar taburcu edilmiş, servise veya yoğun bakıma yatışı yapılmış olarak 3 gruba
ayrıldı. Gruplar arasında semptomların görülme sıklığı, şiddeti, ek hastalıklar, laboratuvar değerleri, NLR
değerleri kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 489 hasta dahil edildi. Dahil edilen hastaların ortalama yaşı 48.69 + 17.25 yıl
iken bunların 260’ı (%53,16) kadındı. Bu hastaların 248’i (%50,9) taburcu edilirken, 207’si (%42,3) servislere,
33 (%6,7)’ü de yoğun bakım ünitelerine alındı. Yoğun bakıma yatış yapılan hastaların yaş, kalp hızı, üre,
kreatinin, CRP, D-dimer ve NLR değerleri diğer gruplara kıyasla yüksekken, bu grupta oksijen saturasyonu
ise istatiksel olarak anlamlı derecede düşüktü. Yoğun bakımı yatışı olanlarda Diabetes Mellitus, Esansiyel
Hipertansiyon, Kronik Obstrüktif Akciğer hastalığı gibi eşlik eden sistemik rahatsızlıklar daha fazlaydı.
Çok değişkenli analizde oksijen satürasyonu (OR:0.803) ve nötrofil-lenfosit oranı (OR:1.09) yoğun bakım
ünitesinde yatış endikasyonunun bağımsız öngördürücüsü olarak b ulundu.
Sonuç: Çalışmamızın sonucunda acil servise COVID-19 nedeni ile başvuran hastalarda özellikle düşük
oksijen satürasyonu ve yüksek nötrofil-lenfosit oranının yoğun bakım yatış endikasyonun belirlenmesinde
kullanılabileceklerini düşünüyoruz.
Aim: In this study, it was aimed whether biochemical parameters, vital signs and neutrophil-lymphocyte ratio
(NLR) values could be used in determining the indication for intensive care hospitalization in COVID-19
patients.
Patients and Methods: This retrospective observational study was conducted in the emergency department
of a university hospital. Patients with positive SARS-CoV-2 PCR test who applied to our hospital on 1-31 July
2020 were included in the study. Laboratory results, demographic findings and clinical results of the patients
were collected electronically. The patients were divided into 3 groups as discharged, admitted to the service
or intensive care unit. The incidence and severity of symptoms, comorbidities, laboratory values, and NLR
values were compared between the groups.
Results: A total of 489 patients were included in the study. The mean age of the included patients was 48.69
+ 17.25 years, of which 260 (53.16%) were female. While 248 (50.9%) of these patients were discharged,
207 (42.3%) were taken to the service and 33 (6.7%) to the intensive care units. Age, heart rate, urea,
creatinine, CRP, D-dimer and NLR values of the patients admitted to the intensive care unit were higher
than the other groups, while oxygen saturation was statistically significantly lower in this group. Concomitant
systemic diseases such as Diabetes Mellitus, Essential Hypertension, Chronic Obstructive Pulmonary
Disease were more common in those hospitalized in the intensive care unit. In multivariable analysis, oxygen
saturation (OR:0.803) and neutrophil-lymphocyte ratio (OR:1.09) were found to be independent predictors of
the indication for hospitalization in the intensive care unit.
Conclusion: As a result of our study, we think that especially low oxygen saturation and high neutrophillymphocyte
ratio can be used in determining the indication for intensive care hospitalization in patients who
apply to the emergency department due to COVID-19.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Başarıyla Gerçekleştirilen Bir Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant Olgusu
Tuba Berra Sarıtaş, Mehmet Asıl, Osman Koç
Olgu sunumu
Özeti
Başarıyla Gerçekleştirilen Bir Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant Olgusu
A Case WIth Successfull Transjugular IntrahepatIc PortosystemIc Shunt OperatIon
Transjuguler İntrahepatik Portosistemik Şant (TIPSS), transjuguler yolla karaciğer parankimine bir stent yerleştirerek portal venöz sistem ve hepatik venöz sistem arasında bir şant oluşturma işlemidir. Türkiye’de az sayıda klinikte uygulanmaktadır. Biz de bu olguda hastanemizde başarıyla gerçekleştirilen ilk TIPSS girişimini sunmayı amaçladık
Transjuguler Intrahepatic Portosystemic Shunt (TIPSS) is a procedure that creates a shunt between portal and hepatic venous systems via transjugulary way placing a stent to hepatic parenchyme. In the current manuscript, we describe a patient with portal hypertension to whom a succesfull TIPSS operation was done in our hospital.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Emine Göktaş, Ayşegül Zamani, Aynur Uğur Bilgin, Mahmut Selman Yıldırım
Olgu sunumu
Özeti
Akut Myeloid Lösemide Nadir Sitogenetik Anomali:
del11q(13)
Del11q(13) Is A Rare CytogenetIc AbnormalIty In Acute MyeloId
leukemIa
Akut myeloid lösemi, 3-4/100000 insidans ile erişkinde en sık
görülen lösemi türüdür ve her yıl yeni tanı alan hastaların %20’sini
oluşturur. Hastalar; anemi, çabuk yorulma, düşük dereceli ateş,
bağışıklık sisteminde zayıflık gibi şikayetleri içeren geniş bir semptom
yelpazesine sahiptir. Akut myeloid lösemi tanısında sitogenetik
analiz anahtar tetkiktir ve akut myeloid lösemi hastalarındaki malign
hücrelerin çoğunda kromozom anomalisi mevcuttur. Bu çalışmada,
46,XX del11q(13) karyotip kuruluşuna sahip nadir bir akut myeloid
lösemi vakası sunuldu.
Acute myeloid leukemia is the most common type seen in adults
with 3-4/100000 incidence and accounting for %20 newly diagnosed
patients each year. Patient may present with a broad variety of
symptoms including low-grade fever, easy bruising, anemia, weakness
in immune system. Cytogenetic analysis is a key component in
diagnostic of acute myeloid leukemia. Chromosomal abnormality is
present in the majority of malignant cells in acute myeloid leukemia
patients. We presented a rare acute myeloid leukemia case with 46,
XX del11q(13) karyotype organization.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
Jule Eriç Horasanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Trans Obturator Tape Sonrası Meş Erozyonu Önlenmesinde Vajinal Flep Yöntemi Ve Erken Dönem Sonuçları
VagInal Flap Method In PreventIon Mesh ErosIon In Trans Obturator Tape Surgery And Short Term Result
\r\n Amaç: Stres üriner inkontinans tedavisinde yaygın olarak kullanılan Trans Obturator Tape (TOT) uygulamalarında eksizyon gerektirecek meş erozyonları gelişebilmektedir. Çalışmamızda TOT uygulamasına bağlı oluşabilecek üretral meş erozyonunu önleme amaçlı olarak geliştirdiğimiz subüretral sling altına yerleştirilen vajinal flep yöntemini tanımladık ve hastaları postoperatif komplikasyonlar açısından değerlendirdik.
\r\n
\r\n Gereç ve yöntemler: Çalışmamızda Aralık 2014 ile Mayıs 2018 yılları arasında hastanemizde aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu olan ve vajinal mukozadan oluşturulan flebin üretra önüne ve meş altına yerleştirildiği 22 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar üretral meş erozyonu, vajinal meş erozyonu, urgency ve disparoni şikayetleri, üriner retansiyon ve ikincil cerrahi gerekliliği açısından değerlendirildi.
\r\n
\r\n Bulgular: Hastaların postoperatif ortalama takip süreleri ortalama 8,95±8,45 aydı. 20 hastaya aynı seansta TOT ve sistosel operasyonu (%90,9), 2 hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu (%9,1) uygulanmıştı. Takip süresi boyunca hiçbir hastada üretral erozyon gelişmedi. Sadece aynı zamanda menapozda olan bir hastada vajinal mesh erozyonu ve disparoni şikayeti vardı. Başka bir hastada üriner retansiyon ve taşma inkontinansı gelişti. Bu hastaya aynı seansta vajinal histerektomi, TOT ve sistosel operasyonu uygulanmıştı. Bu hastaya daha sonra meş kesilmesi işlemi uygulandı.
\r\n
\r\n Sonuç: Vakalarımızda uygulanan cerrahi teknik ortalama 9 aylık yakın dönem takipte üretral erozyondan tümüyle korumasının yanı sıra urgency ve vajinal meş erozyonunu da minimal düzeyde tutmuştur.
\r\n
\r\n
\r\n
\r\n Purpose: Mesh erosions that necessitates excision can develop in Trans Obturator Tape (TOT) surgeries which are widely used in the treatment of stress urinary incontinence.
\r\n
\r\n In our study, we described a method of vaginal flap placed under suburethral sling to prevent urethral mesh erosion related with TOT surgery and evaluated the patients for postoperative complications.
\r\n
\r\n Materials and methods: In our study, 22 patients who had TOT and cystocele operations simultaneously and to whom flaps composed of vaginal tissue were placed in front of the urethra under the mesh between December 2014 and May 2018 were evaluated retrospectively. Patients were evaluated for urethral mesh erosion, vaginal mesh erosion, complaints of urgency and dyspareunia, urinary retention, and need for secondary surgery.
\r\n
\r\n Results: The mean postoperative follow-up of the patients were 8,95±8,45 months. 20 patients had simultaneous TOT and cystocele operations (%90,9), 2 patient had vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations simultaneously (%9,1). Urethral mesh erosion developed in none of the patients during the follow-up period. Vaginal mesh erosion and dyspareunia was observed in only one menopausal patient. Urinary retention and overflow incontinence developed in another patient. Vaginal hysterectomy, TOT and cystocele operations were made simultaneously in this patient. Mesh of this patient was cut later on.
\r\n
\r\n Coclusion: The surgical technique we used in our cases kept urgency and vaginal mesh erosion in a minimal level besides totally preventing urethral mesh erosion in a mean short-term follow-up period of 9 months.
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
Ömer Böke, İshak Özkan, E. Böke Sarıçiçek, Nazmiye Kaya, Rahim Kucur
Araştırma makalesi
Özeti
Vıtamın B12 Eksikligine Ikıncıl Bır Psıkoz Olgusu
A Case Of PsychosIs Secondary To VItamIn B12 DefIcIeny
Vitamin B12 eksikligine baglt anemi ye nOrolojik belirtiler bilinmektedir. Bu yetersizlige bagli agir psikiyatrik belirtiler de rapor Bu yazida vitamin B12 eksikligine bagli anemi ve psikotik belirtilerin birlilae oldu:gubir olgu sunulmu4 ve literatiir eViginde vitamin B12 eksikligine Lag 11 psikiyatrik belirtiler ye bunlartn tedaviye yanıtları tartışılmıştır.
Anemia and neurologic symptoms due to vitamin B12 deficiency are well known. Severe psychiatric symptoms related with this deficiency are also reported. in this article a case with anemia and psychotic symptoms due to vitamin B12 deficiency is presented and psychiatric symptoms due to vitamin B12 deficiency, its respond to treatment are discussed with li-terature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Yüksek Rısklı Gebeliklerde Doğum Ve Perınatal Dönemın Özellıklerı
İsmail Arıcı, Selma Çivi, Mehmet Akman
Araştırma makalesi
Özeti
Yüksek Rısklı Gebeliklerde Doğum Ve Perınatal Dönemın Özellıklerı
CharacterIstIcs Of Maternal And PerInatal PerIod In HIgh RIsk Pregnancy
Ana ve çocuk grubu içinde bazı olgular; Vücut yapıları, sosyal ve ekonomik koşulları nedeni ile gebelik ve doğum sırasında daha fazla hastalanma ve ölme tehlikesine maruzdurlar. 1987 yılında Konya Doğum ve Çocuk Bakımevi'nde doğum yapan 260 kadında kadın yaşı, kadının eğitim düzeyi ve ailenin gelir düzeyinin ana sağlığı ve yeni doğana etkisini belirlemek amacı ile kesitsel olarak tanımlayıcı ve analitik tipte bir çalışma yapıldı. Kadın yaşının 35 ve daha fazla olması başta üriner enfeksiyon ve anemi olmak üzere gebelik komplikasyonlarını artırmakta idi (p<0.01). Yine 35 ve üzeri yaşta iki gebelik arasındaki süre uzamakta idi (p>0.05). Kadının eğitim düzeyi arttıkça gebelik ve doğum sayısı azalmakta idi (p<0.01). Ailenin gelir düzeyi yeni doğanın kilosu, kadının gebelik ve düşük sayısına etkisizdi(p<0.05).
Same cases in mother and children group are more vulnarable to body constitution, social and economical conditions. A descriptive and cross-sectional study was estabhs. hed in Konya Maternity and Children Ileahh Center in 1987. The aim of the research was if there was any correlation between rnother age, educational level and famiiy income and among mother and newborn health. If the mother age was 35 and plus, urınary infection, anernia and other pregnancy complication were increased (p<0.01). Pregnancy interval was langer alsa for age of 35 and plus (p<0.05). Educational level of rnothers was reversely correlated with the number of pregnancy (p<0.01). Pregnancy and labor numbers was effected by mother educational level. Family income was not effect on newborn weight, number of pregnancy and abortions (p>0.05).
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
Şirin Küçük, Nusret Akpolat
Araştırma makalesi
Özeti
Hastanemizdeki Böbrek Tümörlerinin Dağılımı, Patolojik Evre, Nükleer Derece Ve Tümör Çapı İle İlişkisi: 140 Olgunun Analizi
The Dıstrıbutıon Of Kıdney Tumors In Our Hospıtal, The Relatıonshıp Between Pathologıcal Stage, Nuclear Grade And Tumor Dıameter: Analysıs Of 140 Cases
Amaç: Renal neoplazmaların büyük bölümünü epitelyal kökenli ve malign olanlar oluşturur. En sık görülen malign böbrek tümörü olan renal hücreli karsinom (RCC), yetişkinlerde görülen tüm malign tümörlerin %2-4’ünü, tüm malign böbrek tümörlerinin ise %80-90’inini oluşturur. RCC’lar 60’lı ve 70’li yaşlarda pik yapar ve erkeklerde kadınların iki katı sıklıkta görülür. RCC’lar kötü pognoza sahiptir. Olguların %40’ında nüks görülürken, %50’sinde ise erken tanı konmasına rağmen metastaz tespit edilmiştir. Bu çalışmada hastanemizdeki renal tümörlerin dağılımı, patolojik evreleme, nükleer derece ve tümör çapı gibi prognostik faktörlerin literatür bilgileri eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
Hastalar ve yöntem: Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalında 1988-2009 yılları arasında retrospektif olarak 140 böbrek tümörü saptandı ve bu tümörlerin daha önceki tanıları, histolojik dereceleri ve patolojik evreleri yeniden değerlendirildi, son tanıları çalışmada esas alındı. RCC’ların patolojik evreleme (pT)’de TNM sınıflaması ve nükleer derecelendirme (grade)’de Fuhrman nükleer derecelendirme (FND) sistemi kullanıldı. Hastaların cinsiyetleri ve yaş aralıklarına göre farklı alt gruplara ayrıldı. İstatiksel analizler SPSS-12.0 bilgisayar programı ile kikare ve korelasyon testleri kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda ortalama yaş genel literatürden nispeten genç bir popülasyonu (ortalama yaş 57) içermekte ve erkek baskınlığı (erkek /kadın:1,1) göstermektedir. Böbrek tümör dağılımları malign, benign alt tipler ve RCC alt tipleri genel literatür bilgileriyle paralellik göstermektedir. İstatistiksel olarak RCC ’lar değerlendirildiğinde tanı ile yaş, nükleer derece ve tümör çapı arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Çalışmadaki RCC'lar arasında en büyük çapa sahip olan papiller tip (9.78cm), en küçük çapa sahip olan ise klasik tipti. Benign, borderline ve malign tümör tanıları ile çaplar arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (p= 0.023). RCC vakalarının yaklaşık dörte birinin (%21,6, pT3a-3b) yüksek patolojik evreli olduğu görüldü. Artan nükleer derece ile çap arasında doğru orantı ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlendi (p=0,002).
Sonuç: RCC’lar kötü prognozludur ve sıklığı gittikçe artmaktadır. Prognozu etkileyen faktörlerin başında patolojik evre, nükleer derece ve çap yer almaktadır. Bizim çalışmamızda da olduğu gibi eski yılları içeren ve örneklemesi yeterli düzeyde yapılmayan retrospektif çalışmalarda özellikle pT2’nin üzerinde evreye sahip tümörlerde tümör çapı patolojik evrelemeye alternatif bir prognostik faktör olarak kullanılabilir.
Objective: Most of the renal neoplasms are the epithelial and malign ones. The renal cell carcinoma (RCC), which is the most frequently seen malign renal tumor, consists of 2-4% of all the malign tumors seen among adult individuals and 80-90% of all the malign renal tumors. RCCs peak at sixties and seventies and its prevalence among males is two folds of its prevalence among females. RCCs have bad prognosis. The recurrence is seen in 40% of the cases, and the metastasis despite the early diagnosis was detected in 50% of cases. In present study, it was aimed to distribution of renal tumors in our hospital, discuss the prognostic factors such as the, pathological stage, nuclear grade and tumor diameter accompanied by literature information.
Patients and Method: By retrospectively scanning the records of Pathology Department of Medical Faculty, Fırat University, for the period between 1988 and 2009, 140 renal tumor cases were determined and the previous diagnoses, histological degrees, pathological stages of these cases were evaluated and the final diagnoses were taken as base in the present study. In pathologically staging (pT) of RCCs, TNM classification was used, whereas Fuhrman nuclear grading (FNG) was used in nuclear grading procedure. The patients were divided into different groups based on their genders and ages. The statistical analyses were performed in SPSS-12.0 software by using Chi-Square and Correlation tests.
Results: When compared to the literature in terms of the mean age, the present study involves relatively young population (mean age 57), and the majority was male (male/ female:1.1). The distributions of renal tumours, malign and benign subtypes, and RCC subtypes show similarities with the general literature. When examining the RCCs statistically, no significant relationship was found between diagnosis and age, and between nuclear grade and tumor diameter (p>0.05). In the present study, the RCCs with largest diameter were papillary type (9,78cm) ones, whereas the RCCs with lowest diameter values were classic type. A statistically significant relationship was observed between the benign, borderline and malign tumor diagnoses and diameters (p= 0.023). It was determined that approximately one-four of RCC cases were in highly pathological stage (21,6%, pT3a-3b). A direct proportional and statistically significant relationship was found between nuclear grade and diameter (p=0,002).
Conclusion: RCCs have poor prognosis and their frequency is increasing. Pathological stage, nuclear grade and diameter are the leading factors affecting the prognosis. As in our study, in retrospective studies involving old ages and not enough sampling, tumor diameter may be used as an alternative prognostic factor for pathological staging in tumors with a stage above pT2.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme Sıklığı
Ahmet Ayar, Erkan İpekçioğlu, Ali Borazan, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Üniversitesi Öğrencilerinde Anemi Görülme Sıklığı
The Frequency Of The AnemIa Seen In The Students Of Selçuk UnIversIty
Bu çalışma ile; Selçuk Üniversitesi'nde 1999-2000 eğitim ve öğretim dönemindeki öğrencilerde anemi görülme sıklığını araştırmayı amaçladık. Tüm fakülte ve yüksekokulları temsil edecek öğrenci sayısı önceden belirlenerek, rastgele yöntemle 147 kız, 201 erkek, toplam 348 öğrenci seçildi. Öğrencilerden önce tam kan çalışıldı. Anemi tespit edilen vakalardan, periferik yayma yapıldı. Serum demiri, demir bağlama kapasitesi, transferrin saturasyonu, ferritin, B12, folat düzeyleri çalışıldı. Bu sonuçlara göre anemi tespit edilen tüm vakalar demir eksikliği anemisi ile uyumlu bulundu. Kırmızı küre ortalaması; kızlarda 4,606,530+460,790/mm3, erkeklerde 5,167,810+521,256/mm3 idi. Hb ortalaması, kızlarda 13.8±1.3 g/dl, erkeklerde 15.6±1.4 g/dl idi. Hct ortalaması, kızlarda %40.7±4.0, erkeklerde %45.2±4.7 idi. Kızlardaki KK, Hb, Hct ortalamalarındaki düşüklük istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.0001). Beyaz küre, MCV, MCH, MCHC, RDW, Plt ortalamalarında kızlar ve erkekler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Araştırmamızda anemi prevalansı, kızlarda %6.8, erkeklerde %5.47, toplamda %6.03 oranında bulundu. Kız/erkek oranı 1.24'dür. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Anemi tespit edilen tüm vakalarda serum demiri düşük, demir bağlama kapasitesi yüksek, transferrin saturasyonu düşük, ferritin seviyesi düşük, periferik yayma sonuçları demir eksikliği anemisi ile uyumlu idi. B12 ve folat düzeyleri normal sınırlar içerisinde bulundu. Bu çalışmanın sonuçları literatür ile uyumlu bulundu.
We aimed to investigate the frequency of the anemia seen in the students of Selçuk University in 1999-2000 educational year by this studying. 147 female and 201 male students (total 348) were chosen through the whole university students randomly to The results of this study was in accordance with literatüre as well. represent whole faculty and highschools as before determined the number of students to be investigated. Firstly complete blood count was studied. Peripheral blood smear was done to the findings of anemia. The level of serum iron, iron binding capacity, transferrin saturation, ferritin, B12, folat were established. According to these results, the whole occurance of anemia established was found İn accordance with iron deficiency. The average of red blood cells in giriş was 4,606,530±460,790/mm3, in males 5,167,810±521,256/mm3 and the average of hemoglobin in gir! was 13.8+1.3g/dl, in males 15.6±1.4 g/dl and the average of hematocrit in gir! was 40.7±4.0%, in males 45.2+4.7%. The low average in red blood cells, hemoglobin, hematocrit in females was found meaningfull as statistical (p<0.0001). The average of white blood cells, MCV, MCH, MCHC, RDW and platalets betvveen females and males could not be able to find the meaningfull difference (p>0.05). İn our survey; anemia prevalence ratio in females 6.8%, in males 5.4%, in whole students 6.3% was found. The ratio of females/males is 1.24. Betvveen the two groups could not be able find the meaningfull difference as stastical (p>0.05). The level of serum iron low, iron binding capacity high, transferrin saturation low, serum ferritin low, peripheral blood smear results at the whole occurance of anemia established were in accordance with the iron deficiency. The level of serum B12 and folat were found in normal range.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
Ayşe Gülhan Kanat Ünlüer, Şamil Ecirli
Araştırma makalesi
Özeti
1996-2003 Yılları Arasında Yatırılarak Tetkik Edilen 539
anemili Hastanın Değerlendirilmesi
The FIndIngs Of 539 AnemIc PatIents Who HospItalIzed
between 1996-2003
Bu çalışmada 1996-2003 yılları arasında S.Ü. Meram Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Servisinde
yatan ve anemisi olan 539 hastanın klinik ve laboratuar bulguları
değerlendirilmiştir. Çalışmamızda demir eksikliği anemisi 280 hasta
ile en sık görülen anemi sebebi olup kadınlarda 3 kat fazlaydı.
Menapoz öncesi dönemdeki kadınlarda en sık anemi oluşturan sebep
menometrorajiydi (%48). Menapoz sonrası dönemdeki kadınlarda
ve erkeklerde ise en önemli sebep gastrointestinal sistemden
kanamalardı. Hastalarımızda özofagogastroduodenoskopi ile kanama
oluşturabilecek lezyon görülme sıklığı kolonoskopinin 2,7 katı idi. B12
vitamini eksikliğine bağlı görülen megaloblastik anemiler 115 hasta ile
ikinci sıklıkta anemi sebebiydi. Otuziki hastada demir ve B12 eksikliği
birlikteydi. Hastalarımızın 21‘inde folik asit eksikliğine bağlı anemi
görülmüştü Çalışmamızda 28 hastada hemolitik,26 hastada aplastik
anemi mevcuttu. Kronik hastalık anemisi 27 hastada görülmüştü. Dört
hastamızda refrakter anemili miyelodisplastik sendrom, 6 hastamızda
da kronik böbrek yetersizliğine bağlı anemiydi. Araştırmamız yatan
hastalarla ilgilidir. Anemi bütün sistemleri etkileyen, pek çok
hastalığın kötüye gitmesine yol açan bir bulgudur. Bu sebepten
önemli bir sağlık sorunudur.
In this study, the clinical and laboratory findings of 539 anemic
patients who were hospitalized between 1996 and 2003 in Hematology
inpatient clinics of Internal Medicine Department in Selçuk University
Meram Medical Faculty, were evaluated. In our study the most
common anemia was Fe deficiency anemia, there were 280 patients,
it was seen three-fold more in women. In premenapausal period,
menomethrorhagea was the most common cause (48%) in women.
Among postmenapausal women and men, the most gastrointestinal
hemorrhageas. In our patients, the rate of lesions which might bleed
observed in colonoscopy. The second common cause of anemias
was vit B12 deficiency causing megaloblastic anemias. In our study,
cobalamine deficiency was detected in 115 patients.Thirty two
patients had both Fe and vit B12 deficiencies. Twenty one patients
had folic acid deficiency anemia. In our study, 28 patients had
hemolytic. Twentysix patients had aplastic anemia. Twenty seven
patients had chronic disease anemias. Four female patients had
myelodysplastic syndrome with refractory anemia and 6 patients had
anemia due to chronic kidney failure. Our study was carried out in
inpatient clinics. Anemia, affecting all systems, makes many diseases
worse. That’s why, it’s an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
Başar Cander, Birsen Ertekin, Zerrin Defne Dündar, Tarık Acar, Izzettin Ertaş, Feridun Koyuncu, Mehmet Okumuş, Metin Bircan
Araştırma makalesi
Özeti
Acil Servise Şuur Değişikliği İle Başvuran Hastaların Infrascanner Cihazı İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of PatIents Who AdmItted To Emergency ServIce WIth Altered State Of ConscIousness UsIng The Infrascanner DevIce
Acil servise şuur değişikliği ile başvuran hastalarda hem zaman yönetimi hem de doğru tanıyı koyma sağ kalım açısından oldukça önemlidir. Travmatik beyin hasarlı hastalarda gelişen intrakraniyal hematomun erken tanısı ve müdahalesi başarılı bir tedavi için esastır. Bu nedenle çalışmamızda noninvaz iv ve hızlı bir yöntem olan infrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitini araştırmayı amaçladık. 01 Mart - 08 Nisan 2010 tarihleri arasında hastanemiz acil servisine şuur değişikliği şikayeti ile başvuran 38 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar, acil servise başvurdukları anda cihazın kullanımı için eğitim almış acil tıp asistanları tarafından infrascanner cihazıyla kanama açısından araştırıldı. Hastaların 20’si (%52.6) erkek ve 18’i (%47.4) bayan idi. Yaş ortalamaları 51.8±23,2, glaskow koma skalası (GKS) 10.6 (15-3) idi. Hastaların acil serviste infrascanner cihazı ile değerlendirilmesi için geçen süre olay anından itibaren ortalama 5.2 (0.5-45) saat iken beyin Bilgisayarlı Tomografi (BT) ile değerlendirme için geçen süre ortalama 6.3 (1- 47) saat idi. Hastaların çekilen beyin BT’sinde 22’sinde (%57.9) kanama varken, 16’sında (%42.1) kanama tespit edilmemiştir. Infrascanner cihazı ile yapılan değerlendirme de ise 24 (%63.2) hastada negatif, 14 (%36.8) hastada pozitif değerler saptanmıştır. İnfrascanner cihazının intrakraniyal kanama tespitinde sensitivitesi %63.6, spesifisitesi %100, pozitif prediktif değeri %100 ve negatif prediktif değeri %66,7 olarak bulunmuştur. İnfrascanner cihazının ileri görüntüleme yöntemlerine ihtiyaç duyan hastaları belirlemede semptom ve nörolojik muayeneye ek olarak faydalı klinik bilgiler sağladığı görülmektedir. Tespit edilen yüksek spesifisite değeri, infrascanner cihazı ile kanama tespit edilen hastaların mutlaka ileri tetkik ile değerlendirilmeleri gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Time management and making a correct diagnosis are very important for survival of patients with altered state of consciousness. In our study, we aimed to determine the value of the infrascanner device, which is a non-invasive and a fast method in detection of intracranial hemorrhage. A total of 38 patients who had been admitted to the emergency department of our hospital with the complaint of altered state of consciousness were included in the study. The patients underwent investigations with regard to hemorrhage immediately after admission using the infrascanner device by trained residents of emergency medicine. 20 (52.6%) of the patients were male. The mean age was 51.8 years and the Glasgow Coma Scale was 10.6 (15-3). While hemorrhage was detected on cerebral CT in 22 (57.9%) patients, it was not detected in 16 (42.1%). In the infrascanner device examination, negative results were detected in 24 (63.2%) patients and positive results were detected in 14 (36.8%) patients. The sensitivity of the infrascanner device was found to be 63.6%, specifity was found as 100%, the positive predictive value was found as 100%, and the negative predictive value was found as 66.7%. The results obtained from the study indicate that the infrascanner device provided beneficial clinical data in addition to symptoms and neurological examination in patients who required further imaging procedures. The high specificity puts forth that patients in whom hemorrhages are detected using the infrascanner device, should definitely be evaluated with further tests.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
Tamer Baysal, Sevim Karaaslan
Derleme
Özeti
Siyanotik Doğumsal Kalp Hastalıklarında Hematolojik Bulgu Ve Komplikasyonlar
The HematologIcal SIgn And ComplIcatIons Of CyanotIc CongenItal Heart DIseases
Amaç: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklarında hematolojik belirti ve bulgular derlenmiştir. Ana bulgular: Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı hastalarda hematolojik yan etkilerin görülme ihtimali yüksektir. Polisitemi, trombositopeni, faktör eksiklikleri, demir eksikliği anemisi ve yaygın damariçi pıhtılaşması gibi birçok bulgu ve belirtiler bildirilmiştir. Siyanotik doğumsal kalp hastalarında azalmış arteriyel oksijen saturasyonu hemoglobin ve hematokrit değerlerinde kompanzatuar artışlara yol açar. Eritrositoz siyanotik doğumsal kalp hastalarında yeterli oksijenizasyonu sağlamak için ortaya çıkan bir cevaptır. Ancak hematokrit değerleri çok artmış hastalarda hiperviskozite bulguları ortaya çıkabilir. Siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklarda demir eksikliği hemoglobin değerleri yüksek olduğu için gözden kaçabilir. Hemostatik anormalliklerin zamanında tespiti ve uygun tedavi yaklaşımları ile yan etkiler azaltılabilir. Sonuç: Siyanotik doğumsal kalp hastalığı olan çocuklar hem tromboz hem de kanamaya eğilimlidir. Bu çocukların hematolojik açıdan takipleri az ilgi çekmektedir. Bu hastalara yönelik olarak pratik tedavi yaklaşımları geliştirilmediği için siyanotik doğumsal kalp hastalıklı çocuklara yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
Aim: This review sought to determine the relationship between cyanosis and hematological signs and findings. Main finding: Patients with cyanotic congenital heart disease are succeptible to develope hematological side effects. Several findings, including polycytemia, thrombocytopenia, factor deficiencies, iron-deficiency anemia and disseminated intravasculary coagulation have been reported. Decreased arterial oxygen saturation in cyanotic congenital heart disease causes compensatory kurise in hemoglobin and haematocrit levels. Erythrocytosis is an adaptive response to improve oxygen transport in cyanotic congenital heart disease. However, at highly increased haematocrit levels patients may experience hyperviscosity symptoms. Iron-deficiency in cyanotic congenital heart disease patients is often overlooked due to elevated hemoglobin concentrations. The detection of a hemostatic abnormality and its correction by appropriate therapy are likely to minimize the side effects. Results: Children with cyanotic congenital heart disease are prone to both thrombosis and hemorrhage. Hematological management of cyanotic congenital heart disease has received little attention. The lack of practical therapeutic guidelines forced us to consolidate our observations on patients with cyanotic congenital heart disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Trizomi 18 Sendromu
Sennur Demirel, Nurettin Başaran, Nail Alp, Sevim Karaarslan
Araştırma makalesi
Özeti
Trizomi 18 Sendromu
TrIsomy 18 Syndrome
Hastanemize başvuran 11 günlük bir erkek bebekte yapılan kromozom araştırması sonucunda trizomi 18 sendromu tespit edilmiştir. Bu vaka ile ilgili klinik ve sitogenetik bulgular gözden geçirilmiş, literatür bilgileri ile tartışması yapılmıştır.
Trisomy 18 syndrome is detected at the end of a chromosorne study of an infant - boy admitted to our hospital. Related chnical and cytoge-netic findings have been reviewed and discussed in the light of literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Covid-19 Pandemisinde Çocuk Acilden İstenen Cerrahi Konsültasyonlar
Alper Yıldırım, Abdullah Yazar, Fatih Akın, Ahmet Osman Kılıç, Mehmet Uyar, Ayşegül Zaimoğlu
Araştırma makalesi
Özeti
Covid-19 Pandemisinde Çocuk Acilden İstenen Cerrahi Konsültasyonlar
ConsultatIons To SurgIcal Departments In PedIatrIc Emergency Department In CovId-19 PandemIc
Amaç: Çalışmanın amacı pandemi döneminde çocuk acil servisten cerrahi branşlara danışılan hastaların
klinik özelliklerinin ve konsültasyon sürecinin değerlendirilmesi, elde edilen bulguların pandemi öncesi verilerle
kıyaslanmasıdır.
Hastalar ve Yöntem: Araştırma 11.03.2020-11.03.2021 tarihleri arasında hastanemizin çocuk acil servisinde
yapılmıştır. 0-18 yaş grubundaki hastalar geriye dönük olarak cinsiyet, yaş, tanı, konsültasyon sonucu, konsültasyon
yanıt süresi açısından değerlendirildi. Elde edilen bulgular 01.01.2019-31.12.2019 tarihleri arasındaki pandemi
öncesi verilerle karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların; %42,4'ü kadın, %57,6'sı erkektir. Ortalama yaş 6,9±4,9 yıldır. Hastalarımızın %27,3'ünün
cerrahi kliniklerden birine yabancı cisim, %22,2'sinin akut karın, %10,6'sının yabancı cisim aspirasyonu tanısı ile
başvurduğu belirlendi. Hastaların %38,5'inin çocuk cerrahisi, %33,9'unun kulak burun boğaz ve %11,4'ünün göğüs
cerrahisi bölümüne konsülte edildiği belirlendi. Ortalama konsültasyon yanıt süresi 72,2±48,8 dakikaydı. Pandemi
sırasında acil servise başvuran hastaların tanı dağılımı, konsültasyon yanıtlanma süresi, konsültasyon yapılan
cerrahi bölüm dağılımı, konsültasyon sonuçları, cerrahi bölümlere göre konsültasyon yanıt sürelerinin dağılımı
pandemi öncesi döneme göre istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızda pandemi döneminde çocuk acil servisine başvuran hasta sayısının azaldığı, yatış sayısının
arttığı, travma ve yakın fiziksel temasla ilişkili tanıların azaldığı, epididimoorşit tanılarının arttığı saptandı. Bununla
beraber konsültasyon yanıtlanma sürelerinin oldukça uzadığı gör üldü.
Aim: The aim of the study was to evaluate the clinical features and consultation process of the patients who
were consulted from the pediatric emergency department to the surgical departments during the pandemic
period, and to compare the findings with the data before the pa ndemic.
Patients and Methods: The research was conducted between 11.03.2020-11.03.2021 in the pediatric
emergency department of our hospital. The enrolled patients at 0-18 years of age were retrospectively
evaluated in terms of gender, age, diagnosis, consultation result, consultation response time. Our study was
compared with the prepandemic data between 01.01.2019 and 31.12 .2019.
Results: Of the patients; 42,4% were female and 57,6% were male. The mean age was 6,9±4,9 years. It
was determined that 27,3% of our patients were consulted to one of the surgical clinics with the diagnosis of
foreign body, 22,2% acute abdomen, 10.6% foreign body aspiration. It was found that 38,5% of the patients
were consulted to the pediatric surgery department, 33,9% to the otolaryngology department and 11,4% to the
thoracic surgery department. The mean consultation response time was 72,2±48,8 minutes. The distribution
of diagnoses, consultation response time, consulted surgical departments, consultation results by age groups,
and distribution of the consultation response times by surgical departments during the pandemic were found
to be statistically significant compared to the pre-pandemic pe riod (p<0,05).
Conclusion: In our study, it was found that the number of patients admitted to the pediatric emergency
department decreased during the pandemic period, the number of hospitalizations increased, the diagnoses
associated with trauma and close physical contact decreased, and the diagnosis of epididymorchitis increased.
In addition consultation response times were observed to be con siderably longer.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
Mehmet Özdemir, Mehmet Emin Demircili, Bahadır Feyzioğlu, Sibel Yavru, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
İshalli Hastalarda Akut Viral Gastroenterit Etkenlerinin
araştırılması
InvestIgatIon Of Acute VIral GastroenterItIs Agents In DIarrhaeIc
patIent
Viral gastroenterit etkeni olan virüsler insanlarda sporadik ve
epidemik salgınlara yol açabilir. Sık görülen viral enterit etkenleri
rotavirüs, nörovirüs ve adenovirüstür. Bu çalışmada Konya
bölgesinde ishalli hastalarda bu viral etkenlerin araştırılması
amaçlandı. Hastanemiz Merkez Mikrobiyoloji laboratuvarına çeşitli
klinik, poliklinik ve yoğun bakım ünitelerinden gönderilen ve karın
ağrısı, ishal, kusma şikayeti olan hastalardan alınan 300 gaita örneği
çalışmaya alındı. Bu örneklerde mikroskopik inceleme yapılarak
parazit yönünden negatif bulunanlarda Adenovirus ve Rotavirus
immunokromotografik yöntemle, Nörovirus ELISA yöntemi ile
çalışıldı. Bu örneklerin 52’(%17,3) si Rotavirüs, 8(%2,6)’i Adenovirüs
35(%11,7) i Nörovirüs açısından pozitif olarak saptandı. Rotavirüsün
en yüksek pozitif bulunduğu aylar Kasım ve Şubat iken, Nörovirus
Ağustos ve Eylül aylarında yüksek bulundu. Viral gastroenterit
etkenleri, mevsimsel ve yaş gurubu farklılıkları olmakla beraber
her coğrafik bölgede görülmekte ve bazen ciddi infeksiyonlara
neden olmaktadır. Çocukluk yaş guruplarında ölümlere kadar varan
infeksiyonlar görülebilir. Bu nedenle sık görülen viral gastroenterit
etkenlerini rutin tanıda tespit edecek tanı sistemleri hastane
laboratuvarlarında bulunmalı ve gastrointestinal infeksiyonlarının
tanısında kullanılmalıdır.
The viruses that cause viral gastroenteritis can lead to sporadic
and epidemic outbreaks in humans. Common viral enteritis agents
are Rotavirus, Nörovirus, and Adenovirüs. In this study it was aimed
to investigate viral agents in diarrheic patients in Konya region. From
patient who has diarrhea and abdominal pain, 300 stool samples
which sent from various clinics, outpatient clinic and intensive care
units to central clinical microbiology laboratory of our Hospital, were
included in the study. Of these samples, were 52 (17.3%) positive
for Rotavirus, 8 (2.6%) positive for adenovirus, and 35 (11.7%)
positive for Norovirus. while it was detected the highest positivity to
Rotavirus in November and February; Norovirus was higher in August
and September. Although the differences observed in seasonal and
age group, viral gastroenteritis agents could be detected in each
geographical region, and sometimes can cause serious infections up
to death. For this reason, routine diagnosis of common viral agents of
gastroenteritis must be available and should be used in the diagnosis
of gastrointestinal infections in hospital laboratories.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Abdulkadir Yasir Bahar, Ülkü Kazancı
Araştırma makalesi
Özeti
Diffüz Büyük B Hücreli Lenfomada Ebv İnsidansının Değerlendirilmesi: Tek Merkezli Deskriptif Bir Çalışma
Ebv IncIdence In DIffuse Large B-Cell Lymphoma: A SIngle Center DescrIptIve Study
ÖZET
Amaç: Diffüz büyük B hücreli lenfoma (DBBHL) hastalarında klinik ve prognostik heterojenite gözlendiğinden prognostik ve prediktif faktörlerin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu faktörlerin sıklığı coğrafi ve etnik farklılıklar göstermektedir. WHO 2017 revize 4. baskısına dayanarak merkezimizde R-CHOP ile tedavi edilen DLBCL hastalarının prognostik, prediktif faktörlerini ve EBV insidansını yeniden değerlendirmeyi ve tartışmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemizde 2007-2017 yılları arasında tanı almış ve R-CHOP ile tedavi edilmiş DLBCL-NOS'lu hastalar çalışmaya dahil edildi. 104 hastada; CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67 ve p53 ekspresyonlarını immünohistokimyal olarak ve EBV encoded RNA (EBER) in situ hibridizasyon ile değerlendirildi. Revize Uluslararası Prognostik İndeks (R-IPI) skoru ve genel sağkalım süresi hesaplandı.
Bulgular: Çalışmada 56 erkek (% 53,8) ve 48 kadın (% 46,2) mevcuttu. Ortanca yaş 64,5 idi. Hastaların % 59,6'sında hastalık nodal başlangıcı iken, % 40,4'ünde ekstranodal başlangıç mevcuttu. GCB subtipin % 26,5’inde, non-GCB subtipin % 43,6’sında ileri stage (III-IV) mevcuttu (p = 0,049). Yüksek R-IPI skor, GCB subtipte % 40 ve non-GCB subtipte % 54,5 oranında gözlendi (p = 0,028). Non-GCB subtipte sağkalım anlamlı olarak düşüktü (log-rank testi p = 0,003). Batı popülasyonlarında bildirildiği gibi EBV sıklığı yaklaşık % 3 idi. Double ekspressör lenfoma (DEL) sıklığı % 8,7 idi ve bu durumun inferior sağkalım ile ilişkili olduğu gösterildi (p = 0,045). De novo CD5 + DLBCL oranı % 13 olarak bulundu ve aynı zamanda inferior sağkalım ile de ilişkili idi (p = 0,013). CD30 + DLBCL oranını da % 11,5 olarak bulundu, ancak prognoz ile anlamlı bir ilişki kurulamadı.
Sonuç: DLBCL-NOS’da ayrıntılı alt tipleme ve prognostik faktörlerin detaylandırılmasını gerekmektedir. Çalışmamızda DEL durumu ve De novo CD5 + DBBHL sıklığı ile düşük sağkalım arasında ilişki gösterilirken. CD30 + DLBCL ile prognoz arasında anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ayrıca EBV pozitif 3 olgu saptanmış olup bunlardan 2’si yeni sınıflamaya göre ‘EBV pozitif büyük B hücreli lenfoma’ olarak sınıflanması uygundur.
Anahtar kelimeler: Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma; Prognostik faktörler; Sağkalım
Abstract
Aim: Since clinical and prognostic heterogeneity is observed in diffuse large B-cell lymphoma (DLBCL) patients, it is vital to determine its prognostic and predictive factors. The frequency of these factors varies geographically and ethnically. We aimed to reevaluate and discuss the prognostic and predictive factors of DLBCL patients who have been treated with R-CHOP in our center based on the WHO 2017 revised 4th edition. We also investigated the incidence of EBV in DLBCL-NOS.
Patients and Methods: Patients with DLBCL-NOS diagnosed previously in our hospital between 2007-2017 and treated with R-CHOP were included in the study. We evaluated the expressions of CD10, CD5, CD30, BCL-2, BCL-6, MUM-1, MYC, LMP-1, EBNA-2, Ki-67, and p53, by immunohistochemistry, and EBV encoded RNA by in situ hybridization in 104 cases of DLBCL-NOS. The Revised International Prognostic Index (R-IPI) score and the overall survival time was calculated.
Results: The study included 56 men (53.8%) and 48 women (46.2%). The median age was 64.5 years. In 59.6% of the patients, the disease had a nodal beginning, whereas in 40.4% of the patients it had an extranodal presentation. High stage (III-IV) was present in 26.5% of the GCB subtype and 43.6% of non-GCB subtype (p=0.049). A high R-IPI score was observed in 40% of GCB subtype and 54.5% of non-GCB subtype (p=0.028). Survival was significantly lower in the non-GCB subtype (log-rank test p=0.003). The EBV frequency was about 3% as it is reported in Western populations. The frequency of DEL status was 8.7%, indicating that it was associated with inferior survival (p=0.045). De novo CD5+ DLBCL ratio as 13% and it was also associated with inferior survival (p=0.013). We also found CD30+ DLBCL ratio as 11.5%, but we could not establish a significant relationship with prognosis.
Conclusion: DLBCL-NOS requires detailed subtyping and elaboration of prognostic factors. The frequency of DEL status and De novo CD5+ DLBCL indicated that it was associated with inferior survival. However, we could not establish a meaningful relationship of CD30+ DLBCL with prognosis. Three EBV positive cases were identified and two of them were classified as ‘EBV positive large B cell lymphoma’ according to the WHO 2017 revised 4th edition.
Keywords: Diffuse Large-Cell Lymphoma; Prognostic Factors; Survival
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
Esma Kepenek, Bahar Kandemir, İbrahim Erayman, Sümeyye Yüce, Rukiyye Bulut
Araştırma makalesi
Özeti
Üçüncü Basamak Bir Hastanede İzlenen Brusellozis Olgularının Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of BrucellosIs PatIents Followed-Up In A TertIary HospItal
Giriş ve Amaç
Brusellozis Türkiye’de endemik olarak görülen aynı zamanda halk sağlığı problemi olan zoonotik bir infeksiyondur. Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen brusellozis olgularının demografik/epidemiyolojik, klinik, laboratuvar özelliklerinin, komplikasyon ve tedavilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada kliniğimizde 1 Ocak 2010-31 Aralık 2018 tarihleri arasında takip edilen olguların özellikleri retrospektif olarak incelendi. Tanımlayıcı veriler sayı ve yüzde (%) olarak belirtildi. Kategorik değişkenler ki-kare testi, sayısal değişkenler Student-T testi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular
Toplam 365 brusellozisli hastanın 159 (%43.56)’u kadın, 206 (%56.44)’sı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 45.9±14.51 (18-82) idi. En sık başvuru zamanı 137 (%37.5) ile yaz mevsimiydi. Hastalığın en sık 252 (%69) bulaş yolu hayvancılıkla uğraşma öyküsü olarak bulundu. Olguların 168 (%46)’i akut, 96 (%26.3)’sı subakut, 101 (%27.7)’i kronik brusellozis idi. Hastaların en sık şikayeti 302 (%82.7) halsizlik olup akut bruselloziste daha yüksekti (0.0015). Elli üç (%33.3) erkek, 114 (%55.3) kadında anemi olup kadınlarda anemi daha yüksek (p₌0.0283) bulundu. Hastalarda %7.9 lökopeni, %16.2 lökositoz, %9.6 trombositopeni, %4.1 nötropeni, %9 nötrofili, %12 lenfomonositoz saptandı. Wright agglütinasyon testi 26 (%7.1), Brusella immuncapture aglütinasyon testi 361 hastada bakılmış olup hepsinde pozitif saptandı. Hastaların 172 (%47.1)’sinde komplikasyon gelişip en sık 58 (%15.9) spondilodiskit saptandı. Olguların 61(%31.8)’inde relaps gelişti.
Sonuç
Brusellozisin ülkemizde endemik olması ve bölgemizde hayvancılığın yaygın olarak yapılması nedeniyle halsizlik, eklem ağrısı ve ateş gibi şikayetler ile başvuran hastalarda brusellozis ön tanılar arasında yer almalıdır. Ayrıca hastalar nüks açısından takip edilmelidir.
Introduction and Objective
Brucellosis is a zoonotic infection seen as an endemic in Turkey and is a public health problem at the same time. The objective of this study was to evaluate demographic/epidemiologic, clinic, laboratory features, complications and treatments in brucellosis patients followed-up in our clinic.
Material & Methods
In this study, features of patients followed-up between 01/01/2010 and 31/12/2018 in our clinic were retrospectively evaluated. Descriptive data were expressed as number and percentage. Categorical variables were analyzed with Chi-square test and numerical variables with Student’s t test.
Results
Of the total of 365 brucellosis patients, 159 (43.56%) were female and 206 (56.44%) were male. The mean age of the patients was 45.9±14.51 (18-82) years. The most common time of presentation was summer season with 137 (37.5%) patients. The most common transmission route of the disease was a history of animal husbandry with 252 (69%) patients. Of all cases 168 (46%) were acute, 96 (26.3%) were subacute, and 101 (27.7%) were chronic brucellosis. The most common complaint of the patients was fatigue in 302 (82.7%) patients with being higher in acute brucellosis (p=0.0015). Anemia was found in 53 (33.3%) male and 114 (55.3%) female patients with being significantly higher in female patients (p=0.0283). Leukopenia was found in 7.9%, leukocytosis in 16.2%, thrombocytopenia in 9.6%, neutropenia in 4.1%, neutrophilia in 9% and lymphomonocytosis in 12% of the patients. Wright agglutination test was performed in 26 (7.1%) and brucella immunocapture agglutination test in 361 (98.9%) patients and all results were positive. Of all patients, 172 (47.1%) developed complications with spondylodiscitis being the most commonly found in 58 (15.9%) patients. Sixty-one (31.8%) of patients developed relapse.
Conclusion: Since brucellosis is endemic in our country, it should be considered in presumed diagnosis of patients presenting with complaints such as fatigue, articular pain and fever.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tesadüfen Tespit Edilen Çift Vena Kava İnferior
anomalisi
Mustafa Cüneyt Çiçek, Yüksel Dereli, Ömer Tanyeli, Ömer Faruk Çiçek
Olgu sunumu
Özeti
Tesadüfen Tespit Edilen Çift Vena Kava İnferior
anomalisi
Double InferIor Vena Cava Anomaly DetermIned By Chance
Vena kava inferior, embriyolojik hayatın beşinci ve sekizinci
haftaları arasında üç çift primitif venin kompleks anastomozu
sonucu oluşur. Vena kava inferiorun bu kompleks embriyolojik
gelişimi sırasındaki anormallikler sonucu, çeşitli anomaliler meydana
gelebilir. Nadir olarak rastlanan çift vena kava inferior anomalisi
en sık görülen inferior vena kava patolojisidir. Bu makalede, akut
karın ağrısı ile hastanemize başvuran ve rutin tetkikler esnasında
tesadüfen tespit edilen çift vena kava inferior anomalisi bulunan, 17
yaşında bir erkek hasta sunuldu. Son yıllarda, modern görüntüleme
tekniklerinin gelişmesi ve bunların klinik kullanımının yaygınlaşması
ile asemptomatik vena kava inferior anomalilerinin tesadüfi olarak
tespit edilmesine olanak sağlanmıştır. Özellikle retroperitoneal
cerrahi operasyonlarda oluşabilecek komplikasyonları önlemek adına
çift vena kava inferior anomalisinin tespit edilmesi önemlidir.
The inferior vena cava is formed by complex process involving
the several anastomoses between three paired embryonic veins
during the fifth to the eighth week of embryonic development. It is
reported that abnormalities in this complex development may result
various defects. Double inferior vena cava is the most common
anomaly affecting the vena cava, though it is a rare pathology. In
this study, a 17 year old male patient was presented who admitted
to our hospital with acute abdominal pain and were determined by
chance during routine inspections double inferior vena cava anomaly.
In recent years, the development of modern imaging techniques and
with the widespread clinical use of these asymptomatic inferior vena
cava anomaly has been identified as incidental facilities are provided.
In particular, retroperitoneal surgery in order to avoid complications
that could occur in pairs inferior vena cava anomaly detection is
important.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
Hüsnü Alptekin
Olgu sunumu
Özeti
Mide Divertikülüne Bağlı Gelişmiş Pilor Darlığı
PylorIc StenosIs Secondary To A GastrIc DIvertIculum
Amaç: Mide divertikülü nadir görülen ve genellikle asemptomatik seyir gösteren bir hastalıktır. Literatürde bugüne kadar, mide divertikülü nedeniyle pilor darlığı gelişmiş yalnızca bir hasta rapor edilmiştir. Mide divertikülüne bağlı pilor darlığı gelişmiş bir hastanın klinik özelliklerinin literatür eşliğinde tartışılması ve sunulması amaçlandı. Olgu sunumu: Üç aydır peptik ülser tanısı ile tedavi edilen 66 yaşında bayan hasta, son onbeş gündür oral gıda alımı sonrası kusma şikayetinin başlaması üzerine hastanemize başvurdu. Üst gastrointestinal sistemin görüntülenmesini sağlayan tetkikler sonrasında midede pilora bitişik yerleşimli, pilor halkasını içine alıp deforme etmiş divertikül saptandı. Hasta endoskopik pilor balon dilatasyonu yapılarak tedavi edildi. Sonuç: Semptomatik mide divertikülü olan hastalarda tedavi amacıyla divertikülün basit rezeksiyonu önerilmekteyse de, divertiküle bağlı oluşan pilor darlığının endoskopik pilor balon dilatasyonu ile tedavi edilebileceği unutulmamalıdır.
Aim: Gastric diverticula are uncommon and usually asymptomatic. Only one case of pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum was published in the literature. A case treated for pyloric obstruction secondary to a gastric diverticulum and the related literature are reviewed. Case report: The 66-year-old female, treated for peptic ulcus along three month, consulted to our hospital complaining about vomiting after eating something for last 15 days. Having examined upper gastrointestinal system, diverticulum was found on at lesser curvature, located adjacent to and partially including the pylor. Patient was treated with endoscopic balloon dilatation. Conclusion: Even if simple resection was suggested for symptomatic gastric diverticula, pyloric stenosis secondary to a gastric diverticulum can be cured with endoscopic balloon dilatation was reosanable.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Ayşenur Akın, Zafer Bağcı, Salih Güler, Derya Arslan
Olgu sunumu
Özeti
Troponin Yüksekliğine Neden Olan Demir İntoksikasyonu: Ülkemizden Bildirilen İlk Vaka
Iron Intoxıcatıon CausIng Troponın ElevatIon: Fırst Case Reported From Our Country
Demir daha çok demir eksikliği anemisinde kullanılan bir ilaçtır. Demirin yüksek dozlarda kullanımı multisistemik bir etkiye neden olabilmektedir. İntoksikasyon gelişen olgularda semptomlar yutulan demirin miktarına bağlıdır. Minimum toksik doz ve ölümcül demir dozları kesin olarak bilinmemektedir. Ancak hayatı tehdit edebilecek düzeyde olan yan etkileri kalp ve karaciğer üzerinde görülmektedir. Bu makalede 16 yasında suisid amaçlı 720 mg; 12mg/kg/doz ‘unda demir preperatı alan bir olgu sunuldu. Herhangi bir şikâyeti olmayan ancak klinik açıdan takip edilen hastanın taburculuğu planlanırken yapılan kontrol kan tetkiklerinde troponin değerinde yükselme görülmesi üzerine takibine devam edildi. Fizik muayene, Elektrokardiyogram (EKG), Ekokardiyografi (EKO) bulgusu olmayan ve demir şelasyon endikasyonu bulunmayan ve takibinde troponin düzeyinde gerileme saptanan hasta önerilerle taburcu edildi. Nadir görülen bir durum olan kardiyak etkilenme olması ve ülkemizden bildirilen ilk vaka olması nedeniyle ilacın toksisite durumundaki etkileri literatür eşliğinde tartışıldı.
Iron is a medication that is used more in iron deficiency anemia. The use of iron in high doses can cause a multisystemic effect. The toxicity of iron depends upon the amount of elemental iron ingested. The minimum toxic dose and the lethal doses of iron are not firmly established. However, side effects that may be life-threatening are seen on the heart and liver. This paper presents a 16-year-old patient who used 720 mg; 12mg / kg / dose preparation of iron for suicide purposes. The control blood tests performed while planning the discharge of the patient, who had no complaints but were followed up clinically, continued to be followed up because of the increase in the value of troponin. The patient who has no record of physical examination, electrocardiogram (ECG), echocardiography (ECO) and indication for iron chelation and in whose troponin level a decrease was diagnosed in the monitoring was discharged with recommendations. Due to the rare occurrence of cardiac involvement and being the first case reported in our country, the effects of the drug on toxicity were discussed in the light of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Evre Iı Sarkoidoz’lu Hastalarda Ana Pulmoner Arter Çapının Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi İle Değerlendirilmesi
Pınar Didem Yılmaz, Sevinç Kalın, Mevlüt Hakan Göktepe
Araştırma makalesi
Özeti
Evre Iı Sarkoidoz’lu Hastalarda Ana Pulmoner Arter Çapının Çok Kesitli Bilgisayarlı Tomografi İle Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of MaIn Pulmonary Artery DIameter By MultIslIce Computed Tomography In PatIents WIth Stage Iı SarcoIdosIs
Amaç: Non- kazeifiye granülomlar ile karakterize sistemik granülomatöz bir hastalık olan sarkoidozun tanısında ve
prognozunu belirlemede akciğer grafisi ve toraks bilgisayarlı tomografi (BT) önemli bir yer tutmaktadır. Hastalığın
nadir bir komplikasyonu olan pulmoner hipertansiyon tüm evrelerde görülebilmektedir. Pulmoner hipertansiyon
(PH) ile ana pulmoner arter çapındaki (APAÇ) artış arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu çalışmamızda evre
II sarkoidozlu hastalarda erken dönemde PH tanısı için çok kesitli BT incelemesi ile APAÇ’ ı değerlendirmeyi
amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Görüntülemelerinde hiler lenfadenopati ve parankimal değişikliklerin olduğu, ocak-2018 ile
aralık-2021 tarihleri arasında hastanemizde sarkoidoz tanısı ile takip edilen Evre II sarkoidozlu hastalarda toraks
BT’de ana pulmoner arter çapını ölçerek akciğer grafisi normal olup nonspesifik semptomlarla toraks BT çekilmiş
kontrol grubu ile karşılaştırdık. Evre II sarkoidozlu hastaların Ekokardiyografi (EKO) ile elde edilmiş pulmoner arter
basınçları ile ana pulmoner arter çapı arasındaki ilişkiyi değe rlendirdik.
Bulgular: Sarkoidozlu hastalarda kontrol grubuna kıyasla APAÇ artışı ve EKO ile ölçülen pulmoner arter basıncı
ile bu grup hastalardaki BT’den ölçülmüş olan pulmoner arter ça pı arasında anlamlı bir ilişki tespit ettik.
Sonuç: Sarkoidozlu hastalarda BT ile pulmoner arter çapının değerlendirilmesinin PH gelişimi konusunda yol
gösterici olabileceği dolayısıyla erken dönemde müdahele fırsat ı sunacağı kanısındayız.
Aim: Chest radiography and thoracic computed tomography (CT) play an important role in the diagnosis and
prognosis of sarcoidosis, a systemic granulomatous disease characterized by non-caseating granulomas.
Pulmonary hypertension, a rare complication of the disease, can be seen in all stages. There is a strong
correlation between pulmonary hypertension (PH) and an increase in the diameter of the main pulmonary
artery (MPAD). In this study, we aimed to evaluate MPAD with multislice computed tomography (CT)
examination for the early diagnosis of PH in patients with stag e II sarcoidosis.
Patients and Methods: We measured the diameter of the main pulmonary artery on thorax CT in patients
with stage II sarcoidosis, who were followed up in our hospital with a diagnosis of sarcoidosis between
January-2018 and December-2021, with hilar lymphadenopathy and parenchymal changes in their imaging,
and compared them with the control group, whose chest X-ray was normal and thorax CT scan was performed
with nonspecific symptoms. We evaluated the relationship between the pulmonary artery pressures obtained
by echocardiography and the diameter of the main pulmonary arte ry in patients with stage II sarcoidosis
Results: We found a significant correlation between the increase in MPAD and pulmonary artery pressure
measured by ECHO in patients with sarcoidosis compared to the control group, and the pulmonary artery
diameter measured by CT in this patient group.
Conclusion: We think that CT evaluation of pulmonary artery diameter in patients with sarcoidosis can guide
the development of PH and therefore of fer an opportunity for early intervention.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Hayrullah Alp, Sevim Karaarslan, Zehra Karataş, Tamer Baysal, Fatih Şap, Hakan Altın, İlknur Yavuz
Araştırma makalesi
Özeti
Doğuştan Kalp Hastalığı Bulunan Down Sendromlu Çocuklarda Vücut Isısı
Body Temperature In Down Syndrome ChIldren WIth CongenItal Heart DIsease
Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda gün içerisindeki vücut ısı değerlerinin belirlenmesi ve bulguların kontrol grubu ile karşılaştırılması. Çalışmaya, hastanemiz çocuk kardiyoloji servisinde Eylül-2010 ve Ağustos-2011 tarihleri arasında enfeksiyon dışı çeşitli nedenler ile yatırılarak takip edilen ve doğuştan kalp hastalığı bulunan 51 Down sendromlu vaka alındı. Kontrol grupları ise sırasıyla Down sendromu olmayan doğuştan kalp hastalığı bulunan ve bulunmayan olmak üzere her biri 26 kişiden oluşan çocuklardan seçildi. Tüm gruplarda yatış esnasında; sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı belirlendi. Ayrıca, açıklanamayan ve sık tekrarlayan üst veya alt solunum yolu enfeksiyonu öyküsü olan Down sendromlu vakalarda humoral ve hücresel immün sistemler değerlendirildi. Tüm hastalarda sabah, öğlen, akşam ve gece ikişer kez olmak üzere toplam sekiz zaman diliminde vücut ısısı ölçümü yapıldı. Gruplar arasında sedimantasyon, C-reaktif protein ve prokalsitonin düzeyi ile beyaz küre sayısı ve trombosit sayısı açısından istatistiksel anlamlılık tespit edilmedi. Down sendromlu vakalarda en sık tespit edilen doğuştan kalp hastalığı izole ventriküler septal defektti. Down sendromlu grup ile diğer iki kontrol grupları arasında ölçüm yapılan tüm zaman aralıklarında, vücut ısısı değerleri açısından anlamlı fark olduğu ve Down sendromlu vakalarda bazal vücut ısısının gün boyunca yüksek seyrettiği görüldü. Doğuştan kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda bazal vücut ısısı gün içerisinde sağlıklı çocuklara göre daha yüksek seyretmektedir. Bunun nedeni eşlik eden hemodinamik bozukluklardan öte bu Down sendromunda hipotalamik termoregülatuvar merkezin bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle Down sendromlu vakalarda ateş için sınır değer sağlıklı çocuklardan farklı olmalıdır.
Evaluation of body temperature in a day period in Down syndrome children with congenital heart disease and comparison of results with control group. Fifty-one Down syndrome children with congenital heart diseases who were hospitalized and followed up in pediatric cardiology clinic because of various non-infectious etiologies between September 2010 and August 2011 were included in the study. The two control groups were selected from 26 non-Down children who had and had not congenital heart disease respectively. Sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts were determined in all groups during hospitalization. Humoral and cellular immune systems were evaluated in Down syndrome patients with recurrent and/or nonexplained upper and lower airway infectious. Body temperature was determined in all patients twice a day in morning, noon, evening and night. No statistical differences was detected between the groups according to sedimentation rate, C-reactive protein and procalsitonine levels, white blood cell and platelet counts. Isolated ventricular septal defect is the most common detected congenital heart disease in Down syndrome patients. Body temperature measurements were statistically different in Down syndrome group than two control groups and it was detected that basal body temperature was higher during the day. Body temperature is higher in Down syndrome children with congenital heart disease during the day. This is because of the defect in hypothalamic temperature regulator center rather than the hemodynamic defect. For this reason the limit temperature of fever in Down syndrome patients should be different than healthy children.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tibia Psödoartrozlarının Ekstrakorporal Şok Dalgası (eswl) İle Tedavisi
Mustafa Yel, Recep Memik, Mehmet Arazi, Tunç Cevat Öğün
Araştırma makalesi
Özeti
Tibia Psödoartrozlarının Ekstrakorporal Şok Dalgası (eswl) İle Tedavisi
Extracorporeal Shock Wave Therapy (eswl) Of Pseudo-ArthrosIs Of TIbIa
İlk olarak iiriner sistem, safra kesesi, taşlarını kırma ve asistolideki kalbin mekanik uyarım' amacıyla kullanılan elektromanyetik şok dalgast, do-kuların yoğunluk farkına bağlı olarak enerji açığa çıkarması nedeniyle ortopedi ve traVIllatoloji alanında da kullanım alanı bulmaya başlamıştır. Şok dalgasının psödoartrozlarda, kaynama ge-cikmesinde, epikondilitlerde, tendinozis kalkareada, protez revizyonlarmda çalışmalar yapılmaktadır. Selçuk üniversitesi Tıp fakültesi Ortopedi ve Trav-matoloji ABD'da Temmuz 1994 - Ekim 1995 yılları arasında tibia psödoartrozu nedeniyle değişik te-daviler uygulamp kaynama elde edilemeyen 5 has-taya hastanemizin üroloji kliniğinde iiı-iner sistem taşlarını kırma amacıyla kullanılan Dornier MFL 9000 litotripter aracılığıyla kırık uçlarına 20-22 kV şiddetinde. 3000 atım şok dalgası uygulandı. Has-talarda ortalama 4 ay (3-6 ay) içinde osseöz kay-nama elde edildi. Bu yöntemin teknik ve uygulama güçlüklerinin yanında seçilmiş ve diğer tedavilerin başarısız olduğu özellikle açık kırık sonrası gelişen psödoartrozlarda uygulanabileceği düşünmekteyiz.
Initially extracmporeal shock wave lithotripsy (ESWL) was used for mechanical stimulation of asy-stolic heart and was larer to be used routinelv for urinary and gall bladder stone extraction. Soıne re-ported preliminary studies imply that ESWL can be used to treatment pseucloarthrosis, delayed union. epicondilitis, tendinosis calcarea and prostetic re-vision. Between July 1994- October 1995, in de-partment of Orthopedics and Traumatology, Me-dical Faculty, Selçuk University a study was undertaken for 5 patients with tihial pseudoarthrosis. For this purpose Dornier MFL 9000 lithotripter was used. An intensity of 20-22 kV. totalling 3000 pul ses were applied to the end of each fracture. Solid ttili011 was achieved on an average of 4 months (ranging 3-6 months). As a result of Iliis study, the technique ofkrs a potantial altrenative rreatment modality for cases for whom other techniques can be used with difficulty and for pseudoarthrosis which mav develop after opeıı fractures.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
Bülent Ataş, Serkan Kutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Çocukluk Çağı Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalarında Isı Şok Protein 90 Alfa Ve Vitamin Düzeylerindeki Değişim
The Changes Of Heat Shock ProteIn 90 Alpha And VItamIn Levels In PedIatrIc PatIens WIth FamIlIal MedIterranean Fever
Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tanılı hastalarımızın atak ve remisyon dönemlerinde ısı şok protein (HSP) 90 alfa ve vitamin düzeyindeki değişimleri sağlıklı gönüllülerle kıyaslamak ve bu moleküllerin AAA atağını kontrol etmede, amiloid birikimini önlemede faydasının olup olmayacağını araştırmak, ayrıca bu moleküllerin AAA gen mutasyonları ile ilişkilerinin araştırılması amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Hastanemiz çocuk nefrolojisi bölümünde AAA tanılı 6 ay-18 yıl arası 30 hastadan atak ve remisyon dönemlerinde ve 30 sağlıklı gönüllüden alınan kan örneklerinde HSP 90 alfa, A vitamini, B 12 vitamini, D vitamini, E vitamini ve folik asit düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar istatistiki olarak birbirleriyle kıyaslandı.
Bulgular: Çalışmamızda hastaların 19’u (%63,3) erkek, 11’i (%36,7) kızdı ve yaş ortalaması 11 yıldı. Hastaların atak döneminde en sık başvuru şikayeti ateşten sonra 19 (%63,3) hastada karın ağrısı idi ve sadece yüksek ateş beş (%16,7) hastada saptandı. En sık genetik mutasyon M694V 14 (%46,7) hastada varken beş (%16,7) hastada mutasyon saptanmadı. HSP 90 alfa atak grubunda en yüksek, en düşük ise remisyon grubunda olmasına rağmen gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. B12 vitamini gruplar arasında anlamlı düzeyde farklıydı ve en yüksek değer kontrol grubundaydı. D vitamini atak ve remisyon grupları arasında anlamlı derecede farklıydı ve en yüksek değer atak grubunda idi. Ayrıca D vitamini düzeyi erkeklerde anlamlı yüksekti. A vitamini, E vitamini ve folik asit değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı. AAA gen mutasyonlarının HSP 90 alfa ve vitamin düzeyleri üzerinde etkili olmadığı saptandı.
Sonuç: Bulgularımız AAA'da serum HSP 90 alfa, D vitamini, E vitamini ve folik asit değerlerinin normal olduğunu, ancak B12 vitamini ve A vitamini düzeylerinin atak ve remisyon sırasında düşük olduğunu göstermiştir. Ancak konuyla ilgili daha geniş serileri içeren prospektif çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: It was aimed to compare with healthy volunteers the changes in heat shock protein (HSP) 90 alpha and vitamin levels during exacerbation and remission periods in our patients with familial Mediterranean fever (FMF), to research whether these molecules will benefit in control of FMF exacerbation and prevention of amyloid accumulation, and also to investigate the relationship of these molecules with FMF gene mutations.
Patients and Methods: HSP 90 alpha, vitamin A, vitamin B 12, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were studied in 30 patients with AAA diagnosed in our hospital's pediatric nephrology department during the exacerbation and remission periods and 30 healthy volunteers. The results were compared statistically.
Results: In our series, 19 (63.3%) of the patients were male, 11 (36.7%) were female, with a mean age of 11 years. The most common presenting complaint was abdominal pain (n=19; 63.3%) after fever and only high fever was found to be present in five (16.7%) patients. The most common genetic mutation was M694V (n=14; 46.7%), whereas no mutation was detected in five (16.7%) patients. Although HSP 90 alpha was the highest in the exacerbation group and the lowest in the remission group, there was no significant difference between the groups. Vitamin B12 was significantly different between the groups and the highest value was in the control group. Vitamin D was significantly different between the exacerbation and the remission groups and the highest value was in the exacerbation group. In addition, vitamin D levels were significantly higher in boys. There was no significant difference between vitamin A, vitamin E and folic acid levels. FMF gene mutations did not affect HSP 90 alpha and vitamin levels.
Conclusion: Our findings showed that serum HSP 90 alpha, vitamin D, vitamin E and folic acid levels were normal in AAA, but vitamin B12 and vitamin A levels were low during exacerbation and remission. However, we think that prospective studies including larger series should be performed about the subject.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kadın Üreme Sisteminin Tamamına Metastaz Yapan Alveolar Lobüler Meme Kanseri Vaka Sunumu
Sıtkı Özbilgeç, Emine Türen Demir, Pembe Oltulu, Mustafa Korkmaz, Mehmet Artaç, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Kadın Üreme Sisteminin Tamamına Metastaz Yapan Alveolar Lobüler Meme Kanseri Vaka Sunumu
A Case Report Of Alveolar Lobular Breast Cancer MetastasIzed To The Whole Female ReproductIve System
Lobüler meme kanserinin üreme organlarına metastazı oldukça nadir görülen bir durumdur. Meme kanseri cerrahisi sonrası tamoksifen ve kemoterapi alan hastaların iç genital organ metastazlarının takibi klinik öneme sahiptir. Burada hastanemize başvuran ve tedavi gören böyle bir hastayı tanıtıyoruz
Metastasis of lobular breast cancer to the reproductive organs is an extremely rare condition. The followup of internal genital metastases for patients who received tamoxifen and chemotherapy after breast cancer surgery has important clinical significance. Here, we introduce such a patient who applied to our hospital and received treatment.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Ahmet Midhat Elmacı, Muhammet Irfan Donmez
Araştırma makalesi
Özeti
İkinci Işeme Sistoüretrografisinde Dilate Reflüyü İşaret Eden Parametreler
Factors That Would IndIcate The DIagnosIs Of DIlatIng Vur In The Second Vcug
\r\n AMAÇ
\r\n
\r\n Bu çalışmanın amacı ilk işeme sistoüretrografisi (İSUG) normal olup ikinci bir işeme sistografisine gerek duyulan hastalarda dilate vezikoüreteral reflü (VUR) tanısına işaret edebilecek faktörleri tanımlamaktır.
\r\n
\r\n MATERYAL VE METOT
\r\n
\r\n Hastanemizde takipli hastalardan 2012 – 2017 yılları arasında işeme sistouretrografisi çekilmiş olanlar geriye dönük olarak tarandı. Birden fazla İSUG çekilen hastalar belirlendi. Bu hastalar içinden ilk İSUG sonucu normal olup da takipte tekrar İSUG çekilen hastalar çalışmaya dahil edildi. İlk İSUG sonucu normal olmayanlar (vezikoüreteral reflü, posterior uretral valv, divertikül vb.) dışlandı. Dahil edilen gruptaki hastalar yaş, cinsiyet, alt üriner sistem bozukluğu (AÜSB), renal skar varlığı, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığı, anormal ultrasonografi bulguları (mesane anormallikleri, hidronefroz) ve teknik problem faktörleri (işeme fazı yokluğu vb.) açısından değerlendirildi. İkinci İSUG çekilmesini işaret eden faktörü belirlemek için Mann-Whitney U (sürekli veriler için) ve ki kare (kategorik veriler için) kullanıldı.
\r\n
\r\n BULGULAR
\r\n
\r\n Çalışmamızda toplamda 25 hastaya ikinci kez İSUG yapıldığı saptandı (19 kız, 6 erkek; ortalama yaş 6 ± 3 yıl). İki İSUG arasında gecen medyan zaman 12 ay (1-72 ay) olarak bulundu. Hastaların 11’inde ikinci İSUG’da VUR saptanırken bunların 7 tanesi (%28) dilate VUR (≥ grade 3) idi. Ayrıca bu 7 hastanın 6’sinda VUR çift taraflıydı. Bakılan faktörler arasından yalnızca tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu dilate VUR saptanması açısından anlamlıydı (p=0,049). Teknik problemlere bağlı ikinci İSUG çekilmiş olan hastaların hiçbirinde VUR saptanmadı.
\r\n
\r\n SONUÇ
\r\n
\r\n İlk İSUG sonucu normal olmasına rağmen ikinci ISUG çekilmesi gereken vakaların %28’inde dilate VUR saptanabilmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu, dilate vezikoüreteral reflüyü işaret edebilecek tek faktör olarak bulunmuştur. İlk İSUG sonucu normal bulunan hastalarda tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu varlığında tekrar İSUG çekilmesi önerilmektedir.
\r\n
\r\n PURPOSE
\r\n The aim of this study is to analyze if there were any factors that would indicate the diagnosis of dilating vesicoureteric reflux (VUR) (≥ grade 3) in the second voiding cystourethrogam (VCUG) of children with a normal first VCUG.
\r\n
\r\n MATERIAL AND METHODS
\r\n Patients who underwent VCUG between 2012 and 2017 were retrospectively reviewed. Within the cohort, patients who required more than one VCUG were abstracted and those with an abnormal first VCUG (VUR, posterior urethral valve, etc.) were excluded. Factors such as; age, gender, lower urinary tract dysfunction (LUTD), renal scarring, recurrent urinary tract infection, abnormal ultrasonography findings (bladder abnormalities/variable degrees of hydronephrosis), and technical problems (absence of voiding phase) were noted. Mann-Whitney U test was used for continuous variables whereas Chi Square test was used for categorical values.
\r\n
\r\n RESULTS
\r\n A total of 25 patients were found to have undergone more than 1 VCUG (19 girls, 6 boys; mean age 6 ± 3 years). Median time period between the two VCUGs were 12 months (range 1 – 72 months). VUR was detected in 11 patients, while dilating VUR was discovered in 7 patients. Among those, 6 patients were diagnosed with bilateral VUR. Recurrent UTI was found to be the only factor that would indicate dilating VUR in the second VCUG (p=0,049). Interestingly, no VUR was detected in cases that were performed after a first VCUG with inadequate technique.
\r\n
\r\n
\r\n CONCLUSION
\r\n
\r\n Recurrent UTI was shown to be the sole factor that would indicate the diagnosis of dilating VUR in the second VCUG. In our study, 28% patients with a normal first VCUG were shown to have dilating VUR in the second study. Therefore, in recurrent febrile UTI, second VCUG should be considered in patients with a normal previous imaging.
\r\n
\r\n
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Hüseyin Yaman, Nihal Alkan, Ümran Yıldırım, Fahri Halit Beşir, Süleyman Yılmaz
Olgu sunumu
Özeti
Boyun Yerleşimli Castleman Hastalığı
Castleman’s DIsease In The Neck
Castleman hastalığı nadir görülen etiyolojisi tam olarak bilinmeyen lenfoprolifetif bir hastalıktır. En sık mediastinal lenf nodu tutulumu görülmekle birlikte servikal, retroperitoneal, aksiller ve diğer bölgelerdeki lenf nodları da tutulabilir. Sıklıkla genç erişkinlerde görülür ve cinsiyet ayırımı göstermez. Histopatolojik olarak hiyalin vasküler ve plazma hücreli olmak üzere iki tipi bulunmaktadır. Kliniğine göre de lokalize ve sistemik (multisentrik) formları bulunmaktadır. Lokalize tip genellikle asemptomatiktir ve kitle veya şişlik ile kendini gösterir. Sistemik (multisentrik) tipte ise ateş, anemi, yaygın lenfadenopati ve hepatosplenomegali gibi nonspesifik semptomlar görülür. Lokalize tip hastalığın tedavisi kitlenin cerrahi olarak eksizyonudur. Sistemik tip hastalığın tedavisinde genellikle steroid tedavisi, kemoterapi ve radyoterapi kullanılmasına rağmen kesin tedavisi yoktur. Bu çalışmada boyunda kitle şikâyeti ile gelen ve hiyalin vasküler tip Castleman hastalığı tanısı konulan bir olgu sunuldu.
Castleman’s disease is a rare lymphoproliferative disorder of unknown etiology exactly. Although the disease most commonly appears in the mediastinal lymph nodes, it can be occur in cervical, retroperitoneal, axillary and other regions lymph nodes. There is no gender predominance and often occurs in young adults. Two histological variants as hyaline-vascular and plasma cell type have been described. Clinically it is also divided in two types: a localized type, which is usually asymtomatic and presented as a mass or swelling. Systemic (multicentric) type is characterized nonspecific symptoms such as fever, anaemia, generalized lymphadenopathy and hepatosplenomegaly Complete surgical excision is curative for localized form. Although systemic type is usually treated with radiation therapy, corticosteroids and chemotherapy, there is no certain treatment. We herein reported a neck mass diagnosed as hyaline vascular type Castleman’s disease.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
Esin Kasap
Araştırma makalesi
Özeti
Hiperemezis Gravidarumlu Hastalarda Anksiyete Ve Depresyon Test Skorları
DepressIon And AnxIety Test Scores In PatIents WIth HyperemesIs GravIdarum
Amaç:Hiperemezis gravidarum (HG), gebeliğin erken döneminde, aşırı, tedavi edilmesi zor bulantı ve kusma ile kendini gösteren bir bozukluktur.. Patogenezi açık değildir. Bununla birlikte, anksiyete, depresyon ve HG arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar vardır. Ancak, hiçbiri yeterince bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmamıştır. Bu çalışmada, Türk popülasyonunda Beck depresyon ve anksiyete envanteri puanlama sistemi kullanılarak hiperemezis gravidarum olan gebelerin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem:Prospektif kesitsel çalışma Ocak 2011 ile Haziran 2013 arasında Hastanemiz Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nde gerçekleştirildi.Çalışma grubunu hiperemezis gravidarumlu 50 gebe hasta oluştururken, kontrol grubunu daha önce bulantı kusması olmayan 50 sağlıklı gebe oluşturmaktaydı.Kontrol ve hasta grupları obstetrik detaylar,yaş ve vücut kitle indexi değerleri açısından eşleştirildi.Hastaların tümüne,serum TSH de dahil olmak üzere temel laboratuvar araştırmaları yapıldı.
Bulgular: Her iki grupta da demografik ve obstetrik parametreler ve başlangıçtaki laboratuvar incelemeleri açısından farklılık olmamasına rağmen, HG grubunda ortalama serum AST ve TSH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti (p=0.015) ve (p=0.001). Ek olarak, HG grubunun BDI ve BAI skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.0001).
Sonuç: Sonuçlarımız, psikolojik stressin HG un nedenlerinden biri olabileceğini göstermiştir.Bu nedenle, gebelik sırasında HG lu hastaların tıbbi koşulları kadar duygu durumları da dikkate alınmalıdır.Ancak, bu sonuçlar prospektif ve klinik çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
Aim: Hyperemesis gravidarum (HG) refers to a disorder of early pregnancy that manifests with extreme, difficult-to-treat nausea and vomiting. Its pathogenesis is largely obscure, and studies investigating its link with anxiety depression have remained inconclusive. Herein, we aimed to study the depression and anxiety levels of a Turkish population of pregnant women with hyperemesis gravidarum. Patients and Methods: This was a prospective sectional study conducted at our Department of Obstetrics and Gynecology between January 2011 and June 2013. There were 50 pregnant women with HG and 50 healthy pregnant women without any history of nausea and vomiting, who were matched with the study group for age, parity, and body mass index. All subjects underwent baseline laboratory investigations including serum TSH. Results: The two groups were comparable with regard to the demographic and obstetric parameters and baseline laboratory investigations although the HG group had significantly greater mean serum AST and TSH levels (p=0.015 and p=0.0001, respectively). Additionally, the HG group had significantly greater BDI and BAI scores compared to the controls (p= 0.0001). Conclusion: Our results have shown that psychological stress may be one of the causes of HG. For this reason, emotional states as well as medical conditions of HG patients during pregnancy should be considered. However, these results should be confirmed by prospective and clinical studies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Osman Balcı, Fatma Yazıcı, Alaa S. Mahmoud, Ali Acar
Olgu sunumu
Özeti
Gebelikte Rekürren Trombotik Trombositopenik Purpura
Recurrent ThrombotIc ThrombocytopenIc Purpura In Pregnancy
Trombotik trombositopenik purpura (TTP), hemolitik anemi ve trombositopeni ile karakterize olup klinik tabloya sıklıkla ateş, nörolojik bulgular ve böbrek yetmezliğinin eşlik ettiği gebelikte görüldüğünde ise ciddi ve mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Gebeliğin bazı hastalıkları ile karışabilmektedir. Erken tanı konulması maternal ve fetal sağlık açısından son derece önemlidir. Biz bu makalemizde kliniğimize kontrol amaçlı başvuran, 23 yaşında ve 23 haftalık intrauterin ex gebeliği saptanan, 2 yıl önce ilk gebeliğinin de 19 haftalık iken intrauterin ex olup sonlandırıldığı öğrenilen ve her iki gebeliğinde de TTP tanısı alan bir olguyu sunduk.
Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) is a clinical condition characterized by hemolytic anemia and thrombocytopenia. The condition is usually associated with fever, neurological findings and renal failure. When it occurs in pregnancy, it is a serious disease with high mortality rate. It may become confused with some diseases of pregnancy. Early diagnosis is very important for maternal and fetal health. In our article we present 23 years old patient with 23 weeks intrauterine dead fetus presented to our clinic for control. She had her first pregnancy before 2 years and it was terminated on the 19th week because of intrauterine death. She had the diagnosis of TTP in her both pregnancies.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
Krishnappa Amita, Shivashankar Vijay Shankar, Mallika Rajshekar Kalmood, Channagangappa Shimoga Indira
Olgu sunumu
Özeti
Neutrophil Erythrophagocytosis And Neutrophil Erythrocyte Rosetting İn Paroxysmal Cold Haemoglobinur
NeutrophIl ErythrophagocytosIs And NeutrophIl Erythrocyte RosettIng In Paroxysmal Cold HaemoglobInurIa
Paroksismal soğuk hemoglobinüri (PCH), spesifik olmayan semptomlar nedeniyle öntanıda göz önüne genellikle alınmayan nadir görülen bir otoimmün hemolitik anemidir. Periferik yaymada nötrofilik eritrofagositoz ve nötrofil eritrosit rozet oluşumu, özellikle PCH'de olmak üzere otoimmün hemolitik anemide nadiren bildirilen bir bulgudur. Akut başlangıçlı ateşi olan ve bu olağandışı periferik yayma bulgularını paroksismal soğuk hemoglobinüri açısından değerlendirdiğimiz 25 yaşında bir kadın hastayı sunduk. Nötrofil eritrosit rozetinin varlığı ve periferik yaymada nötrofillerle eritrofagositoz varlığı halinde patolog, PCH tanısı açısından dikkatli olmalıdır ve bu bulgular gereksiz araştırmalardan kaçınmaya yönlendirebilir.
Paroxysmal cold haemoglobinuria (PCH) is an uncommon form of autoimmune haemolytic anaemia the diagnosis of which is usually not considered at the initial presentation due to nonspecific symptoms. Neutrophilic erythrophagocytosis and neutrophil erythrocyte rosette formation in peripheral smear is an uncommon finding which has been reported rarely in autoimmune haemolytic anaemia, especially PCH. We report a case of a 25-year-old female who presented with acute onset fever and in whom these unusual peripheral smear findings directed the pathologist to initiate the work up for paroxysmal cold haemoglobinuria. Being vigilant about the presence of neutrophil erythrocyte rosette and erythrophagocytosis by neutrophils in peripheral smear will guide pathologist towards initiating a workup for PCH and avoiding unnecessary investigations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Tülin Demir, Bağnu Orhan
Araştırma makalesi
Özeti
Kırşehir Bölgesinde Bruselloz Seroprevalansı Ve Tanıda Serolojik Ve Biyokimyasal Testlerin Yeri
Seroprevalence Of BrusellosIs In KIrsehIr ProvInce And SIgnIfIcance Of SerologIcal And BIochemIcal Tests In The DIagnosIs Of BrucellosIs
Bruselloz enfekte hayvanların sıklıkla et ve sütlerinin tüketimi ile insanlara bulaşan; ateş, kas ve eklem ağrıları ile seyreden bakteriyel zoonotik bir hastalıktır. Çoğu laboratuvarda kan kültürü yapılamaması, bakterinin yavaş üreme özelliği göstermesi ve antibiyotiklerden etkilenmesi nedeniyle tanıda Rose Bengal plate aglutinasyon (RBPA) ve tüp aglutinasyon testi gibi serolojik test yöntemleri kullanılmaktadır. Enfeksiyon seyrinde biyokimyasal parametrelerde değişimler de izlenmektedir. Bu çalışmada, bölgemizdeki bruselloz seroprevalansı Rose Bengal ve standart tüp aglutinasyon (STA) testi ile belirlendi ve bruselloz olarak tanımlanan hasta serumlarında biyokimyasal değerlerdeki değişimler incelendi. Bruselloz ön tanısı ile mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen 4041 hasta serumundan 144’ünde Rose Bengal testi pozitif olarak saptandı. Bunların 121’inde ise STA testi ile 1/160 ve üzeri titre tespit edildi. Çalışma grubumuzda bruselloz seroprevalansı %2,99 olarak belirlendi. Bu örneklerin 98’inde (%81) C-reaktif protein (CRP), 66’sında (%54,5) eritrosit sedimantasyon hızı (ESH), 29’unda (%24) alanin aminotransferaz (ALT) ve aspartat aminotransferaz (AST) yüksek olarak belirlendi. Ayrıca olguların 11’inde (%9,1) lökositoz, 12’sinde (%9,9) lökopeni, 46’sında (%38,1) anemi ve 53’ünde (%43,8) trombositopeni mevcuttu. STA titresi arttıkça CRP seviyesinde paralel bir yükselme olduğu, lökosit ve trombosit sayısının düştüğü saptandı. Sonuç olarak, özellikle serum CRP düzeyinin bruselloz tanı ve takibinde faydalı bir biyokimyasal test parametresi olabileceği düşünülmektedir.
Brucellosis is a bacterial zoonotic disease with the major symptoms such as fever, joint and muscle pain generally caused by consumption of meat and milk of infected animals. Serological test methods such as Rose Bengal plate agglutination (RBPA) and standart tube agglutination test, are used in the diagnosis of brucellosis because of the lack of availability of blood culture in several laboratories, the low growth rate and ease to be effected by antimicrobials of the bacteria. Variations in biochemical parameters could be seen in the course of infection. In this study, seroprevalence of brucellosis in our region was determined by Rose Bengal and standart tube agglutination tests, and variations in biochemical parameters of the sera defined as positive for brucellosis were also evaluated. Rose Bengal test was found to be positive for 144 out of 4041 patient sera send to Microbiology Laboratory with the initial diagnosis of brucellosis. Among these sera, agglutination titer of 1/160 and over was detected in 121 samples. Seroprevalence for brucellosis was 3.56% for our study group. Among patient sera found to be positive in STA, 98 (81%) showed increase in C-reaktif protein (CRP) level, 66 (54.5%) in erytrocyte sedimantation rate (ESR), 29(24%) in alanin aminotransferase (ALT) and aspartat aminotransferase (AST). Additionally, leucocytosis was seen in 11 (9.1%), leucopenia in 12 (9.9%), anemia in 46 (36%) and thrombocytopenia in 53 (43.8%) patient sera. As STA titer increased CRP level had a paralel rise, but the platelet and leukocyte number decreased. In conclusion, especially serum CRP level could be a useful biochemical test parameter for the diagnosis and follow-up of brucellosis.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Demir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 Vaka
Şamil Ecirli, Ali Borazan, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Demir Eksikliği Anemisi Tespit Ettiğimiz Vakaların Klinik Değerlendirilmesi: 203 Vaka
ClInIcal AnalysIs Of The Our ConfIrm Cases Of Iron DefIcIency AnemIa:203 Cases
Bu çalışmada, kliniğimizde Ocak 1996-Haziran 2000 yıllan arasında yatırılarak tetkik ve tedavi edilen 203 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların 143’ü kadın (K), 6O’ı erkek (E) ve yaş ortalaması K’larda 45.09±17.11 yıl, E’lerde 58.43±14.75 yıl idi. Hastaneye yatırıldıkları esnada ortalama eritrosit K’larda 3.673.007±677.929/mm3, Elerde 3.520.333±780.210/mm3, Hemoglobin ortalaması K’larda 8.49+2.2 g/dl, E’lerde 7.42±2.3 g/dl, Hematokrit ortalaması K’larda % 27.1 ±6.3, E’lerde % 23.9+6.3, ortalama eritrosit hacmi K’larda 70.2±9.3 fl, E’lerde 66.9±10.4 fl bulundu. Serum demiri K’larda 27.66±8.5 mcg/dl, E’lerde 25.97+8 mcg/dl iken Serum demir bağlama kapasitesi K’larda 383.94±56.11 mcg/dl, E’lerde 389.72±48.4 mcg/dl, serum ferritin düzeyi K’larda 4.73+3.3 ng/ml, E’lerde 5.05±3.3 ng/ml olarak bulundu. En sık demir eksikliği anemisi sebebi K’larda kronik gastrointestinal ve jinekolojik kanamalar, E’lerde kronik gastrointestinal kanamalar idi.
İn this study, totally 203 patients with iron deficiency anemia who had been hospitalised and became therapy in our department between January 1996-June 2000 were examined. Of the patients143 were female and 60 were male, mean age was 45.09+17.11 year in females and 58.43+14.75 year in male. The mean values of erythrocyte were 3.673.007±677.929/mm3 İn females, 3.520.333±780.210/mm3 in males, haemoglobin was 8.49+2.2 g/dl in females, 7.42±2.3 g/dl in males, hematocrit was 27.1+6.3 % İn females, 23.9+6.3 % in males, mean corpusculer volüme was 70.2±9.3 fl in female, 66.9+10.4 fl in males, serum iron was 27.66±8.5 mcg/dl in females, 25.97+8 mcg/dl in males, serum iron binding capacity was 383.94±56.11 mcg/dl in females, 389.72±48.4 mcg/dl in males, serum ferritin was 4.73+3.3 ng/ml in females, 5.05±3.3 ng/ml in males. Chronic gastrointestinal bleeding and gynecologic bleeding were found to be the most commen causes of iron deficiency anemia in females vvhereas chronic gastrointestinal bleeding in males.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
Selim Karahan, Şamil Ecirli, Süleyman Türk
Araştırma makalesi
Özeti
Komplikasyonsuz Peptik Ülserde Iıematolojik Değerler
HematologIc Values In UncomplIcated PeptIc Ulcer
1987 yılında S.Ü.T.F. Îç Hastalıkları ABD po-likliniğine başvuran hastalar arasında radyolojik tet-kik, anamnez ve klinik ile desteklenerek seçilen 33 peptik ülserli hastada hematolojik değerler incelendi. Hastaların kanama geçirmemiş olması ile gaitada gizli kan ve parazit olmaması koşulları arandt. Bu hasta grubu peptik ülseri ve gastrik şikayetleri ol-mayan, anemi yapacak bir hastalığı bulunmayan 10 normal kişi ile kıyaslanarak incelendi. Yapılan ince-leme sonunda hasta grubunda normallere oranla he-moglobin, kırmızı küre, hemotokrit sayımlarında çok hafif düşüklük; serum demiri ve demir bağlama kapasitesi değerlerinde de belirgin farklılıklar ortaya konuldu.
In 33 patients with peptic ulcer which were included by radiologic and clinic examination and history were evaluated for hematologic values. These patients should not have a history of gastrointestinal hemorrhage and occult blood and parasites in stool. These patients group were compared with 10 normal people who had not peptic ulcer and gastric compliants and no prominent anemia. At the end of the study; the patient group had a ligde dillerence from the normal group in 1lb, red blood cell count, PCV. There was important dillerence between the values of iron and total Iran binding capacity.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
Hayrettin Temel, Mehmet Gündüz
Araştırma makalesi
Özeti
Enfeksiyöz Mononükleoz Tanısı Alan Çocuk Hastaların Klinik Ve Laboratuvar Verilerinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of ClInIcal And Laboratory Data Of PedIatrIc PatIents DIagnosed WIth InfectIous MononucleosIs
Amaç: Çocukluk döneminde Epstein-Barr virüsüne (EBV) nedenli enfeksiyöz mononükleoz olguları yüksek sıklıkta görülmektedir. Akut EBV enfeksiyonu belirti ve bulguları farklı klinik tablolarla kendini gösterebilmektedir. Çalışmamızda çocuklar arasında yaş ve yüksek riskli yaş gruplarına göre akut EBV enfeksiyonlarının klinik sunumunun incelenmesi amaçlandı.
Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya 2013-2020 yıllarında üçüncü basamak hastanemize başvuran ve enfeksiyöz mononükleoz tanılı toplam 337 çocuk hasta dahil edildi. EBV VCA IgM ve IgG antikorları ELISA yöntemiyle (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Almanya) firma önerileri doğrultusunda çalışıldı. Hasta bilgileri ve sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.1±3.4 yıl idi. Hastaların %22.8’si 0-2, %43.0’i 3-5, %29.7’si 6-12, %4.5’i ise 12 yaş ve üzeri gruptaydı. Akut EBV enfeksiyonu tanısı konulan çocuklarda en sık görülen belirti veya bulgular lenfadenopati (%59.6), lenfositoz (%45.1), ateş (%40.9), boğazda şişlik (%39.2) ve farenjit (%30.0) idi. Ateş şikayeti, 3-5 yaş arasında diğer yaş gruplarına göre anlamlı yüksekti (p=0.003). Olguların mevsimsel dağılımı benzerdi. Olguların yıllara göre artış içinde olduğu, en çok olgunun 2019 yılında görüldüğü (%23.4) belirlendi. Şikayetlerin başlamasından hastaneye başvuru yapılana kadar geçen sürenin yaş grupları ile doğru orantılı olarak arttığı görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda akut EBV enfeksiyonunda çocukluk dönemi yaş grupları arasında belirti ve bulgular açısından farklılık olmadığı, yıllara göre olgu sayılarının hafif bir artış içinde olduğu, özellikle lenfadenopati, splenomegali ve hepatomegali görülen çocuklarda EBV enfeksiyonundan şüphe etmek gerektiği sonucna varıldı.
Aim: In childhood, infectious mononucleosis cases caused by Epstein-Barr virus (EBV) are seen with high frequency. The signs and symptoms of acute EBV infection can manifest with different clinical pictures. Care should be taken in differential diagnosis for correct treatment. In our study, it was aimed to examine the clinical presentation of acute EBV infections by age and high-risk age groups among children.
Patients and Methods: A total of 337 pediatric patients with infectious mononucleosis who applied to our tertiary hospital in 2013-2020 were included in the study. EBV VCA IgM and IgG antibodies were studied by ELISA method (quantitative microplate ELISA, Euroimmun®, Germany) in accordance with company recommendations. Patient information and results were evaluated retrospectively.
Results: The mean age of the patients was 5.1 ± 3.4 years. 22.8% of the patients were in the group of 0-2, 43.0% of them were 3-5, 29.7% of them were 6-12, and 4.5% of them were 12 years old and above. The most common signs or symptoms in children diagnosed with acute EBV infection were lymphadenopathy (59.6%), lymphocytosis (45.1%), fever (40.9%), swelling in the throat (39.2%) and pharyngitis (30.0%). Fever complaints were significantly higher between the ages of 3-5 compared to other age groups. The seasonal distribution of the cases was similar. It was determined that the cases increased over the years and the most cases were seen in 2019 (23.4%). It was observed that the time between the start of complaints and the application to the hospital increased directly proportional to age groups.
Conclusion: In our study, it was concluded that there was no difference in acute EBV infection in childhood age groups in terms of signs and symptoms, and the number of cases increased slightly over the years, especially in children with lymphadenopathy, splenomegaly and hepatomegaly.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Çeşitli Klinik Örneklerden İzole Edilen Kandidaların Tiplendirilmesi
Mahmut Baykan, Hilal Kart, Ali Sütçü, Bülent Baysal
Araştırma makalesi
Özeti
Çeşitli Klinik Örneklerden İzole Edilen Kandidaların Tiplendirilmesi
TypIng CandIdae Isolated From VarIous ClInIcal Samples
Hastanemiz klinik ve polikliniklerinden gelen hastalardan izole edilen kandida suşları üzerinde yaptığımız tiplendirme testleri sonucu toplam 50 kandida suşunun %22'sinin Candida albicans, %44'ünün C. stellatoidea, %8'inin C. tropicalis, %4'ünün guillermondii, %2'sinin C. parapisilosis türü olduğu belirlendi.
As a result of the typing tests we performed on candida strains isolated from patients from our hospital's clinics and outpatient clinics, 22% of 50 candida strains were Candida albicans, 44% C. stellatoidea, 8% C. tropicalis, 4% guillermondii, 2% parapisilosis strain was determined.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Vitamın B12 (cobalamin) Ve Eksiıkliği
Yıldız Divanlı
Araştırma makalesi
Özeti
Vitamın B12 (cobalamin) Ve Eksiıkliği
Vıtamın B12 (cobalamıne) And Its Defıcıency
B12 Vitamini noksanlığı; Başlıca besinde eksikliği, yetersiz folat alımı, vejetaryen ve diğer beslenme taşkınlıkları, yeşil yapraklı sebzelerin uzun süre kaynatılması ile mide ve ince bağırsağa bağlı absorbsiyon bozukluğu, intrinsek faktör noksanlığı, absorbsiyon yüzeyinin küçülmesi, malabsorbsiyon gibi metabolik bozukluklardan meydana gelir. Bütün bu hallerde megaloblastik anemi denilen anemi ortaya çıkar ki, bu aneminin tanıtanlarını açıkladık.
Le mangue de Vitamin B12 se produisent surtout dans mes cas suivants; Mangue de nourriture, action de manger de folat rnsuffisamment, du N.70tarien et celui des autres alimentations, le d«ant de l'estomac caus6par le bouillonnement des legumes aux feuilles vertes et celui de l'absorption d6rivant de l'intestin grle, le mangue du facteur intrinsque l'&troitement de la surface de l'absorption, les dUauts mfrtaboliques. A la fin de tous ces cas, rtıgaloblastique se produit, commoneus en avons mentionne" les preuves cidessus.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Kanser Anemısınde Erıtropoıetının Rolu
Andaç Argon, Şamil Ecirli, Hakkı Polat, Mustafa Akgüzel
Araştırma makalesi
Özeti
Kanser Anemısınde Erıtropoıetının Rolu
The Role Of ErythropoIetIn In Cancer AnemIa We InvestIgated ErythropoIetIn Levels Of 41 Pa-TIents WIth Cancer
Selcuk Universiresi Tip Fakiiltesiinin kli-niklerinde 1991 yili Maps, Haziran ve Temmuz ay-larinda yatzrtlan ye histopatolojik olarak tantlart ke-sinleen kanserli hastalardan 30 tanesi anemik ye 11 tanesi anemik olmayanlardan olmak iizere toplam 41 kanserli hastanin serum eritropoietin seviyelerine baktldi. Anemik elan hastalarin hepsi kronik has-talik anemisi rzelligini tamordu. Anemik plan 30 hastamn serum eritropoietin de-gerleri 17.19110.54 mUlml idi. Anemik olmayan 11 hastanin serum eritropoietin degerleri ise 5.1011.12 mUlml idi. Her iki gruhun ortalamalari arastndaki .firkin onemi kontrol analizi sonucu p<0.01 se-viyesinde bir anlamlrlik ortaya koymaktadir. Fakat anentiA- hastalarda goralen hu yiikselme kullandan kitin normal sinirlartnda kalmiptr ye beklenen yuk-selmenin cok altindadir. Kanserli hastalarda rastlantlan hu endojen erit-ropoietin seviyelerinin anemiye cevapta yetersiz kal-mast fikrinden yola caul) eksojen eritropoietin ye-rilerek anemisinin tedavisi yoluna gidilmesinin rasyonel bir tedavi olabilecegi kanaatindeyiz.
They were admitted to the va-rious clinics of Medical School of Selcuk University from May to July. 1991 and diagnosed pat-hologically. Of them 11 were anemic and 30 non anemic. Serum erythropoietin levels of the anemic and non-anemic patients were 17.19110.54 mUlml and 5.1011.12 mUlml respectively. Although the clic firence between the two groups was statistically sig-nificant (p<0.01), erythropoietin level of anemic pa-tients was between normal range for healty people. Therefore, it was concluded that although eryt-hropietin of cancer patients with anemia was inc-reased, that increase was not enough to correct ane-mia so, for management of anemic patients with cancer, exogen supply of erythropoietin might be considered.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
Buğra Kaya, Oktay Sarı, Orhan Özbek
Olgu sunumu
Özeti
Metastazı Taklit Eden Servikal Lenf Nodları: Meme Kanserli Bir Olgu
CervIcal Lymph Nodes MImIckIng Metastases: A Case WIth Breast Cancer
Meme kanseri nedeniyle takip edilen ve 18F-FDG PET/BT’de servikal bölgede artmış FDG tutulumu olan lenf nodları tespit edilen, biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit gelen vakayı sunmayı amaçladık. Boyun ve sırt bölgesinde ağrısı olması nedeniyle PET/BT önerilen 63 yaşındaki meme kanserli hastanın hastanemizde yapılan PET/BT’sinde bilateral servikal zincirde, sol submandibuler bölgede ve mediastende sol prevertebral bölgede FDG tutulumu artmış lenf nodları izlendi. Hastayı takip eden klinik tarafından bu görünümler geçirilmekte olan bir enfeksiyona sekonder olarak düşünüldü ve kemoterapiye devam edildi. Takip USG’de karaciğerde solid lezyon tespit edilen hastaya ilk çalışmadan 4 ay sonra yapılan PET/BT’de bilateral servikal ve sol submandibuler bölgedeki lenf nodlarının sayı ve SUVmax değerlerinde, sol prevertebral lenf nodunun SUVmax değerinde artış olduğu, sağ aksillada lenf nodu ve karaciğerde FDG tutulumu artmış hipodens lezyon olduğu tespit edildi. Kemoterapi sonrası lenf nodlarının sayısında ve FDG tutulumunda artış olması ve karaciğerde solid lezyon olması nedeniyle biyopsi önerildi. Lenf nodlarının biyopsi sonucu tüberküloz lenfadenit, karaciğer biyopsi sonucu ise meme karsinom metastazı geldi. Tüberkülozun ülkemizde yaygın bir hastalık olması nedeniyle FDG PET çalışmalarında hatalı pozitif sonuçlarla sıklıkla karşılaşılabilmektedir. Atipik bulguların varlığında mutlaka biyopsi yapılmalıdır.
We aimed to present a case with breast cancer which has cervical lymph nodes with increased FDG uptake in 18F-FDG PET/ CT and has biopsy result of tuberculosis lymphadenitis. Sixty-three year-old female patient with breast cancer complaining cervical and thoracal pain was imaged with PET/CT. PET/CT showed increased FDG uptake in bilaterally cervical, left submandibular and left prevertebral lymph nodes. The clinician considered that this image was related to an infectious process and continued to chemotherapy. A solid lesion was determined in follow-up ultrasonography. A PET/CT imaging was done to confirm this lesion. Increasing in quantity and SUVmax values of cervical, submandibular and prevertebral lymph nodes was determined. There was also a right axillary lymph node and a hypodense lesion with increased FDG uptake in liver. Biopsy was recommended because of increasing quantity and FDG uptake of lymph nodes and a new lesion in liver after chemotherapy. Biopsy result was tuberculosis lympadenitis in lymph nodes and metastasis in liver. False positive results in FDG-PET studies should be kept in mind because tuberculosis is a common disease in Turkey. Biopsy should be done in atypical cases.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik Anemi
Mehmet Bitirgen, R. Korur, Mustafa Sünbül, Şamil Ecirli, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Hepatıt C Sonrası Geıaen Fatal Aplastik Anemi
Fatal AplastIc AnemIa AssocIated WIth HepatIt C
Aplastik anemi viral hepatitin ciddi ve nadir bir komplikasyonudur. Bu komplikasymulan daha fok non-A. non-B vimslart (Ozellikle hepatit C virusu) soriwilu tutulmaktaysa da diner hepatit viruslerin de sebep oldugu gosteriltnivir. Sunmak istedigimiz17 ya,unda hepatit erkek bir hastada aplastik anemi geligi. 3 ay sonra re-misym gortilen hastada 26 ay sonra relaps gortild11. Hasta ailesinin zararh geleneksel uygulamalarmin da katkisiyla E. coli sepsisi sonucunda karbedildi.
Aplastik anemia is a rare and severe comp-lication of viral hepatitis. It's mortality rate is al-most 85%. This coplication has been observed most often in association with non A, non-B viruses (es-pecially hepatitis C virus) and also the other he-patitis viruses can cause this complication. We presented a 17 years old male patient who had aplastir anemia associated with hepatitis C virus. Although full hematologic recovery occured in three months but aplastic anemia recurred after 26 months. The patient died of E. roll septicemia ca-used by harmful traditional application.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
Işıl Yurdaışık
Araştırma makalesi
Özeti
Beyin Ölümü Tanısında Bilgisayarlı Tomografi Anjiyografinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi
EvaluatIon Of The EffIcacy Of Computed Tomography AngIography In BraIn Death
Amaç: Beyin ölümü, beyin sapı dahil olmak üzere beynin bütün fonksiyonlarının tam ve geri dönüşsüz bir şekilde kaybı olarak tanımlanmaktadır. Beyin ölümü tanısında kullanılan üç esas bulgu koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apnedir. Organ nakli bekleyen hastaların sayısındaki artış ile birlikte beyin ölümü tanısı daha da önemli bir hal almıştır. Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi anjiyografinin (BTA) beyin ölümü tanısındaki etkinliğinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2015 ile Haziran 2018 arasında hastanemizin yoğun bakım ünitesinde yatan toplam 21 hastanın beyin ölümünün gerçekleştiği klinik olarak bildirilmiştir. Bu hastalardan birine manyetik rezonans anjiyografi (MRA) uygulandığı için çalışma dışı bırakılmıştır. Geriye kalan ve BTA sonuçları mevcut olan toplam 20 hastanın bulguları retrospektif olarak yeniden değerlendirilmiştir. Hastaların yaşları 25 - 75 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 45±1 yıldır.
BTA değerlendirmeleri 64 dedektör sıralı, döngü başına 128 kesit alan ve 384 kesite kadar yükseltilebilen bir cihaz ile yapılmıştır. 100 ml kontrast madde, çift başlı bir otomatik pompa ile 350-375 mg/ml olacak şekilde 3.5-4 cc/sn hızında verilmiştir. Kontrast madde vermeye başlandıktan sonra ilgili bölge (ROI) eşik değer olan 90-100 HU’ya ulaşınca aksiyel planda 15-20 sn aralığında tarama yapılmıştır. BTA bulguları 10 puanlı skala üzerinden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan ve BTA uygulanan 20 hastanın ölüm nedenleri olarak sekiz hastada intrakranyal hemoraji, dört hastada iskemik serebrovasküler olay (SVO), üç hastada kraniotomi sonrası hemoraji, iki hastada kardiyak arrest, bir hastada travma sonrası kontüzyo serebri ve iki hastada metabolik nedenler olarak bildirilmiştir.
Toplam 20 hastada ACA, PCA, MCA distal ve ICA supraklinoid dallarında kontrast dolumu “0” iken, 8 hastada ise MCA proksimal dallarında kontrast dolumu saptanmıştır. İki hastada tek taraflı ACA proksimalinde şüpheli bir kontrast dolumu belirlenmiştir. Intrakraniyal dalların her birindeki opasifikasyon kaybına 1 puan verilmiştir. Buna göre 20 hastanın tümü toplam 10 puan almıştır.
Sonuç: Organ nakilleri için yasalarla gerekliliği belirlenmiş beyin ölümü tanısı için BTA’nın etkin ve geçerli bir doğrulayıcı yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Objective: Brain death is defined as the complete and irreversible loss of all brain functions including the brain stem. Three major findings used for the diagnosis of brain death are coma, absence of the brain stem reflexes and apnea. The diagnosis of brain death has become more important with the increasing number of patients waiting for transplantation. The objective of this study was to determine the efficacy of computed tomography angiography in confirming brain death.
Material & Methods: Clinical brain death was reported in total 21 patients hospitalized in critical care unit of our hospital between October 2015 and June 2018. One of these patients was excluded since he underwent magnetic resonance angiography. CTA findings of the remaining patients were retrospectively evaluated. Patients were aged between 25 and 75 years with a mean age of 45 ± 1 years. CTA evaluations were performed using a 64 detector device. 100 mL contrast agent was delivered with a double head automated pump at a rate of 3.5 – 4 cc/sec as 350-375 mg/mL. When the region of interest reached to 90-100 HU cut off value, the images were acquired at 15-20 sec intervals on the axial plan. CTA findings were interpreted using 10- point scale.
Results: Causes of death were reported as intracranial hemorrhage in eight patients, ischemic cerebrovascular events in four patients, hemorrhage after craniotomy in three patients, cardiac arrest in two patients, post-traumatic contusio cerebri in one patient, and metabolic reasons in two patients.
Contrast filling was “0” in the ACA, PCA, MCA distal, and ICA supraclinoid branches of all 20 patients. Suspected contrast filling was found in MCA proximal in eight patients and unilateral ACA proximal in two patients. Each loss of opacification in the intracranial brancges was scored as 1 point. Accordingly, all patients were scored as 10 points.
Conclusion: According to our results, CTA is an effective and sensitive method for the diagnosis of brain death which is obligated by regulations.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Neonatal Hemokromatozis
Ali Annagür, Hüseyin Altunhan, Rahmi Örs
Derleme
Özeti
Neonatal Hemokromatozis
Neonatal HemochromatosIs
Neonatal hemokromatozis, ekstrahepatik siderozis ile birlikte olan ve klinikte şiddetli neonatal karaciğer hastalığı olarak tanımlanan nadir bir hastalıktır. Neonatal hemokromatozisin etiyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak fetüsta karaciğer hasarına yol açan alloimmun bir bozukluğun neden olduğu kabul edilir. Neonatal hemokromatozisin sonraki gebeliklerde tekrarlama oranı yaklaşık olarak %80’dir. Neonatal hemokromatozis koagülopati, hipoglisemi, hipoalbuminemi, hipofibrinojenemi, trombositopeni, anemi, direkt ve indirekt hiperbilirubinemi ile yaşamın ilk gününde ortaya çıkan hepatosellüler yetmezlik ile karakterizedir. Pozitif aile öyküsü, yüksek serum ferritin düzeyi, yüksek alfa-fetoprotein düzeyleri ve histolojik veya manyetik rezonans görüntüleme ile siderozisin gösterilmesi neonatal hemokromatozis tanısını koymada göz önünde bulundurulan kriterlerdir. Etkili bir medikal tedavisi olmadığı için sıklıkla karaciğer transplantasyonu gerekmektedir. Prognozu genellikle kötüdür. Bu derlemede fetüs ya da yenidoğanda karaciğer yetmezliğine yol açan neonatal hemokromatozis tartışılacaktır.
Neonatal hemochromatosis is a rare disease clinically defined as severe neonatal liver disease in association with extrahepatic siderozis. The etiology of neonatal hemochromatosis is not understood exactly. However, according to a theory neonatal hemochromatosis is accepted to be an alloimmune disorder causing liver injury in fetus. After an effected one in the pregnancy the recurrence rate of neonatal hemochromatosis is ~80%. Hepatocellular failure which occurs in the first days of life with coagulopathy, hypoglycemia, hypoalbuminemia, hypofibrinogenemia, thrombocytopenia, anemia, and direct and indirect hyperbilirubinemia characterizes neonatal hemochromatosis. In order to diagnose neonatal hemochromatosis there are some certain criteria that sould be taken into account such as a positive family history, high serum ferritin levels, high serum alpha-fetoprotein levels and siderozis demonstrated with histology or with magnetic resonance. Since an affective medical treatment has not been found yet, liver transplantation is almost always required. The prognosis of neonatal hemochromatosis is generally poor. This review will discuss neonatal hemochromatosis that leads to liver failure in the fetus or newborn.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Hepatite Bağlı Aplastik Anemi
Şamil Ecirli, Hasan Hüseyin Telli, Mehmet Bitirgen, Mehmet Polat, Andaç Argon
Araştırma makalesi
Özeti
Hepatite Bağlı Aplastik Anemi
PusthepatItIs AplastIc AnemIa
Aplastik anemi vakalarının bir kısmı infeksiyöz hepatiti takiben Aplazi genellikle non-A, non-B hepatiti takiben olur, fakat batan A ve B hepatiti ile birlikte görülebilir.Aplazi şiddetli olur ve sıklılda fatal sonuçlanır.Ölümle sonuçlanan, hepatit sonrası meydana gelmiş iki aplastik anemi yakasını takdim ettik.
A number of cases of aplastic anemia have been reported following infectious ıtepatitis. Aplazsa has usually followed non-A, non-13 hepatitis bul on occasion has been associated with types A and B. The aplasia becomes severe and frequently has a fatal outcorne. We presenled two posthepatiiis aplastic anemia patients who were died.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Demır Eksıklıgı Anemısınde Hbalc Degerlerı
Süleyman Alıcı, Şamil Ecirli, Özlem Alıcı, Hakkı Polat
Araştırma makalesi
Özeti
Demır Eksıklıgı Anemısınde Hbalc Degerlerı
Hbalc Levels In Iron DefIcIency AnemIa
Bu calt4ma Selguk Universitesi Tip Fakiiltesi Hastaltklari Anabilim Dali poliklinigine bapuran ye klinikte yatarak takip edilen 30 demir eksikligi ane-mili hasta ile 17 saglikh kii iizerinde yapildt. ca-lqmanin amact demir eksikligi anemisinde HbAlc durumuyla ye demir tedavisiyle olan deg4imleri gOrmekti. HbAlc, hemoglobin ve eritrosit pa-rametreleri kontrol grubunda hir kez calqirken hasta grubunda tedavi ancesi ye tedavinin 6. haf-tasinda olmak iizere iki kez Tedavi sonrasi HbAlc seviyeleri tedavi Oncesine gore istatistiki ola-rak anlamli seviyede di4iik hulunurken (p<0.001). kontrol gruhuyla kiyaslandiginda tedavi oncesinde istatistiki olarak anlamli seviyede yiiksek (p<0.05) ye tedavi sonrasinda ise istatistiki olarak anlamli hir degiikligin olmadigi tesbit edildi (p<0.05). ,Sonuc olarak,- HhAlc'deki bu degiiklik has-talarin telhisinde, tedaviye cevap durumunu de-gerlendirmede ye takihinde diger parametrelerle hirlikte kullanilabilir.
This study was performed on 17 healthy persons and 30 patients with iron deficiency anemia who applied to the department of internal medicine at the Selcuk University medical school. The aim of this study was to investigate HbAlc levels in iron de-ficinecy anemia and to find if there were measured only once in the control group, wherase me-asurements in the patient group were done at the he-gining of iron therapy and after six weeks of tre-atment HbAlc levels after treatment were significantly lower than HbAlc levels before tre-atment (p<0.001). Compering to the control group HbAlc levels were significantly higher before tre-atment in the patient group (p<0.05). Where as there were no statistically significant difference after treatment (p<0.05). Where as there were no statistically significant difference after treatment (p<0.05). As a result these differences in HbAlc le-vels may he used for diagnosis, dedection of res-ponse to treatment and follow up it iron deficiency anemia in conjunction with the other parameters.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Sitogenetik Laboratuvarımıza Başvuran 118 Olgunun Değerlendirilmesi
Aynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar, Ferhan Paydak
Araştırma makalesi
Özeti
Sitogenetik Laboratuvarımıza Başvuran 118 Olgunun Değerlendirilmesi
CytogenetIcal AnalyIs : A Study Of 118 PatIents
1.1.1988 - 31.1.1989 tarihleri arasında Sitogenetik laboratuvarımıza başvuran 118 olgunun ön tanıları ve gönderildikleri klinikler ile sitogenetik bulguların sonuçları değerlendirilmiştir. incelenen 118 olgunun 21'inin Mongolizm, 1'inin Turner sendromu, 3'ünün seksüel gelişme bozuklukları, 2'sinin Fanconi Aplastik Anemisi'ne uygun karyotipik bulgular gösterdiği saptanmıştır. Kromozom düzensizlikleri ile seyreden hastalıkların tanısında sitogenetik laboratuvarının rolü ve bu hastalıkların görülme sıklıkları literatür ışığında tartışılmıştır.
Preliminary diagnoses of 118 patients who applied to our cytogenetics laboratory between 1.1.1988 - 31.1.1989 and the results of the cytogenetic findings were evaluated with the clinic they were sent to. Of the 118 cases examined, 21 of them had Mongolism, 1 of them had Turner syndrome, 3 of them had sexual development disorders, and 2 of them had karyotypic findings suitable for Fanconi Aplastic Anemia. The role of the cytogenetics laboratory in the diagnosis of diseases with chromosomal disorders and the prevalence of these diseases are discussed in the light of the literature.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Fanconi Aplastik Anemili Ve Fanconi Aplastik Anemisi İle Birlikte Seyreden Aml Li İki Olgunun Değerlendirilmesi
Ümran Çalışkan, İbrahim Erkul, Aynur Acar, Sennur Demirel, Hasan Acar
Araştırma makalesi
Özeti
Fanconi Aplastik Anemili Ve Fanconi Aplastik Anemisi İle Birlikte Seyreden Aml Li İki Olgunun Değerlendirilmesi
A Case Study: One HavIng FanconI's AplastIc AnemIa, And The Other HavIng Aml Together WIth FanconI's AplastIc AnemIa
Fanconi aplastik anemisi olan bir olgu ve Fanconi aplastik anemisi ile birlikte Akut Myloblastik Lösemisi olan bir diğer olgunun klinik, hemotolojik ve sitogenetik bulguları incelendi. Olgularda gözlenen kromozom düzensizlikleri ile bu düzensizliklerin hastalığın gelişmesi ve malignite eğilimindeki muhtemel etkileri tartışıldı.
Clinical, hematologic and cytogenetic findings of two cases were invastigated. One of them was Fanconi's aplastic anemia and other one was Acute Myeloblastic Leukemia associated with Fanconi's aplastic anemia. Chromosomal abnor-malities of these cases and the possible effects of these abnormalities on the progress of the disease and malignancy were ciscussed.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
Burhan Apillioğulları, Buğra Kaya
Araştırma makalesi
Özeti
Özofagus Ca Evrelemede 18f-Fdg Pet/bt Bulgularımız: Bir Retrospektif Analiz
18f-Fdg Pet/ct FIndIngs In Esophageal Ca StagIng: A RetrospectIve AnalysIs
Amaç: Özofagus kanseri(ca) tanısı alan ve 18F-Florodeoksiglukoz (18F-FDG) Pozitron Emisyon Tomografi /
Bilgisayarlı Tomografi (PET/BT) görüntüleme kullanılarak evrelemesi yapılan hastaların bulgularını retrospektif
olarak analiz etmeyi ve sunmayı amaçladık.
Hastalar ve Yöntem: Bu çalışmaya Şubat 2015 ile Şubat 2020 tarihleri arasında hastanemizde 18F-FDG PET/
BT ile evrelemesi yapılmış 37 özofagus ca tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün
lokalizasyonu ve 18F-FDG PET/BT maksimum standardize alım değeri (SUVmax), mediastinal, abdominal
ve servikal lenf nodları, akciğer(AC), karaciğer(KC), kemik ve diğer alanlara olan metastazlarına ait bulgular
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 66,97± 4,54 yıl bulundu. 20 hasta (%54) erkek, 17 hasta (%46) kadındı. 10
hasta (%27) özofagus üst bölge tümörü, 23 hasta (%62) özofagus alt bölge tümörü, 4 hasta özofagus orta bölge
tümörüydü (%11). 23 hastanın patolojik tanısı squamöz hücreli ca, 14 hastanın adeno ca olarak tespit edildi. Tüm
hastalarda primer tümör SUVmax ortalaması 14,09±6,36 olarak ölçüldü. Squamöz ca tanılı hastaların primer tümör
SUVmax ortalaması 14,51±6,63, adeno ca tanılı hastaların primer tümör SUVmax ortalaması 13,40±6,03 olarak
bulundu. 8 hastada hiçbir metastaz bulgusuna rastlanmazken 29 hastada metastaz belirlendi. Ayrıca 3 hastada
ise ikinci bir primer malignite (ikisi kolon ca, birisi nazofarenks ca) saptandı. Tedavi ve takiplerine hastanemizde
devam edilen 9 hastanın 7’ sinde progresyon, 2’sinde ise regresyon izlendi.
Sonuç: Özofagus ca tanısı alan hastaların ilk evrelemesinde, 18F-FDG PET/BT günümüzde kullanım sıklığı
gittikçe artan faydalı bir görüntüleme yöntemidir . Bizim çalışmamızda bunu destekler niteliktedir .
Aim: We aimed to retrospectively analyze and present the findings of patients diagnosed with esophageal
cancer and staged using 18F-Fluorodeoxyglucose (18F-FDG) Positron Emission Tomography/Computed
Tomography (PET/CT) imaging.
Patients and Methods: Thirty-seven patients diagnosed with esophagus who were staged with 18F-FDG
PET/CT in our hospital between February 2015 and February 2020 were included in this study. Patients'
age, gender, localization of the primary tumor and 18F-FDG PET/CT maximum standardized uptake value
(SUVmax), findings of metastases to mediastinal, abdominal and cervical lymph nodes, lung, liver, bone and
other areas were retrospectively evaluated as.
Results: The meanage of the patients was 66,97 ± 14,54 years. 20 patients (54%) were male, 17 patients
(46%) were female. 10 patients (27%) had upper esophagus tumors, 23 patients (62%) had lower esophagus
tumors, 4 patients had middle esophageal tumors (11%). The pathological diagnosis of 23 patients was
squamous cell ca, 14 patients were adeno ca. The mean of primary tumor SUV max was measured as 14,09
± 6,36 in all patients. The mean primary tumor SUVmax of the patients diagnosed with squamous ca was
14,51 ± 6,63, and the mean of primary tumor SUV max of the patients diagnosed with adeno ca was found to
be 13,40 ± 6,03. Progression was observed in 7 of 9 patients whose treatment and follow-ups were continued
in our hospital, and regression was observed in 2 of them.
Conclusion: In the initial staging of patients diagnosed with esophageal ca, 18F-FDG PET/CT is an
increasingly useful imaging method. Our study supports this.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Tıbıa Defektlerının Aynı Tarafdakı Vaskularıze Fıbula Greftlerıyle Onarımı
Nedim Savacı, M. İ. Safa Kapıcıoğlu, Mahmut Mutlu
Araştırma makalesi
Özeti
Tıbıa Defektlerının Aynı Tarafdakı Vaskularıze Fıbula Greftlerıyle Onarımı
The RepaIrIng Of Defects Of TIbIa By IpsIlate•al VascularIzed Graft Of FIbula
ceptli nedenlerle oliqatfribia defektlerinin ona-rilmastnda avni taraftaki fibulatun, peroneal peclikiillii vaskiilarke kemik grefti olarak kul-Zandman ivilepneyi cabuklaprmakta, avaskiiler nekroz- ve enfeksiyon riskini azaltmakta. anteliyat hastanede siiresini kisaltmaktathr. flas-tanemizde 6 vakada kuliandiguml bu yontemi uvgun vakalarda tercih ve taysiye etmekteyiz.
In. the repairing of tibial defects which were oc-curred by different causes, using of ipsilateral vas-tidal-Led graft of fibula which has the pellicle ofpe-roneal arter, improves rapid healing and reduces the risk of infection, avascular necrosis and hos-pitalisation. On suitable cases, we have preferred and advised this method performed on six cases in our clinic.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Is Maternal Iron Deficiency Anemia Associated With Hearing Loss In Healthy Newborns?
And Yavuz, Betül Yakıştıran, Mehmet Fatih Karslı
Araştırma makalesi
Özeti
Is Maternal Iron Deficiency Anemia Associated With Hearing Loss In Healthy Newborns?
Maternal DemIr EksIklIğInIn Sağlıklı YenIdoğanlarda IşItme Kaybıyla IlIşkIsI Var Mıdır?
Amaç: Bu çalışmada, sensorinöral işitme kaybı için maternal anemi dışında bir riski olmayan yenidoğanlarda işitme tarama test sonuçlarını araştırmak amaçlanmıştır.
Method: Retrospektif kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya 6578 kadın dahil edildi. 37. Gebelik haftasından sonra doğum yapan ve demir eksikliği anemisi dışında işitme kaybı oluşturabilecek ek hastalığı olmayan gebeler dahil edildi. Bu gebelerin yenidoğanlarının doğum özellikleri ve maternal demografik özellikleri ve işitme tarama testi sonuçları kaydedildi.
Bulgu: 174 yenidoğanın ikinci düzey işitme tarama testi pozitif çıktı. Üçüncü basamak işitme değerlendirmesi 25 (%0,38) yenidoğan için işitme kaybı tespit edildi. Bunlardan 17 (%0,25) annesinde anemi saptanırken, 8’inde anemi saptanmadı (p:0,001).
Sonuç: Demirin myelinizasyon üzerine etkisini bilmek ve bu çocukların ilerdeki yaşamlarında davranışsal ve akademik problemlerle karşılaşabilmesi işitme fonksiyonlarına bağlıdır.
Objectives: In this study, the results of hearing screening tests were compared to explore the effects of iron deficiency anemia (IDA) on hearing in newborns whose mothers have IDA and who do not have any known risk factor for sensorineural hearing loss.
Methods: This retrospective cross-sectional study. The study included 6578 healthy neonates born to mothers who were beyond their gestational week 37, and who themselves or their family did not have hearing loss or any comorbid disease other than iron deficiency anemia. The participating neonates’ birth characteristics and the maternal demographic characteristics, auditory brainstem response (ABR) results were obtained from the hospital database.
Results: A positive result was obtained from the second level hearing test in 174 newborns. An idiopathic hearing loss was detected in 25 (0.38%) newborns during their third line of hearing assessment. While anemia was present in the mothers of 17 (0.25%) newborns, no anemia was found in the mothers of 8 (0.12%) newborns (p:0,001).
Conclusions: Knowing the impact of iron on myelination, and therefore, on hearing function is important to prevent any academic and behavioral problems that can be faced by these newborns in their future lives.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Seyhan Dura, Şamil Ecirli, Süleyman Alıcı, Hakkı Polat, Ümmügülsüm Can
Araştırma makalesi
Özeti
Selçuk Ünıversıtesı Tıp Fakültesı Öğrencilerinde Demir Eksikliği Anemisi Yaygınlığı
Iron DefIcIency AnemIa Prevalance In The Stu-Dents Of Selçuk UnIversIty MedIcal School.
Bu çalışma 1995 yılı Ocak - Haziran aylarında S.Ü.T.F. öğrencileri aı-asında yapılan kesitsel ni-telikte bir epidemiyolojik aı-aştırmadır. Çalışmanın amacı S.O.T.F öğrencileri arasında demir eksikliği anemisi prevalansınt ve bunu etkileyen faktörleri tes-bit etmekti. Randomize olarak seçilen 62 kız ve 58 erkek öğrenci çalışmaya dahil edildi. Ögrencilerde eritrosit indekslerini de içeren tam kan sayunı, serum demiri, demir hağlama kapasitesi, ferritin, vitamin B 12 ve folik asit düzeyleri ölçümüile gaitada gizli kan ve parazit tetkikleri yapıldı. Araştırma sonucunda aneıni prevelansı kızlarda % 32. 25, erkeklerde % 5. 17 ola-rak bulundu. Kızlarda hemoglobin ortalaması 12. 8± 1.3 gidi, erkeklerde hemoglobin ortalaması 14.8±1_25 gidi olup, anemiye kızlarda erkeklere göre daha sık ra.stlandı. Bu da istaristiki olarak anlamlı idi. Araştırmamıza alınan yaş grubu ve grubun sos-yodernografik özellikleri dikkate alındığında demir eksikliği anemisinin ne denli önemli bir sağlık so-runu olduğu anlaşılmaktadır.
This study is a epidemiologic investigation performed on a group of medical school students of Sel-çuk Universty Between January and June. 1995. The purpose of this study was to evaluate the prevalence of iron deficiency anemia among the medical stu-dents and factors that affect this. Randomly selected 62 female and 58 male students involved in the study. Complete blood counts including erythrocyte indexes, serum iron, serum iron hinding capacity, ferritin. vitamin B12 and folic acid rneasurements and evaluation of o•cult blood and parasite irr jeces vere done. The prevalence of anemia was 32.25 % in fermale students 5.17 % in male students as a re-sult of the study. Mfean hemoglobin value was 12 .8± 1.3 gidi in females, 14.85 ± 1,25 gidi in males and anemia was more common in females, this difference was statistically significant (p<0.001 ). Considering age and sociodemographic properties of the studuy group, it becomes eviclent that iron de-ficiency anemia is an important health problem.
PDF
Benzer Makaleler
Editöre Eposta